“Çaresizlik içinde her aklıma gelene dört elle sarılıyorum. Kendi kendime dedim ki, Bu illete ‘edebiyat’ yüzünden tutuldum. Ders olarak okuttuğum kitaplar beni bu duruma getirdi – bu saplantıya o yüzden düştüm. Avrupa edebiyatı derslerimden söz ediyorum. Yani, diyorum ki, her yıl üst üste Gogol’ü ve Kafka’yı anlatmak – yani her yıl Burun’u, Dönüşüm’ü okutmak.”
Üniversitede edebiyat dersleri veren David Kepesh, bedeninde bazı fiziksel değişimler fark edince kendini gözlemlemeye başlar. Kasığında bir ağrıyla başlayıp hislerine ve hazlarına etki eden bu sürecin sonunda da, Gregor Samsa misali, kocaman bir memeye dönüşür. Olan biteni anlamakta zorlanan yalnızca kendisi değildir. Bir meme olarak günlerini hastane odasında doktorların ve hemşirelerin bakımı, terapisti Dr. Klinger’ın kontrolü altında geçirir. Bedensel arzularla kıvranıp zihinsel kuruntuların içinde kaybolurken çıldırdığını kabullenmeye hazırdır. Ancak çevresindekiler ondan makul olmasını ve yeni doğasını kabul etmesini ister. Fakat hayatına yetmiş kiloluk bir meme olarak devam edeceğini nasıl kabul edebilir ki?
Meme sıklıkla Kafka’nın Dönüşüm’üyle anılan Roth’un erken dönem eserlerinden biri.
“Kültürel açıdan kalıcı olacak bir şey okuduğunda insan bunu anlıyor.”
Cynthia Ozick
Bir tuhaf başladı. Hoş, nasıl başlarsa başlasın tuhaf olmayacak mıydı? Güneşin altındaki her şeyin bir tuhaf başladığı ve bir tuhaf bittiği ve de “bir tuhaf” olduğu çok söylenmiştir elbet. Dikensiz bir gül “tuhaf”tır, dikenli gül de “tuhaf”tır, komşunuzun bahçesinde boy veren sıradan güller de öyle. Her şeyin dehşetengiz ve gizemli göründüğü bir bakış açısı vardır, bilirim. Sonsuzluğu düşünün, sonsuzluk üzerine fikirler geliştirin, isterseniz sonsuzluğu unutmayı deneyin; o zaman her şeyin şaşılası olduğunu göreceksiniz. Bütün bunlara karşın, olanca alçakgönüllülüğümle belirtmek isterim ki, bazı şeyler ötekilerden daha şaşırtıcı biçimde tuhaftır ve ben de onlardan biriyim. Bir tuhaf başladı zaman zaman kasığıma vuran hafif bir sızıyla. İlk hafta boyunca, beşerî bilimler bölümündeki odamın yanındaki erkekler tuvaletine günde birkaç sefer taşınıyor, pantolonumu indirip bakıyordum; iyice incelediğim halde olağandışı hiçbir şey görmüyordum.
Sonunda istemeden de olsa kasığımdaki sızıya aldırmamaya karar verdim. Oldum olası hastalık hastasıyımdır; ateşim biraz yükselse, sağlığımda en ufak bir düzensizlik olsa pireyi deve yaparım; aynı zamanda da aklı başında biri olduğum için, önemli bir hastalık habercisi gibi görünen her belirtiyi ciddiye almam imkânsız. Ne zaman ateşim çıksa, ne zaman hafif bir ağrı duysam, mutlak bir yerime inme ineceğini veya dayanılmaz acılar çekeceğimi sanmama karşın, herhangi bir ciddi hastalık geçirmeden otuz sekiz yaşımı bulmuştum, gücüm kuvvetim yerindeydi, iştahıma diyecek yoktu, bir seksen boyunda, ince yapılı, biçimli bir adamdım, saçlarımın çoğu ve dişlerimin tümü yerli yerindeydi. Bir yandan kasığımdaki sızıyı –eğer daha beteri değilse– zona gibi sinirsel bir hastalık olarak yorumlarken bir yandan da her zamanki gibi önemsenecek bir şey yok diye düşünüyordum. Yanılmışım.
Meğer önemsenecek bir şeymiş. Kasığımdaki kılların altından derimin beli belirsiz pembeleştiğini ancak ikinci haftanın sonunda fark ettim; yine de renk değişimi belli belirsiz olduğu için bir daha kontrol etmemeye karar verdim; o nokta hafifçe tahriş olmuştu ve meraklanacak bir yanı yoktu. Bir hafta daha geçince klinik kayıtları için belirteyim, belirtilerin ortaya çıkmasından sonra tam yirmi bir günlük kuluçka süresi geçti akşam duş yapmak için banyoya girdiğimde, ders vermek, toplantıya katılmak, günlük işleri bitirmek ve dışarıda yemekle geçen uzun ve yorucu gün boyunca penisimin kökündeki etin açık kırmızıya dönüştüğünü gördüm. İlk aklıma gelen, külotumun boyandığını düşünmek oldu. (Ayağımın dibinde duran külotun açık mavi oluşu bile o panik içinde gözlerime inanamayışımı etkilemedi).
Sanki kasığımda bir şey –dut ya da benzeri bir şey– ezilmiş de suyu akmış, penisimin kökünü hafifçe ama su götürmez biçimde kırmızıya boyamış gibiydi. Banyoya girince penisimi ve kıllarımı üç kez sabunlayıp duruladım, sonra baldırlarımdan karnıma dek her yanımı bir güzel köpürtüp altmışa kadar sayarak iyice ovaladım; sıcak suyla –bu kez neredeyse kaynar suyla– durulandıktan sonra da leke hâlâ duruyordu. Kızarıklık değil,pişik değil, sivilce değil, bere değil, ama hemen kanser diye tanımladığım derinden bir renk değişimiydi bu. Tam gece yarısıydı, korku hikâyelerindeki değişimlerin gerçekleştiği saatti – ve o saatte New York’ta doktor bulmak zordu. Öyle olduğu halde hemen doktorum Dr. Gordon’a telefon ettim.
Kapıldığım dehşeti gizlemeye çalışmama karşın Dr. Gordon sesimdeki korkuyu sezinledi ve beni muayene etmek için giyinip şehrin öte ucundaki evime gelmeyi önerdi. Belki o gece Claire kendi evinde müfredat düzenleme komitesinin raporunu yazacağı yerde benim yanımda olsaydı, korktuğumu açıklayabilir ve doktora koşa koşa gelmesini söyleyebilirdim. Hiç kuşkusuz Dr. Gordon vücudumdaki hastalık belirtilerine bakarak gecenin o saatinde beni hastaneye kaldıracak değildi; zaten şimdi bildiklerimize –ya da bilemediklerimize– bakılırsa, hastaneye kaldırılsam bile hastalığın önüne geçmek ya da iyileştirmek için yapılacak bir şey yoktu. O ânı izleyen dört saat boyunca çektiğim korku ve acı belki morfinle hafifletilebilirdi. Ama ötenazi dışında bu süreci tersine dönüştürecek hiçbir tıbbi işlem yok gibiydi.
Claire yanımda olsaydı kendimi iyice kapıp koyuverebilirdim, oysa tek başıma olunca, kendimi böyle kaybettiğim için utandım; lekeyi fark etmemden bu yana ancak beş dakika geçmişti ve ben sırılsıklam, çırılçıplak halde maroken kanepeye uzanmış, bir yandan penisime bakarak gördüklerimi doktora anlatmaya, bir yandan da sesimin titremesini engellemeye çalışıyordum. Kendini tut diyordum içimden ve bunu her dediğimde kendimi tutabildiğim kadar tuttum. Eğer bu, korktuğum şeyse sabaha kadar bekleyebilirdi. Değilse yine bekleyebilirdi. Doktora acil bir durum olmadığını söyledim. Yoğun bir gün geçirip yorulmuştum, ürkmemin nedeni buydu. Doktorun muayenehanesine öğlene doğru gidecektim bunları söylerken bir yandan da içimden, “Aferin bana” diyordum. Doktor dokuzda gelmemi söyledi. “Olur,” diye kabul ettikten sonra sesimi elimden geldiğince titretmeden, “İyi geceler,” dedim.
Telefonu kapatıp güçlü bir ışık altında kendimi gözden geçirinceye kadar –kasığımdaki karıncalanmanın ve penisimdeki renk değişiminin dışında– doktora söylemeyi unuttuğum üçüncü bir semptom olduğunu hatırladım; o âna kadar bunu bir hastalık değil sağlık belirtisi olarak görmüştüm. Bu belirti, son üç haftadır Claire’le sevişirken penisimde yoğun bir şekilde hissettiğim hassasiyetti. O güne dek bu yoğunluğu Claire’e duyduğum isteğin yeniden alevlenmesi olarak yorumlamış, nereden ve nasıl kaynaklandığını sorgulamaya bile gerek duymamıştım; oysa Claire ne eskisinden daha az ne de daha fazla baştan çıkarıcı ve çekiciydi yine de o eski ateşli halime yeniden kavuştuğuma seviniyordum ve içim rahatlıyordu. İlişkimizin ilk iki yılında onun fiziksel güzelliğine duyduğum büyük istek, son bir yıl içinde körelmeye yüz tutmuştu.
Son zamanlarda onunla ayda iki, bilemediniz üç kez o da Claire’in çabasıyla– sevişir olmuştum. Bendeki bu uzaklık bu soğukluk ikimiz için de yıkıcı oluyordu. Ne var ki ikimiz de (o, geçimsiz bir ailede geçen çocuk yıllarında, bense huysuz karımla olan) yaşantımızda büyük duygusal sarsıntılar ve ruhsal bunalımlar geçirdiğimiz için aramızdaki kopukluğun ilişkimizi koparmasına fırsat vermemiştik. Peş peşe gecelerce yatakta istenmemenin, yirmi beş yaşında, genç, güzel bir kadında yıkıntı yaratacağı kuşkusuzdu; yine de Claire bu durumda haklı olarak duyacağı kırgınlığı, öfkeyi, kuşkuyu ve yıkkınlığı mutsuzluğunun kaynağı olan bana bile pek açıkça göstermemişti. Bu vakar ona kim bilir neye mal oluyordu çünkü Claire cinsellikteki ateşliliğine karşın duygularını pek açığa vurmayan bir kadındır ama ben artık sakin bir limanın durgun, duru suyunu açık denizlerin şahlanan dalgalarına yeğleyecek çağa geldim daha doğrusu gelmiştim.
Tabii zaman zaman –topluluk içinde ya da ikimiz baş başa yemek yerken– onun daha canlı, daha konuşkan olmasını istediğim oluyordu, ama güven uyandıran ağırbaşlılığı, renksizliğinden yakınmayacağım kadar hoşuma gidiyordu. Karımla birlikteyken yeterince renk yaşamıştım. Üç yıllık ilişkimizde Claire’le zaman zaman ayrı yaşadığımız bir beraber yaşama düzeni kurmuştuk, bu yaşam biçimi, çevremizdeki evliliklerden birkaçı dışında tümünü zehir eden bağımlılık, sıkılma, bunalım, nedensiz ve amaçsız özlemlere kapılma ya da aldatma ve yatıştırma stratejileri gibi yükler olmaksızın birbirimizin varlığının ve sevgisinin sıcaklığını, güvencesini yaşamamızı sağlıyordu.
Grand Guignol’e1 benzeyen evliliğimin açtığı yaralar iyileşebildiği kadar iyileşmiştir düşüncesiyle, daha çok da Claire’le birlikteliğimiz sayesinde, beş yıldır sürdürdüğüm psikanalize bir yıl önce son vermiştim. Gerçi evlenmeden önceki adam değildim, ama Sıcak Aile Ocağı denilen o savaş alanından yaralı bir geyik gibi başım gözüm sarılı olarak çıkmaktan da kendime acıma çığırtkanlığı yaparak ağlaya ağlaya psikanalistin kapısını çalmaktan da kurtulmuştum. Claire’le birlikte –diyebilirim ki on yılı aşkın süredir ilk kez– hayatım düzenli ve tutarlı bir nitelik kazanmıştı. Öylesine kolay anlaşıyor, öylesine güzel geçiniyor ve birbirimizi öylesine seviyorduk ki, durup dururken sevişmemizi sıkıcı ve tatsız bulmaya başlamak bana büyük bir felaket olarak görünmüştü (meğer felaket neymiş, hiç bilmezmişim).
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Modern Klasikler Dizisi Roman (Yabancı)
- Kitap AdıMeme
- Sayfa Sayısı72
- YazarPhilip Roth
- ISBN9789750763243
- Boyutlar, Kapak12,5x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Trainspotting ~ Irvine Welsh
Trainspotting
Irvine Welsh
Irvine Welsh, Britanya’nın en iyi yazarlarından biri. – Nick Hornby Bugüne değin yazılmış en iyi kitap! İncil’den çok satmayı hak ediyor. – Rebel, Inc....
- Dağlardan Duyur Onu ~ James Baldwin
Dağlardan Duyur Onu
James Baldwin
James Baldwin’in otobiyografik öğeler taşıyan, 1953 tarihli ilk romanı Dağlardan Duyur Onu, 1935 yılında bir cumartesi günü Harlem’de geçer. Grimes ailesi ve komşularından oluşan...
- Benliğini Arayan Çocuk ~ Virginia M. Axline
Benliğini Arayan Çocuk
Virginia M. Axline
Benliğini Arayan Çocuk yazıldığı tarihten bu yana güncelliğini ve etkisini yitirmeyen, benzerleri arasından orijinalliği ve içtenliğiyle sıyrılan önemli bir mesleki ve edebi çalışma. Zeka...