Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Melek Sustu
Melek Sustu

Melek Sustu

Heinrich Böll

ikisi de yalan söylediklerini biliyorlardı, yalan söylüyorlardı ve neden yalan söylediklerini bilmiyorlardı. Nedenini bilemiyorlardı; ama yine de yalan söylüyorlardı ve yalan söylediklerini biliyorlardı. 8…

ikisi de yalan söylediklerini biliyorlardı, yalan söylüyorlardı ve neden yalan söylediklerini bilmiyorlardı. Nedenini bilemiyorlardı; ama yine de yalan söylüyorlardı ve yalan söylediklerini biliyorlardı.

8 Mayıs 1945 günü, İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda ateşkes ilan edildiği sırada, genç bir asker, elinde sahte belgelerle doğduğu kente döner. Kent bombalı saldırıların sonucunda yıkıntıya dönmüştür. Genç asker yiyecek, kalacak bir yer ve insan arar. İnsanları bulur bulmasına ama bencillik ve ikiyüzlü bir ahlak anlayışıyla bezenmiş halde. Yıkıntıların arasında yaşayan, savaştan çıkmış insanları, erkekleri, kadınları, hatta çocukları… karaborsacıları, mültecileri ve bir biçimde yurtsuz kalmış insanları okuruz bu kitapta; savaşın ezdiği, ölmüş olmayı dileyen, ancak zamanla hayatı yeniden kabullenmeye cesaret edebilmiş insanları da; siyasal açıdan kendini sağlama almış, hiçbir şey olmamışçasına hayatına devam edenleri de…

“Bu kitapta savaşı anlatmadım,” der Heinrich Böll. “Karaborsa ve kokuşmuşluk cenneti olan savaş sonrası dönemi de. Ben yalnızca o günlerin insanlarını, çektikleri açlığı, acıları anlatmak istedim; bir de bir aşk hikâyesini. Savaştan yurduna dönerken bu dünyada ‘yurt’ diye bir şey olmadığını bilen bir kuşağın suskunluğuna uygun düşen temiz ama güç bir aşkın hikâyesi bu.”

1

Kentin kuzeyinden yükselen alevlerin parıltısı o kadar yoğundu ki, giriş kapısının üstündeki harfleri görebiliyordu: “…cent-Haus” sözcüklerini okuyup dikkatlice basamaklardan yukarı çıktı; merdivenin sağ tarafındaki bodrum pencerelerinin birinden dışarıya ışık sızıyordu, bir an duraksayarak kirli camların arkasında duran şeyin ne olduğunu anlamaya çalıştı, daha sonra yavaşça yürümeye devam etti, kendi gölgesine doğru yürüyordu, yukarıda, sağlam kalmış bir duvarın üstüne düşen, gittikçe yükselen, büyüyen ve genişleyen kendi gölgesine doğru; gölgesi, sarkmış kollarıyla, başı duvarın üstünden bir hiçliğe doğru eğilmiş zayıf bir hayaleti andırıyordu. Cam kırıklarının üstünden geçerek sağa doğru döndü ve gördükleri karşısında dehşete kapıldı: Kalbi daha da şiddetli çarpmaya başladı, titrediğini hissediyordu: Sağ tarafta, nişin karanlığında biri duruyordu, hiç hareket etmeyen biri, “Hey,” diye seslenmek istedi ona fakat korkudan sesi kısılmıştı, şiddetle çarpan kalbi buna izin vermedi. Karanlıktaki siluet hiç hareket etmiyordu; elinde bastona benzeyen bir şey tutuyordu – duraksayarak ona yaklaştı ve onun bir heykel olduğunu anlamasına rağmen, kalbinin çarpması dinmedi: İyice yaklaştı ve onun, ışığın cılız parıltısı altında elinde bir zambak tutan, saç lüleleri dalgalanan, taştan yapılmış bir melek olduğunu fark etti, çenesi neredeyse meleğin göğsüne değecek kadar öne doğru eğildi ve tuhaf bir sevinç duygusuyla bu yüze, kentte karşılaştığı bu ilk yüze uzun uzun baktı: Hafifçe ama acı acı gülümseyen taştan yapılmış bir meleğin yüzüydü bu, yüzü ve saçları bütünüyle kalın ve siyah tozlarla kaplanmıştı, bakan kör gözlerinin çukurlarına düşmüş siyah ve lüle lüle saçlarındaki tozları, dikkatlice ve tekrar tekrar üfleyerek uzaklaştırmaya çalıştı; şefkatle ve gülümseyerek heykelin yüzünü tozdan arındırdıktan sonra, gülümseyen yüzün alçıdan yapıldığını gördü. Toz ve kir heykelin yüz hatlarına özgün bir soyluluk vermişti ancak o üflemeye devam etti, dikkatlice ve özenle üfleyerek yüzüne dökülen pırıl pırıl saçlarını, göğsünü, dalgalanan giysisini ve elinde tuttuğu alçıdan yapılmış zambağı kir ve tozdan bütünüyle arındırdı–, bu taştan yapılmış gülümseyen yüze ilk baktığında duyduğu coşku ve heyecan, inanç endüstrisinin korkunç bir makyajı olan o göz kamaştırıcı parlak renklerin, elbisesindeki altın sarısı çizgilerin ortaya çıkmasıyla birden kayboldu ve heykelin yüzündeki gülümseme, dalgalanan saçları gibi ölgün göründü ona.

Arkasını döndü ve bodruma inen kapıyı bulmak için yavaşça koridordan aşağıya doğru indi. Kalp çarpıntısı dinmişti. Bodrum girişinde boğucu, ekşimsi bir hava karşıladı onu; kaygan basamaklardan yavaşça aşağıya indi ve elleriyle yoklaya yoklaya sarımsı bir karanlığın içine doğru ilerledi. Bir yerden bir şeyler damlıyordu; düşen damlalar toz ve molozlarla karışmış ve merdiven basamaklarını bir akvaryum zemini kadar kayganlaştırmıştı. Yürümeye devam etti. Arkalardaki bir kapıdan içeriye ışık geliyordu; bak, işte ışık, sonunda ışık, dedi kendi kendine. Sağ tarafta, yarı karanlıkta bir tabela ilişti gözüne: “Röntgen salonu, lütfen girmeyiniz.” Işığa yaklaştı, sarı ve hafif, çok hafif bir ışıktı. Titreyerek yanmasından onun bir mum ışığı olduğunu anladı. Hiçbir şey duyulmuyordu; dökülmüş sıvalar, düşen taş parçacıkları ve saldırının arkasından oluşan moloz ve pislik her yere yayılmıştı: Kapılar yerlerinden fırlamıştı; içeriye sızan cılız ışığın parıltısında karanlık odalarda dolaşırken, yerlerinden fırlayarak birbiri üstüne yığılmış sandalyeleri, koltuk ve divanları, içlerinden dışarıya bir şeyler akan ezilmiş dolapları gördü. Her şey soğuk duman ve ıslak pislik kokuyordu, kendisini çok kötü hissetti.

Işığın geldiği kapı ardına kadar açıktı. Demir şamdan içindeki kocaman bir mumun yanında koyu mavi giysili bir rahibe duruyordu. Rahibe büyükçe bir emaye kâse içinde salata karıştırıyordu; salatanın yeşil yaprakları beyazımsı bir renge boyanmıştı ve o, rahibenin, kâsenin içindeki sosu karıştırırken çıkardığı sesi duyuyordu. Rahibenin iri elleri yaprakları hafifçe çevirirken, ufalanmış ıslak yapraklar ara sıra kâsenin kenarından dışarıya taşıyordu, rahibe onları sessizce topluyor ve yeniden kâsenin içine atıyordu. Kahverengi masanın yanında kocaman bir teneke kova vardı. İçinden sıcak ve yavan bir etsuyu kokusu geliyordu, bu berbat sıcak su kokusu, soğan kokusu ve suyun içine atılmış herhangi bir et kokusuydu. Yüksek sesle, “İyi akşamlar,” dedi. Rahibe birden ürktü, başını sallayarak onun selamına karşılık verdi, gülpembesi yüzünde derin bir korku ifadesi vardı ve yavaşça, “Aman Tanrım, bir asker,” dedi. Ellerinden sütümsü beyaz sos damlıyordu ve narin kollarına birkaç küçük salata yaprağı yapışmıştı…

“Aman Tanrım,” dedi yeniden korkarak. “Ne istiyorsunuz, ne oldu?” “Birini arıyorum,” dedi adam. “Burada mı?” Adam başını salladı. Bakışları sağa doğru kayarak,kapısı bombardımandan kaynaklanan basınçla yerinden fırlamış açık bir dolabın içine düştü: Ahşap kaplama kapının parçalarının, menteşeleriyle birlikte kapının kasasında hâlâ asılı durduğunu gördü, bütün zemin, kopup düşen cilalı parçacıklarla kaplanmıştı. Dolabın içinde ekmek vardı. Pek çok ekmek. Birbiri üstüne istiflenmiş, bir düzine kadar esmer ekmek. Birden ağzı sulandı, ağzındaki tükürüğü yuttu ve düşündü: “Ekmek yiyeceğim, ekmek, ne pahasına olursa olsun, ekmek yiyeceğim.” Üst üste yığılmış ekmeklerin üstüne bir örtü örtülmüştü, görünüşe bakılırsa, olduğundan daha çok ekmeği gizleyen lime lime olmuş yeşilimsi bir örtüydü bu.

“Söyleyin bakalım, kimi arıyorsunuz?” diye sordu rahibe. Adam yüzünü ona doğru çevirerek, “Birini arıyorum,” dedi; fakat aradığı kişinin adının yazılı olduğu kâğıt parçasını çıkarmak için önce asker gömleğinin üst cebini açması gerekiyordu. Parmaklarını cebinin içine daldırdı, buruş buruş olmuş kâğıt parçasını çıkardı, açtı ve, “Gompertz, Bayan Gompertz, Bayan Elisabeth Gompertz’i arıyorum,” dedi. “Gompertz mi?” diye sordu rahibe, “Gompertz? Bilmiyorum…” Rahibenin yüzüne bakarak onu yeniden süzdü: Bu geniş, solgun ve şaşkın yüzde büyük bir huzursuzluk belirtisi vardı, sanki derisinin gerginliği kaybolmuştu, iri ve sulanmış gözleriyle onun yüzüne korkuyla bakıyordu. Şöyle dedi: “Aman Tanrım, Amerikalılar burada. Böyle ortalıkta dolaşılır mı? Sizi yakalayacaklar…” Adam başını salladı, bakışlarını yeniden ekmeğe yöneltti ve yavaşça şöyle dedi: “Kadının burada olup olmadığı saptamak mümkün mü?” “Elbette,” dedi rahibe, dolaptaki ekmekleri çabucak gözden geçirdi, ellerine bulaşan salata yapraklarını ve sos lekelerini sildi ve bir havlu alarak ellerini kurulamaya başladı. “Acaba biraz… istemez misiniz… belki… yönetim,” diye kekeledi huzursuzca. “Hayır, sanmıyorum. Burada yirmi beş hastamız var, bunların arasında Gompertz adında bir kadın yok.

Hayır, öyle biri yok, olduğunu sanmıyorum.” “Fakat burada yatmış olmalı.” Rahibe masadan bir saat aldı, kayışı olmayan küçük, yuvarlak, modası geçmiş bir gümüş kol saati. “Saat şimdi on, yemekleri dağıtmam lazım. Hep böyle geç kalıyorum,” diye ekledi özür dileyerek. “Biraz beklemek ister misiniz? Karnınız aç mı?” “Evet,” dedi adam. Rahibe bakışlarını salata kâsesine, ekmeklere yöneltmişti, daha sonra başını kaldırıp adamın yüzüne baktı. “Biraz ekmek,” dedi adam. “Fakat üstüne sürecek hiçbir şeyim yok,” dedi rahibe. Adam güldü. “Gerçekten hiçbir şey yok,” dedi rahibe, biraz incinmiş, “gerçekten hiçbir şey yok.” “Tanrım,” dedi adam, “hemşire hanım, biliyorum ve size inanıyorum, ekmek, yalnızca ekmek, bana biraz ekmek verebilirseniz…” Ağzı yeniden sulandı, ılık tükürüğünü yutarak bir kere daha, “Ekmek,” dedi yavaşça. Rahibe dolaba doğru gidip raftan bir ekmek aldı, onu masanın üstüne koydu ve çekmecede bir bıçak aramaya başladı. “Önemli değil,” dedi adam, “ekmek koparılarak bölünebilir. Gerek yok, bırakın, teşekkür ederim.” Rahibe salata kâsesini kolunun altına sıkıştırdı, öteki koluna da içinde etsuyu kaynatılan tencereyi aldı. Adam rahibenin yolundan çekildi ve masadaki ekmeği aldı. “Hemen geri döneceğim,” dedi rahibe kapı eşiğinden, “Gompertz demiştiniz, değil mi? Soracağım.”

“Teşekkür ederim hemşire hanım,” diye bağırdı onun arkasından. Adam hemen ekmeğe sarıldı ve ekmekten büyük bir parça kopardı. Çenesi titriyordu ve o, ağız kaslarıyla çene kemiklerinin zangır zangır titrediğini hissediyordu. Daha sonra dişlerini kopardığı ekmek parçasına geçirerek iştahla ekmeğini yedi. Ekmek bayattı, kesinlikle dört ya da beş günlüktü, belki daha da fazla, üstünde bir fabrikanın kızılımsı kartondan markası bulunan sıradan bir esmer ekmekti; ama çok lezzetliydi. Dişlerini ekmeğin kenarına birkaç kez sapladı, ekmeğin yere dökülen kayış gibi olmuş kabuklarını da toplayıp yedi, daha sonra bütün ekmeği ellerinin içine alarak yeni bir parça daha kopardı. Sağ eliyle yerken, sol eliyle de, sanki birisi gelir de elinden alır diye, ekmeği sımsıkı tutuyordu; ekmeğin üstüne koyduğu eline baktı, üstündeki yaraların pislik ve kabuk bağladığı cılız ve kirli eline. Çabucak çevresine bir göz attı.

Oda küçüktü. Duvarlarda neredeyse bütün kapıları uçmuş, beyaz boyalı dolaplar vardı: Birinden dışarıya fışkırırcasına beyaz çamaşırlar taşmıştı ve köşede deri bir kanepenin altında tıbbi cihazlar duruyordu; pencerenin yanında her tarafı dökülen, kapkara olmuş bir kuzine vardı; kuzinenin borusu, kırılmış bir pencere camından dışarıya verilmişti. Kuzinenin yanına, odun parçacıkları ve briketler rasgele atılmıştı. İçi ilaç dolu küçük bir gömme dolabın yanında çok büyük bir siyah haç asılıydı, arkasına tutturulmuş şimşir ağacının dalı, haçın ucuyla duvar arasından aşağı doğru sarkıyordu. Bir sandığın üstüne oturdu ve ekmekten yeni bir parça daha kopardı. Tadı hâlâ güzeldi. Ekmekten ne zaman bir parça koparsa, önce yumuşak yerinden ısırıyor, daha sonra dişleriyle ısırmaya devam ederken, bir taraftan da çiğnediği ekmeğin ağzının içinde yumuşak, kuru ve hoş dokunuşunu hissediyordu. Öyle lezzetliydi ki.

Birden gözetlendiğini hissetti, başını kaldırıp çevresine bakındı: Kapıda beyaz ve narin yüzlü iriyarı bir rahibe duruyordu, dudakları solgun, iri gözleri soğuk ve hüzünlüydü. “İyi akşamlar,” dedi adam. Rahibe başını salladı ve içeri girdi, kolunun altında siyah ciltli kocaman bir kitap taşıdığını gördü. Rahibe önce beyaz bir masanın üstündeki deney tüplerinin arasında, demir bir şamdanın içinde duran sarı sunak mumuna doğru yürüdü ve yanan fitili bir bandaj makasıyla kesti. Mumun titreyerek yanan alevi küçülerek parlaklığını kaybetti ve odanın bir bölümü karanlığa gömüldü. Rahibe daha sonra onun yanına geldi, yavaşça ve çok sakin bir şekilde, “Biraz yana kayın lütfen,” dedi. Rahibe adamın yanına, sandığın üstüne oturdu. Kadının mavi, dik yakalı pelerininden gelen sabun kokusunu duyuyordu. Cebinden siyah bir gözlük kılıfı çıkardı, gözlüğünü takıp kitabı açtı. “Gompertz, değil mi?” diye sordu kısık sesle. Adam başını salladı ve kalan son parça ekmeği de midesine indirdi. “O artık burada kalmıyor,” dedi rahibe yavaşça, “birkaç gün önce buradan gönderildi, biraz da başkalarına yer açmak zorundaydık. Dahiliye servisinde yatan hastaların hepsi evlerine gönderildi. Ama ben bakmak istiyorum…” “Onu tanıyor muydunuz?” diye sordu adam rahibeye sakin bir şekilde. “Evet,” dedi rahibe, kitaptan başını kaldırıp onun yüzüne baktı ve adam, rahibenin soğuk ve üzgün gözlerinin sevgi dolu olduğunu gördü. “Kocası değilsiniz değil mi?” Yüzünü yeniden kitaba çevirdi ve kitabın büyük ve sık yazılmış sayfalarını çevirmeye başladı. “Midesiyle ilgili bir sorunu vardı değil mi?” “Bilemiyorum.”

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Yolcu, Sparta’ya Varırsan Eğer ~ Heinrich BöllYolcu, Sparta’ya Varırsan Eğer

    Yolcu, Sparta’ya Varırsan Eğer

    Heinrich Böll

    Heinrich Böll, İkinci Dünya Savaşı yıllarını anlattığı eserlerinde, anlamsız yere ölüme giden, katılmak zorunda bırakıldıkları savaşı gönülsüz sürdüren insanların korkularını, nefretlerini ve savaşın onların...

  2. Fotoğrafta Kadın da Vardı ~ Heinrich BöllFotoğrafta Kadın da Vardı

    Fotoğrafta Kadın da Vardı

    Heinrich Böll

    Daha geç doğmuş olanlar 1942-1943 yılları arasında çelenklerin savaşta neden bu kadar önemli olduğunu sorabilirler. Yanıtı şu: Cenazeleri mümkün olduğunca eskisi gibi şerefli kaldırabilmek...

  3. Ademoğlu Nerdeydin ~ Heinrich BöllAdemoğlu Nerdeydin

    Ademoğlu Nerdeydin

    Heinrich Böll

    Mermiler vınlayarak kıl payı farkla yanından, üzerinden geçiyordu. Arkasında camlar şangırdıyor, ahşap binalar parçalanıp birbirinden ayrılıyor, evin birinde bir kadın haykırıyor, çevresinde sıva topakları...

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. Mrs. Dalloway ~ Virginia WoolfMrs. Dalloway

    Mrs. Dalloway

    Virginia Woolf

    Her şeye rağmen güneş parlıyordu. Her şeye rağmen insan yaşadıklarının üstesinden geliyordu. Her şeye rağmen hayat, günü güne eklemenin bir yolunu buluyordu. Londra cemiyetinin...

  2. Gölgeler Diyarı ~ Kate BrianGölgeler Diyarı

    Gölgeler Diyarı

    Kate Brian

    Rory Miller hayatını kurtarmak için tek şansını kullanmış ve ona saldıran seri katilden kaçmayı başarmıştı. Ancak korkunç seri katil StevenNell hâlâ serbestti. Rory, babası...

  3. Mezar Kazanlar ~ William FaulknerMezar Kazanlar

    Mezar Kazanlar

    William Faulkner

    “Mezar Kazanlar” Faulkner’ın II. Dünya Savaşı sonrasında, 1949’da Nobel Ödülü’nü kazanmasından önce yayımlanan ilk romanı. Roman, bir yanıyla Faulkner’ın okurla Ağustos Işığı’nda tanıştırdığı ve...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur