Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Mengene Göçmenleri
Mengene Göçmenleri

Mengene Göçmenleri

Nermin Bezmen

Mahmutpaşanın, Çiftesaraylar Caddesinde bir göçmen mahallesi. Bizanslılardan kalma surların çevirdiği altmış hanelik küçük bir dünya. Kafkas, Kırım göçmenlerinin dünyası. Mahmutpaşanın ortasında bir küçük Kafkasya,…

Mahmutpaşanın, Çiftesaraylar Caddesinde bir göçmen mahallesi. Bizanslılardan kalma surların çevirdiği altmış hanelik küçük bir dünya. Kafkas, Kırım göçmenlerinin dünyası. Mahmutpaşanın ortasında bir küçük Kafkasya, bir küçük Kırım. Adı Mengene Bölgesi. Ve 1892nin Silistre’sinde parçalanan bir ailenin bu küçük dünyaya sığınan bireyleri.

Gönülsüz göçlerin cefakârlık, fedakârlık ve ardı kesilmeyen savaşlarla yoğrulan dramında doğan, büyüyen çocuklar. Çocukluklarını bilemeden gençliğe, gençliklerini tadamadan ihtiyarların yorgunluğuna erişen nesiller. Yasak, ayıp ve günah kavramlarının gölgesinde yaşanan masum aşklar, kalp kırıklıkları, zamanın kıskançlığında kurulan hayaller ve ilişkiler.

1
Silistre, 1892

Gecenin karanlığında, büyük konağın alt katındaki mutfakta, sessiz bir telaş vardı. Kadınlı erkekli grup, hummalı bir şekilde fakat hiç konuşmadan yol hazırlığı yapıyordu. Mutfağın orta yerindeki büyük mermer tezgâhın üzeri, bohçalanmış peksimet, kurutulmuş et, meyveler ve su mataralarıyla doluydu. Bunları küçük el ve sırt çantalarına yerleştirmekte olan genç kadının hareketleri gayet seri fakat sinirliydi. Elleri titriyor, arada matarayı ya da meyvelerden birini düşürüyordu. Gecenin derin sessizliğini bozan her harekette herkes irkilerek başını sesin geldiği yöne çeviriyordu. Gözlerde endişe, yüzlerde ürkeklik vardı. Mermer masanın üzerindeki mum, titrek ışıklarla, yer yer kadının yüzünü aydınlatıyordu. Otuz beş yaşlarındaydı Ayşe. Uzun saçlarını ensesinde örgü topuzla toplamıştı. İri çekik gözleri, uzun ince burnu, kararlı bir ifadenin işareti olan kesin çizgili dudakları, zarif yüzünün en belirgin hatlarıydı. Elleri titriyor olsa da, bembeyaz yüzünün ifadesi sakin ve donuktu. Genç kadın, ocağın yanında yere çökmüş, bir bebek iskemlesinin bacaklarını oymakla meşgul delikanlıya döndü. Konuşurken sesi fısıltı halindeydi. “Raşit, o iş ne kadar zaman alacak daha?” Annesinin yüz hatlarını taşıyan, yirmi yaşına göre oldukça gelişmiş, sağlıklı bir vücudu olan Raşit, aynı fısıltıyla cevap verdi: “Az tutar anne. Kestiğim yer belli olmamalı. Ona uğraşıyorum Bu arada Ayşe, masanın üzerindekileri yerleştirmişti.

“Tamam, çok iyi. Ama daha çabuk olmalıyız.” Alnında biriken teri, elbisesinin kolundan çıkardığı mendille sildi, aslında terlenecek bir hava da yoktu. “Hasta olmuyorum inşallah” diye düşündü. Mutfağın kocaman ocağındaki ateş, içindeki koca kütükleri âdeta yutuyordu. Ocağın bir yanındaki sedirde, on sekiz ve on dokuzunda iki genç oturuyordu. Biri, bir eliyle beş yaşlarındaki uyuyan küçük bir kızın başını okşarken, öteki elini dünyaya gelmek üzere günlerini sayan kendi bebeğini hissetmek istercesine şişkin karnında dolaştırıyor, sessiz sessiz ağlıyordu. Diğeri, bu kız çocuğunu sıkı sıkıya göğsüne yatırıp ona sarılmıştı ve kızın saçlarını okşarken hıçkırıklara boğuluyordu. Bir süreden beridir mutfağın penceresinin kepenklerini aralayıp dışarıyı gözlemekte olan adam, hıçkırıkları duyarak döndü. Duvara dayalı bastonunu aldı. Abanarak ocağa doğru yürüdü. Mermer masanın yanından geçerken durdu, taş gibi bir ifadeyle çantaların ağzını kapamakta olan genç karısına baktı. Onun, mumun ışığında matlaşan çehresini hayranlıkla seyretti.

Ne kadar sakin görünüyordu. Sanki bütün bu olanları o yaşamıyordu. Elini uzatıp hafifçe onun omzuna dokundu. Genç kadın döndü. Göz göze gelip bakıştılar. Ama bu, yirmi senedir evli karı kocanın bakışması değildi. Bakanlar sanki onlar değildi. Bu, bildikleri, sevdikleri, sahip oldukları her şeyi; evlerini, topraklarını, evlâtlarını bırakıp meçhule yollananların, olabilecek korkunç şeyleri düşünmemek için bütün hislerini donduran insanların bakışıydı. Karısının omzuna biraz daha dayanarak, aksayan bacağını öne çekti. “Ayşe, kızlarla bir kez daha konuşsaydın keşke, ne dersin?” Ayşe, çaresizliğin getirdiği bir ifadeyle, elini alnında dolaştırarak cevapladı:“Bahattin, benim içim yanıyor çaresizliğime. Her şeyi denedim, biliyorsun.” “Hani, diyorum ki… belki son anda pişman olup gelmek isterler.

Biz gene de bir sorsaydık. Ha, ne dersin?” “Artık çok geç. İkisini birden ikna edemeyiz. Hem biri kalacaksa, diğeri de kalsın. Hiç değilse birbirlerine göz kulak olurlar. Ayrıca, Mehire yollarda mı doğursun? Ne olur hali yavrucağın? Burada hiç değilse, Yahya Amca’nın yanındalar. Kocası var, çocuğu olacak. Kendi ailesini kuracak. Adile desen, onsuz yapamaz. Ne kadar bağlılar birbirlerine, bilirsin. Kocasını da deli gibi seviyor. Ne yapalım, biz bağrımıza taş basarız.” “Hani, acaba, biraz daha bekleseydik, doğumdan sonra hep beraber kaçsaydık.” Ayşe, kocasının, omzundaki elini iki avucu arasına alıp onun iskemleye oturmasına yardımcı oldu.

Bir yandan da kısık fakat ne kadar sinirli olduğunu belli eden bir sesle konuşuyordu: “Şaka mı ediyorsun Bahattin? Daha nasıl bekleriz? Raşit’i iki gün sonra saldat yazacaklar, ardından da Süleyman’ı. Bulgar’ın ordusunda nefer olacaklar. Sürecekler Edirne’ye, Türk’ü vurduracaklar. Kahrımdan ölürüm o gün. Öleceksek, vatana varmak için ölelim hiç değilse.” Bahattin genç karısının sertliğinden etkilenmişti. “Haklısın” derken göz ucuyla oğullarına baktı. Süleyman daha on altısındaydı. Ağabeyi kadar iri olmamakla beraber, sağlam sıhhatli yapısıyla yaşından büyük görünüyordu. Oğullarının yakışıklılığı ve kuvveti, kızlarının da güzelliğiyle iftihar ederdi Bahattin. Onları bir arada seyretmekten mutlu olurdu. Ama işte artık mutluluk bitiyordu. Boğazında biriken düğümü çözmek için kısık kısık öksürdü. Bahattin elli yaşındaydı. Sakatlandığından beri askerliği terk etmiş, Hacı Yahya Paşa’nın malını mülkünü idare işini üstlenmişti. Kereste fabrikası, şarap bağları ve tütün tarlaları, onun, son on altı senedir haşır neşir olduğu işlerdi. Hepsini özleyecekti. Üzüm bağlarının, taze kopan tütünün, taze kerestenin kokusunu özleyecekti. Yanlarında götüremedikleri kızlarını özleyecekti.

Özleyecekleri bir yana, şimdiye dek içini hiç böylesine bir endişe sarmamıştı Bahattin’in. Ne Ruslar geldiğinde, ne isyancılar ortalığı kana buladığında. Bahattin, 1876 yılının Mayıs’ına kadar dinç, yakışıklı bir süvari subayıydı. O zaman, henüz otuz dört yaşındaydı. O yıl Bulgaristan’da kan gövdeyi götürmüştü. 1860’lı yıllarda Romanya’da çalışmaya başlayan gizli örgütlerin desteği ve teşvikiyle güçlenen isyancılar, bu yıllar zarfında kendilerini Rodop ve Rila Dağları’nın kuş uçmaz kervan geçmez yüksekliklerinde saklamışlardı. İsyancıların akınlar halinde dağlardan kopup geldikleri gün, Ayşe, Süleyman’ın doğum sancılarını çekiyordu. Bahattin ise, isyancılara karşı çarpışan Hacı Yahya Paşa’nın komutasındaki birliğin içindeydi. Balkan Dağları’nın kuzeyindeki çarpışmalar çok şiddetli geçmişti. Bahattin, o günleri tüyleri ürpererek hatırladı. Nasıl yaşadığına ise hâlâ inanamıyordu. İsyancıların pes edip dağılmaya başlamalarına az kalmıştı ki, Bahattin’in atı, alnını ikiye ayıran bir kılıç darbesiyle cansız yere yığılırken, kendisi de boynuna dolanan kementle bir isyancının atının ardı sıra sürüklenmeye başlamıştı. Uzun müddet, boynundaki düğümün sıkışmasını ve kendisini boğmasını önlemek için can havliyle kemente asılıp olağanüstü bir gayret göstermişti. Taşların, kayaların üzerinden sürüklenirken, vücudunun muhtelif eklem, kas ve kemiklerindeki kopmaları, kırılmaları ıstırapla hissetmiş ama inadı elden bırakmamıştı. Tam, çektiği acı onu bayılma raddesine getirip kendini, karşısında çaresiz kaldığı ölüme teslim etmek üzereyken, Tanrı’nın lütfu olmalı, şansı dönmüştü. Bahattin, toza toprağa bulanmış, taşlarla çizilmiş yüzünün buz gibi bir suya değmesiyle gözlerini zorlayarak açmış ve patlamış gözkapaklarının, yanaklarının üzerinde biriken kanların arasından önünü görmeye çalıştığında bir müddet daha kurtulabildiğine inanamamıştı. Boynunu, bileklerini kesen ip birden gevşemiş, nehrin kıyısında vücudunun yarısı suyun içinde, bir kaya üzerinde asılı, uzanıp kalıvermişti. Tuna’nın bir uzantısı olan Yantra’nın suları bu mevsimde buz gibi olurdu ama Bahattin’in gövdesi hiçbir şey hissetmemişti. Kan çanağı gözlerinin görebildiğince olup bitenleri anlamaya çalıştığında, onu ölüme çeken ipin ucunda kimseyi görememişti. Nehir boyu, kendisine doğru gelen atlıların sesleri önce onu ürküttüyse de, yaklaşanların kimlikleri, emin ellerde olduğunu anlamasına yetmişti. Bunlar, isyanı bastırmaya yardımcı olmak üzere gelen Çerkez, Pomak ve Tatar askerleriydi. Dağlardaki çete yuvalarını basmış, dönüyorlardı. Bahattin, artık hiçbir şey duymayan vücudunun, parçalanmış yüzünün, başının halini düşününce, bir bütün halinde yaşayabileceğinden emin değildi.

Doğum yatağında bıraktığı on dokuzundaki güzel karısını, çiçek gibi üç çocuğunu gözlerinin önünden geçirirken kendini kaybetmişti. İsyan, Plevne Sancağı’na varmadan bastırılmış, dağlardaki kartal yuvalarında üslenen çetelerin elebaşlarından Vasil Levski yakalanıp idam edilmişti. Bu haberleri Bahattin aylar sonra öğrenmişti. Yarı ölü bir halde uzun zaman yatmış, kendisinden umut kesildiği günler çok olmuştu. Vücudunun un ufak olmuş kemiklerine, parçalanmış liflerine rağmen, âdeta mucize eseri, yeniden yavaş yavaş hayata dönmüştü. Ayşe, kocasının bakımını inatla kimseye bırakmamış, loğusa yatağını kapayıp kalkmıştı. Yeni bebesi kucağında, kâh onu emzirip kâh pışpışlayarak, kocasının dizleri dibinde altı ay dualarla beklemiş, gerektiğinde çılgınlar gibi koşuşturmuştu.

Bahattin, kendine gelmeye başladıktan kısa bir süre sonra, 1877 Rus Harbi patlamıştı. Ama o, artık tek ayağını sürüyerek yürüyebilen, her soğukta, rüzgârda, yağmurda vücudunda baş gösteren dayanılmaz ağrı ve sancılarla yaşamak zorunda kalan, otuz beş yaşında ama yaşlanmış bir askerdi. Ruslar, Romenlerin gösterdiği kolaylıklar sayesinde, hiç zorlanmadan Bulgaristan içlerine sarkmışlardı. 1878’de yapılan anlaşmayla Rusya, Rodop ve Balkan Dağları arasındaki bölgeyi, özerklik ve Hıristiyan bir vali tarafından idare edilmek şartıyla, Osmanlılara bırakmıştı. Dobruca, yardımlarından ötürü, Romanya’ya verilmişti. Bulgaristan’ın geri kalan kısımları ise Rusların işgal ve idaresi altındaydı. 1887’de prensliği ilan edilen Ferdinand aleyhtarları olduğundan, Ruslar başbakan olarak Stambulov’un seçilmesi konusunda büyük ağırlık koymuşlar ve Stambulov da onlardan aldığı güçle ülkeyi diktatör gibi idare etmeye başlamıştı. Ülkenin sınırları içinde tekrar sınır ayrılıkları olması, herkesi huzursuz etmişti. Rus gücünün bütün bölgelerde gittikçe ağırlık kazanması, genel olarak müthiş bir güvensizlik yaratmıştı. Hem Rus kontrolündeki Bulgar topraklarında hem de Makedonya ve Balkanlar’daki Osmanlı topraklarında sancılar başlamıştı. Dağlarda yeniden çeteler türemişti. Zaman zaman yakınlarındaki köylere baskın yapıp erzak toplayan çete mensupları, kendilerine karşı konulunca da artlarında birkaç ölü bırakıp gitmekten çekinmiyorlardı. Gerçi, Bahattin ve ailesi için henüz korkulacak bir şey yaşanmamıştı. Şu ana kadar Hacı Yahya Paşa’nın yanında emniyetteydiler. Ancak, kaç nesildir yerleşip vatan bildikler torakların etrafındaki sınırların gittikçe daralıyor olması, onları hayatlarını değiştirmeye itmişti. Dobruca’daki akrabaları, dostları, nasıl olmuşsa olmuş, bir sabah uyandıklarında kendilerini Romanya sınırları içinde bulmuşlardı. Onlar da aynı şeyleri yaşayabilirlerdi. Bugüne dek şanslı olmaları, bundan sonra da olabilecekleri anlamına gelmiyordu. Şimdi de “Anavatan” diye, hiç tanımadıkları, görmedikleri bir memlekete doğru yola çıkıyorlardı. Yolda başlarına neler geleceğini de bilmiyorlardı. Ne yaşı, ne aksayan bacağı, Bahattin’i korkutuyordu ama genç, güzel karısı, iki delikanlı oğlu ve henüz bebek sayılan küçük Emine’yle bilmedikleri bir maceraya yollanma fikri bile ürkütüyordu onu.

Yol, uzun ve çetindi. Yakalandıkları an yaşatmazdı onları Bulgarlar. Üstelik dağ, orman, her yer, başıbozuk çetelerle kaynıyordu. Eliyle, kafasındaki bütün korkunç düşünceleri def etmek istercesine, bir işaret yapıp ayağa kalktı. Ocağın yanında sessiz sessiz ağlayan iki büyük kızına yaklaştı. Bir eliyle bastonuna dayanıp, diğeriyle onların yanaklarını, alınlarını okşadı. Gözleri yaşardı. Daha ne kadar genç, ne kadar tecrübesizlerdi ve ne kadar yalnız kalacaklardı. Gözyaşlarını tutmak için kendini zorlayarak Raşit’in yanına yürüdü. “Tamam mı oğlum? Artık zamanı geldi. Yola çıkmak gerek.” Emine’nin bebek iskemlesinin bacaklarını kesip içine altınları yerleştirmek, Raşit’in fikriydi. Çocukluğundan beri tahtaları keser, biçer, türlü şeyler yapardı. Ama marangozluk tutkusunun bir gün böyle işe yarayacağını düşünmemişti. Gülerek yerinden kalktı. Üzeri geyik, kuş, çiçek resimleriyle bezeli, minik ceviz iskemleyi elinde sallayarak konuştu: “Tamam baba. Harika oldu. Bak, yapıştığı yerler belli bile değil. Kimsenin aklına gelmez, bu minicik şeyde bir servet olduğu.” Ayşe dahil, hepsi gülümsedi. Hiç değilse bir miktar altın götürebilecek olmaları, umutsuzluklarını az da olsa yatıştırıyordu. Mutfağın kapısı açılınca, gözler yine ölüm sessizliğiyle oraya yöneldi. Yetmiş yaşlarında olmasına rağmen oldukça dinç, uzun boylu, saçı ve sakalı bembeyaz bir erkek kapıdan içeri süzüldü. Elindeki kandili masanın üzerine bırakıp mutfağın orta yerinde durdu. Hepsi yerinden kalkıp yaşlı adamın etrafında toplandı. Öyle heybetli ve haşmetli bir hali vardı ki, mutfakta bulunan herkes hürmet içinde susmuş ona bakıyordu. Kızlar artık ağlamayı kesmişti. Hacı Yahya Paşa, Ayşe’nin amcasıydı.

Silistre’de çok hatırı sayılır bir yeri vardı. Yirmi bir sene evvel bu konağın bahçesinde Ayşe ile Bahattin’i evlendiren oydu. Hep beraber, güçlü ve mesut bir aile oluşturmuşlardı. Ama Silistre’nin talihi onları aldatmıştı. Yine büyük bir harp patlamak üzereydi ve artık istikbâlleri için yapılacak bir şey yoktu. Yaşı yetmişi geçmiş bu yiğit adam buraya aitti ve şartlar ne olursa olsun, başka bir yerde ölmeyi düşünemiyordu. Ancak, bu gencecik çocukların önünde uzun bir hayat vardı. Her şeye yeniden başlayabilme şanslarının olması ne güzeldi. Ayrılacak olmalarının getirdiği üzüntüye rağmen, bu düşünce onu mutlu ediyordu. Tek duası, yolu kazasız belâsız, aşmaları içindi. İşte, ayrılma saati gelmişti. Yumuşak ve tok bir sesle sordu: “Tamam mı her şey? Nüfus kâğıtlarınız yanınızda mı?” Bahattin başını salladı. Emrinde yıllarca at koşturduğu, kılıç salladığı, evliliğini, mutluluğunu borçlu olduğu bu yaşlı kahramana hayranlık ve saygıyla bakıyordu. “Türk sınırına kadar ne Türkçe konuşun, ne Türk olduğunuzu ağzınızdan kaçırın.

Oraya varana kadar Bulgar’sınız, tamam mı? Haydi bakalım. Yolunuzu ezberlediniz mi iyice?” Herkes sessizce, sadece baş sallayarak cevap veriyordu Hacı Yahya Paşa’nın sorularına. Küçük erzak çantaları kapıya yığıldı. Seyis, atları hazırlamış, iç avluda bekliyordu. Bohçalar, çantalar atların eyerlerine yerleştirilirken aile vedalaşmaya başlamıştı. Ayşe, birbirine yapışmış gibi duran iki kızına yaklaştı. Kızlar sanki böylece güç alıyorlardı. Kollarını iki yana iyice açıp, onları bir arada sardı. Başını onların saçlarına gömdü. Boğazı yaşlarla düğüm düğüm, gözleri buğu buğu olmuştu. Haykırmak, isyan etmek istiyordu. Kızlarının yanaklarını avuçlayarak yüzlerine baktı. Ağlamaktan şişmiş gözlerine, kızarmış burunlarına rağmen, Ayşe için bir melek kadar güzeldiler. İkisi de ince, narin yapılı, bembeyaz tenli, iri mavi gözlüydü. Ayşe’nin bebeleriydi onlar; Ayşe’nin güzel bebeleri. On altı ve on yedi yaşının güzel aşk meyveleriydiler. Nasıl kıyıp bırakacaktı onları geride? Yüreği nasıl dayanacaktı onlarsız olmaya? Daha fazla tutamadı kendini, ağlamaya başladı. Kızlarının kumral, bal rengi saçlarını avuçlarının arasına alıp öptü. Sarıldı onlara, tek tek. Yüzlerini, alınlarını, yanaklarını öptü, yaşlarla yıkayıp. Onları yeniden rahmine sokmak, kaçırmak istiyordu oradan, hiç doğurmamışçasına.

Daha dokuzar ay, ağırlıklarını olduğunca rahminde taşımaya razıydı, tek oradan kaçırabilse. Bu arada, Raşit’in kucağındaki küçük Emine uyanmış, mahzun ve biraz korkak gözlerle onları seyrediyordu. “Ne vay? Ne oyuyo? Anni niye ayıyoy?” Raşit, minik kardeşini emniyet hissi vermek için daha sıkı kucakladı. “Şşşşt! Sus canım. Sen uyumana devam et. Hiçbir şey yok.” “Ama Adiye abyam da ayıyoy, Mihiye abyam da, niye ama?” Raşit, Emine’nin dudaklarını büküp ağlamak üzere olduğunu fark etmişti. “Yok canım, hiçbir şey yok. Biz yolculuğa çıkacağız. Adile ile Mehire kalıyorlar. Onun için ağlıyorlar.” Ayşe, ağlama krizinden silkinmiş, kendini toparlamıştı. Kızlarını son kez öpüp geldi, Emine’yi Raşit’in kucağından aldı. “Gel bakalım benim minik kızım.” Raşit ve Süleyman, babalarını takiben, kız kardeşleri ve Yahya Amcalarıyla vedalaştılar. Erkekler, ağlayabildikleri için, kadınları kıskanıyorlardı.

Konağın bahçesine, odalarının pencerelerine son kez göz gezdirdiler. Ne güzel günler bırakacaklardı geride, bu evde ve bu bahçede. Ayşe, amcasının elini öptü. Onun hüzünlü sesi, yaşlı adamı kahrediyordu. “Her şey için sağ ol amca… Kızlarım sana emanet. Hakkını helâl et.” “Helâl olsun evlâdım.” Yaşlı adam, kızı gibi sevdiği yeğenine sarılıp alnına uzunca bir öpücük kondurdu. Sanki onun nazik, naif bedenine, kendi maddi manevi bütün gücünü aktarıp beraber göndermek istiyordu. Ayşe, Raşit’in yardımıyla ve çevik hareketlerle, atlardan birinin üzerine yerleşti. Kucağına da Emine’yi aldı. Atının iki yanında bacaklarına sarılmış olan kızlarına eğildi. “Kocalarınıza selâm edin. Birbirinize iyi bakın. Sen Mehire, bebeğini iyi kolla. Torunumun iyi haberini isterim. Çocuk palazlanınca da toparlanır, arkamızdan gelirsiniz. Unutmayın, kaça ayrılırsak ayrılalım, biz bir parçayız.” Mehire, annesinin elini avuçlarının arasında tutup öptü, alnına koydu. “Sen bizi merak etme anneciğim. Yahya Amca’nın yanında bize bir şey olmaz. Sizler de kendinize iyi bakın.” Bahattin, atına binmeden, tekrar kızlarını öptü. “Aklımız sizde. Canımızın yarısı burada, sizinle kalıyor, bilesiniz. Yerimiz belli olur olmaz, eğer varmak kısmet olursa, size yazarız. O zaman, mektubu eksik etmezsiniz. Haberlerinizle avunuruz.” Babalarının ardından, Raşit ve Süleyman da vedalaşmalarını tamamlayıp atlarına bindiler. Kasım ayının sert rüzgârı yüzlerini kamçılıyordu. Ayşe, Emine’nin atkısını iyice sarıp kendi mantosunun içine doğru çekti kızını. Küçük kız çoktan, annesinin emniyet veren sıcaklığında uyumuştu bile.

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Roman (Yerli)
  • Kitap AdıMengene Göçmenleri
  • Sayfa Sayısı328
  • YazarNermin Bezmen
  • ISBN9786256198074
  • Boyutlar, Kapak13.5 x 19.5 cm, Karton Kapak
  • YayıneviDoğan Kitap / 2024

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Bizim Gizli Bahçemizden ~ Nermin Bezmen Bizim Gizli Bahçemizden

    Bizim Gizli Bahçemizden

    Nermin Bezmen

    “Sık sık sorardın, ‘Bizi ne zaman yazacaksın sevgilim?’ diye. Ben de, ‘Daha vakit var, birtanem’ derdim. ‘Daha yaşayacak çok şeyimiz var. İleride hepsini yazacağım.’...

  2. Aurora’nın İncileri ~ Nermin BezmenAurora’nın İncileri

    Aurora’nın İncileri

    Nermin Bezmen

    Çok Satan “Sır”ın devamı… Bir tiyatro oyunu gibi hazırlanmış,süprizlerle dolu serüvende kendi iç dünyasını,kadınlığını, kocasıyla İlişkilerini sorgulayan genç kadının, babaannesinin romantizm ve cinsellikle beslenen,...

  3. Şeytanın İflası ~ Nermin BezmenŞeytanın İflası

    Şeytanın İflası

    Nermin Bezmen

    İblis, olduğu yerde doğruldu ve yataktan çıktı. Kollarını göğsünde çapraz yapıp hâkim bir tavırla Selçuk’un gözlerine bakarak devam etti: “Bir kez daha söylüyorum: Seninle...

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. Yoldaşlar ~ Cengiz DağcıYoldaşlar

    Yoldaşlar

    Cengiz Dağcı

    İkinci Dünya Savaşı’nın çetin şartları altında, emredilen yere ulaşmaya çalışan bir Rus birliği… Birlikteki askerler Hasanlar, Cumaylar, Kasımlar… Alman işgaline karşı, kendi vatanlarını işgal...

  2. Araf ~ Elif ŞAFAKAraf

    Araf

    Elif ŞAFAK

    Kim gerçek yabancı – bir ülkede yaşayıp başka bir yere ait olduğunu bilen mi, yoksa kendi ülkesinde yabancı hayatı sürüp, ait olacak başka bir...

  3. Deccal’in Hatırı ~ Sezgin KaymazDeccal’in Hatırı

    Deccal’in Hatırı

    Sezgin Kaymaz

    “Bir çift ölü göz gözlerinin içine dikilmiş, öbür dünyadan buna bakıyordu sanki. Ve ne kadar kibar konuşuyordu ölü. Kılığına bak, ya otopark değnekçisi ya...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur