Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Memeler Ve Yumurtalar
Memeler Ve Yumurtalar

Memeler Ve Yumurtalar

Mieko Kawakami

“Her okura yaşamının anlamını sorgulatan, sivri olduğu kadar büyüleyici bir roman. Roman kahramanı kesinlikle yaşıyor, sahiden nefes alıp veriyor.” – Haruki Murakami Otuz yaşındaki…

“Her okura yaşamının anlamını sorgulatan, sivri olduğu kadar büyüleyici bir roman. Roman kahramanı kesinlikle yaşıyor, sahiden nefes alıp veriyor.” – Haruki Murakami

Otuz yaşındaki Natsuko, ablası Makiko ve kızı Midoriko…

Bir yaz günü Makiko meme büyütme ameliyatı için Osaka’dan Tokyo’ya, yazar olmayı isteyen kardeşi Natsuko’ya gelir. Yanında ergen kızı Midoriko vardır. Büyüme sancıları çeken Midoriko kimseyle konuşmayıp yaşadıklarını günlüğüne yazmaktadır. Onun sessizliği her birini korkuları ve bastırdıkları duygularıyla yüzleşmeye iter.

Sekiz yıl sonra, Natsuko kitabı yayımlanmış bir yazardır. Yalnız ve çocuksuz yaşlanmak konusu, kafasını sürekli kurcalar. Bir yandan yeni kitabını yazmaya uğraşırken diğer yandan anne olup olamayacağını tartar.

Japonya’da ve dünyada büyük ses getiren Memeler ve Yumurtalar fakirlik, kadın olmak ve bir çocuğu var etme sorumluluğu üzerine çok çarpıcı bir roman…

*

Birinci Kitap
2008 Yaz

1
Sen fakir misin?

Bir kişinin ne kadar fakir olduğunu öğrenmenin en hızlı yolu, ona kaç pencereli evde yetiştiğini sormaktır. Fakirliğinin derecesi kişinin yediklerinden veya giydiklerinden anlaşılmaz, sadece içinde büyüdüğü evin pencere sayısıyla ölçülür. Evet, fakirlik pencere sayısıdır. O evde hiç pencere yoksa ya da ne kadar azsa, kişi o denli fakir demektir.

Eskiden, şimdi kim olduğunu hatırlayamadığım birine bunu söylediğimde, “Öyle değerlendirme mi olurmuş hiç?” diyerek karşı çıkmıştı. “Tek pencereli bir ev var diyelim; bu, bahçeye bakan çok büyük bir pencereyse, o büyük ve harika penceresi olan evde oturan birine fakir denebilir mi?” diye haklı çıkarmaya çalışmıştı iddiasını Kansai şivesiyle.

Bana sorarsanız bu kişinin fakirlikle uzaktan yakından hiç ilgisi olmamış. Bahçeye bakan pencereymiş! Büyük pencere hem de. Bahçe de neyin nesi? Peki harika pencere dediği, nasıl bir şey ki?

Fakirlerin dünyasında büyük pencere ya da harika pencere diye bir kavram yoktur. Onlar için pencere denen şey, sıkışık sıralanmış dolapların arkasında olur ve bunlar açıldığı hiç görülmeyen bulanık camlardır. Yağdan yapış yapış olup katılaşmış ve yine döndüğü hiç görülmemiş mutfak vantilatörünün yanında, kirli, dört köşeli çerçevedir.

Bu yüzden fakirlik hakkında konuşmak isteyip de gerçekten bir şey söyleyebilenler, sadece fakirlerdir: Ya şimdiki zamanın ya da geçmiş zamanın fakirleri.

Bu konunun bir anda aklıma düşmesi ve üzerine kafa yormam, şu karşımda oturan kızın yüzünden. Yamanote tren hattı bir yaz gününe göre tuhaf bir şekilde boştu, yolcular ya cep telefonuyla oynuyor ya da kitap okuyor, sakince oturuyorlardı. Sekiz dersem sekiz, on dersem on yaşında görünen bu kız çocuğunun bir yanında spor çantasını ayağının arkasına koymuş genç bir adam, diğer yanında başına iri, siyah bir bandana takmış bir başka kız oturuyordu.

Ortadaki kız çocuğu, onlardan ayrı, tek başınaydı.

Kız kara tenli ve cılızdı. Güneşten rengi kararmış sedef hastalığı benekleri daha da göze batıyordu. Pantolon etekten uzayan iki bacağı, kolsuz, açık mavi tişörtünden çıkan kollarıyla hemen hemen aynı incelikteydi. Dudakları sımsıkı büzülmüş, omuzları kasılmış, çok gergin görünen bu kızı görünce, çocukluğumdaki halimi hatırladım; işte o zaman fakirlik denen sözcük geldi aklıma.

Boyun kısmı esnemiş kolsuz açık mavi tişörtünü, aslında beyaz olan ama üzerinde çok fazla leke olduğundan rengi belli olmayan spor ayakkabısını inceledim. Eğer kız ağzını açar da dişlerini görürsem ve hepsi de çürükse ne fena olur diye düşündüm. Hiç eşyası yoktu. Ne sırt çantası ne el çantası ne de bir poşet. Demek ki tren bileti ve parası cebindeydi. Bu yaşlardaki kızların trenle bir yere giderken dışarı nasıl çıktıklarını bilmiyordum ama onun hiçbir eşyasının olmaması beni endişelendirmişti.

Oturduğum yerden kalkıp onun önüne dikilerek, ajandanın kenarına düştüğüm ve benden başka kimsenin okuyamayacağı ufak bir not gibi, başka kimsenin anlamayacağı bir konuda ona bir şey söylesem mi diye aklımdan geçirdim. Söze nasıl başlamalı peki? Gördüğüm kadarıyla saç telleri sert; bu konuda benim de söyleyecek birkaç şeyim çıkar. Rüzgâr esse bile saçın dağılmıyor değil mi? Sedef hastalığın yetişkin olduğunda kendiliğinden geçecek, takma kafana. Ya da pencereler hakkında mı bir şey demeliyim? Bizim evimizde dışarıyı gören pencere yoktu, sizin evinizde öyle pencere var mı?

Kol saatime baktım. Tam on ikiydi. Yazın durgun öğle sıcağını kesip geçer gibi ilerliyordu tren, sonraki istasyon Kanda diye boğuk sesli anons duyuldu. İstasyona varınca kapılar delinmiş bir şeyin tıslamasıyla açıldı, henüz öğlen olmasına karşın feci sarhoş olmuş yaşlı bir adam yuvarlanır gibi girdi içeri. Birkaç yolcu refleksle hemen geri çekildi, adam kısık sesle bir inledi. Çözülmüş çelik bulaşık teli gibi gri saçları, yıpranmış işçi kıyafetinin göğüs kısmına kadar dökülüyordu. Bir elinde buruş buruş olmuş market poşetini sıkıp diğer eliyle de tutamacı kavramaya çalışırken dengesini kaybedip sendeledi. Kapılar kapandı, tren hareket ettiğinde bir de baktım ki kız artık orada değildi.

Tokyo istasyonuna vardık, bilet kontrol kısmından çıkınca bir yerlerden gelip bir yerlere giden müthiş kalabalık karşısında ayaklarım kilitlendi. Buna sadece kalabalık denemezdi, adeta tuhaf bir yarış izliyordum. Her an biri çıkıp da, kuralları bilmeyen bir sensin, diyecekti sanki; yüreğim daraldı. Elimdeki çantayı sımsıkı kavrayıp derin bir iç çektim.

Tokyo istasyonuna ilk gelişim, bundan on yıl önceydi. Yirmi yaşına girdiğim yazdı. Yine aynı bugünkü gibi ne kadar silsem de bedenimden terin fışkırdığı bir yaz günüydü.

Lisede eski kıyafet dükkânında epey bocaladıktan sonra satın aldığım, çok sağlam büyük bir sırt çantasına (bugün bile arada kullanırım), normalde taşınma kolilerine koyup göndersem daha iyi olacak şeyleri, nazarlık olarak kullandıklarımı, bir an bile yanımdan ayırmak istemediğim yazarların kitaplarından on kadarını yükleyip Tokyo’ya gelmiştim. Üzerinden on yıl geçmiş. Şimdi 2008’deyiz. Otuz yaşındayım, yirmi yaşındayken iyi kötü hayal ettiğim gelecekte miyim şu an diye sorarsanız, kıyısına bile yaklaşmış değilim. Bugün bile yazdıklarımı okuyan pek kimse yok (internetin kıyı köşe bir yerindeki blog’uma erişip de yazılarımı okuyan varsa da en çok birkaç kişidir). Kitabım da basılmıyor. Arkadaş deseniz, neredeyse hiç yok. Apartman dairemin çatısının eğimli boyaları dökülen duvarı da, çok güçlü akşam güneşi de, tüm gücümle yarı zamanlı işlerde çalışıp ayda birkaç yüz bin yen kazanarak geçimimi sağlamam da, ne kadar yazarsam yazayım o yazdıklarımın nereye varacağını bilememem de, hiç değişmiyor. Yaşamım kitapların uzun zamandır yerinden kımıldamadığı bir sahaftaki tozlu raf gibi; son on yılda hayatımdaki dek değişim bedenimin yorgunluktan bitap düşmesi.

Saate bakıyorum, on ikiyi çeyrek geçiyor. Buluşma saatinden on beş dakika önce varıp serin taş sütuna dayandım, gelen gidenleri izliyorum. Pek çok renk, sayısız sesin karmaşası içinde, çok eşya yüklenmiş büyük bir aile yaygara çıkararak sütunun sağından soluna hızlıca geçti. Yine başka bir anneyle çocuk geldi, annesinin elini tutan oğlan çocuğunun poposuna yakın bir yerde iri bir matara sallanıyordu. Bir yerlerden bebek ağlaması ve feryadı duyuldu. Her ikisi de makyaj yapmış genç bir çift büyük dişlerini göstererek önümden hızlıca geçtiler.

Çantamdan telefonumu çıkardım, Makiko’dan ne arama ne de mesaj gelmişti. Demek ki Makiko’lar Osaka’dan sağ salim, planlandığı saatte yüksek hızlı trene binmişlerdi ve beş dakika içinde Tokyo istasyonuna varacaklardı. Buluşacağımız yer, Marunouçi kuzey çıkış kapısı önüydü. Öncesinde harita gönderip açıklama yapmıştım ama nedense birden endişeye kapılıp bugünün tarihini kontrol ettim. 20 Ağustos. Doğru. Sözleştiğimiz gibi, bugün, 20 Ağustos, Tokyo istasyonu Marunouçi kuzey çıkış kapısı, saat on iki buçuk.

Sevgili Günlük,

Yumurta (玉子) sözcüğünde neden “çocuk” ideogramı var?

Çünkü, sperm (精子) sözcüğünde de “çocuk” ideogramı var.

….

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Cennet ~ Mieko KawakamiCennet

    Cennet

    Mieko Kawakami

    “Hep acı çektiğimiz için, başkasını incitmenin ne demek olduğunu çok iyi biliyoruz.” 14 yaşında ortaokul öğrencisi sürekli olarak sınıftaki bir grubun ağır zorbalığına uğrar...

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. Kökler ~ Alex HaleyKökler

    Kökler

    Alex Haley

    Çocuklara büyükannelerinin anlattıkları öykülerden başlayıp büyükbabaların babalarına, onların da atalarına kadar uzanan ve ‘Afrika’ denen siyah adamda son bulan uzun bir tarihsel araştırma, Amerikan...

  2. Maskeli Balo ~ Melissa De La CruzMaskeli Balo

    Maskeli Balo

    Melissa De La Cruz

    Bir anda yıldızı parlayan genç yazar Melissa De La Cruz’dan gerçekçi mekânlarda geçen kurgusal bir üçlemenin ikinci kitabı… Maskeli Balo İyi insanlar bile zorunlu...

  3. Şeytan ve Genç Kadın ~ Paulo CoelhoŞeytan ve Genç Kadın

    Şeytan ve Genç Kadın

    Paulo Coelho

    Paulo Coelho, Şeytan ve Genç Kadın’da insanların değer yargılarını temelden sarsmanın hiç de zor olmadığını gösteriyor. Gözlerden uzak, kuytu bir dağ köyü ve bu...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur