Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Medusa
Medusa

Medusa

Rosie Hewlett

Zamanı geldi. Ben Medusa, sonunda kendi hikâyemi anlatacağım. Bana inanmak zorunda değilsiniz, sizden tek istediğim dinlemeniz. Bu dünya bunu bana borçlu. Sanıyorum adımı duyduğunuzda…

Zamanı geldi.
Ben Medusa, sonunda kendi hikâyemi anlatacağım. Bana inanmak zorunda değilsiniz, sizden tek istediğim dinlemeniz.
Bu dünya bunu bana borçlu.
Sanıyorum adımı duyduğunuzda aklınıza o her zamanki resim geliyor; öldürücü gözler, tüyler ürpertici bir suret ve o meşhur yılanlı baş. Sizi hayal kırıklığına uğrattığım için üzgünüm ama gerçek şu ki ben aslında epey sıradandım, en azından bir süreliğine. Yani, okuduğunuz her şeye inanmamalısınız, hikâye anlatıcılığı bazen çok tehlikeli olabiliyor.
Kendi çağımda hakkımda birçok şey söylendi: Ayartıcı kadın. Yalancı. Canavar. Katil. Tecavüz kurbanı.
Görünüşe göre insanlar sonuncuyu unutuyor.
Fakat tarihi kazananlar yazar. Ya da daha basit bir ifadeyle tarih, erkekler tarafından yazılır.

“Medusa’nın öfkeli ve tutkulu sesinin arasına serpiştirilmiş keskin yorumlar beni çok etkiledi.”
Jennifer Saint, Ariadne’nin yazarı

“Mitoloji sevenler Medusa’nın köken hikâyesine bu derinlemesine bakıştan kesinlikle memnun kalacaklar.”
Publishers Weekly

Yazarın notu

Mitoloji tümüyle hikayeler paylaşmakla ilgilidir ve anlattığımız her hikayeyi kendi ipliğimizden dokumak, anlatıya kendimizden bir parça katmak biz insanların doğasında var. Mitlerle ilgili en çok sevdigim şey de bu. Her biri, öykülerin filizlenip büyümesine, kirp dönmesine, uyarlanıp evrim geçirmesine izin vererek öykü anlatıcılarını kendi izlerini bırakmaya davet eden rengarenk bir tuvalin bir parçası. İnanıyorum ki bunca zaman bu sayede canlı kaldılar ve gelecek kuşaklar boyunca bu sayede yaşamaya devam edecekler.

Medusa’yı yazarken aynı mit geleneğine bağlı kaldım: yeniden anlatmak fakat aynı zamanda yeniden tasarlamak. Bu yüzden bu hikayede oldukça tanıdık kısımlar da olacak, tümüyle yeni olan kısımlar da. Umarım benim tasvirimi keyifle okursunuz ve bu muhteşem hikayeleri paylaşmaya devam etmek ve onlara kendinize ait. eşsiz izinizi katmak üzere size ilham olurum.

Rosie Hewlett

Ses.

Bir zamanlar güzeldim.

Bunu size önermem.

Şaşırtıcı gelebilir bu. Anlatmak üzere olduğum şeylerin hepsi muhtemelen öyle gelecektir, çünkü bu dünyanın hakkımda bilmediği çok şey var. Biliyorsunuz, hikayem defalarca kere yeniden anlatılıp yeniden tasarlandı, kimi zaman ben bile ayırt edemiyorum.

Sanıyorum adımı duyduğunuzda aklınıza o her zamanki resim geliyor, öldürücü gözler, tüyler ürpertici bir suret ve o meşhur yılanlı baş. Sizi hayal kırıklığına uğrattığım için üzgünüm ama gerçek şu ki ben aslında epey sıradandım, en azından bir süreliğine. Yani, okuduğunuz her şeye inanmamalısınız, hikaye anlatıcılığı bazen çok tehlikeli olabiliyor. Kendi çağımda hakkımda birçok şey söylendi:

Ayartıcı kadın.

Yalancı.

Canavar.

Katil.

Tecavüz kurbanı.

Görünüşe göre insanlar sonuncuyu unutuyor.

Fakat tarihi kazananlar yazar. Ya da daha basit bir ifadeyle tarih, erkekler tarafından yazılır. İnsanlar bunu da unutuyor ve benim hikȧyem işte sırf bu yüzden tümüyle ‘benim hikayem olmadı. Hikâyemin yeniden anlatımında benim sesim hiçbir zaman yer bulamamışken nasıl benim hikayem olabilirdi? Pek çoğu gibi ben de erkek anlatısının kurbanı oldum. Bunu kendi egolarını okşamak için bir dayanak bilip, beni bir klişenin boğucu sınırlarının içine koydukları sözleriyle yaşamım alt üst edildi. Adıma musallat olan, kuşaklar boyu çınlayan, sonu gelmeyen bir yalanlar yankısı.

Şu an bile, bu modern dünyada sesim duyulmuş değil. Bunun yerine daha da beterine, kadından lekeleyecek bir etikete, bir marka logosuna indirgendim.

Evet bundan bıktım.

Bunu kendi sözlerimle kendi adıma anlatmamın zamanı geldi. Bunca zamandan sonra, neden şimdi, diye soracaksınız. Sanırım bir parçam günümüzün seslerinden ilham buldu, bizzat adaletsizliklerinin üzerine inşa edildiği temelleri sarsan o seslerden. Evet sizi buradan, ötelerden hålà duyabiliyoruz ve ben, dünyanın nasıl değiştiğini, neve dönüştüğünü, kendini yerle bir etme arayışına nasıl devam ettiğini takip etmekten hoşlanıyorum. Zahmet edip bizi dinlerseniz siz de bizi duyabilirsiniz.

Gerçi tamamen dürüst olmam gerekirse eğer, daha erken ses çıkarmamamın asıl sebebi, korkuyor olmamdı. Muhtemelen kulağınıza komik geliyordur, o adı çıkmış Medusa, korkuyor mu? Fakat gerçek bu. Geçmişimle yüzleşmekten, bunca zamandır dindirmeye çalıştığım o kötü ruhlara tekrar hayat vermekten korktum. Hikayemi anlatırken içimdeki karanlığı, beni neredeyse tüketmiş olan o karanlığa yeniden uyandırma riskini göze alıyorum.

Sessiz kalıp saklanmak daha güvende hissettirmişti. Sessiz kalırsam tarih öylece beni unutur diye ummuştum. Ne de olsa büyük resme bakıldığında. ben neydim? Benim dehşet saçan saltanatım yalnızca birkaç ay sürmüştü. Dışarıda yüzyıllar boyu ıstırap veren başka canavarlar varken, onların tahripkar uyanışı sırasında benim ismim kaybolup gitmez miydi? Bunun olmasını o kadar çok isterdim ki. Eğer dünya yoluna devam edip geçmişimi unutsaydı belki ben de bunu başarabilirdim. Böylece sonunda huzur içinde uyurdum.

Fakat öyle olmadı değil mi? Dünya beni unutmadı. Hikayem, benim bildiğime çok yabancı olan şimdinin dünyasında bile hala çile çekmeye devam ediyor. Hazin bir hayat yaşamak başka, yaşamının tekrar tekrar yanlış biçimde anlatıldığına, beceriksizce kuşaktan kuşağa aktarıldığına tanıklık etmek bambaşka bir eziyet. Her yeniden anlatımda oluşan çatlakları izliyorum, yalanların içlerine sızmasını, doğruları boğmasını, beni bu suskun kötü karaktere dönüştürmesini durduramıyorum. Bıktım artık.

Zamanı geldi.

Ben Medusa, sonunda kendi hikâyemi anlatacağım. Bana inanmak zorunda değilsiniz, sizden tek istediğim dinlemeniz. Bu dünya bunu bana borçlu.

Zaman.

Zaman asla dostum olmadı.

Daha gençken, bir avuç parıldayan kurdele gibi güzel ve sonsuz, sınırsız zamanım olduğunu sanırdım. Azar azar yittiğinin, saniyelerin sessizce masumiyetimden götürdüğünün, gençliğin emniyetli battaniyesinin üzerimden çekildiğinin farkına varmadım. Sonraki yıllarda, artık sonsuza kadar zamanım daralıyordu. Dünya bir zafer ganimeti gibi kellenizi istediğinde, günlerinizin yadsınamaz biçimde sayılı olduğunu anlıyorsunuz.

Sık sık, yaşlıyken zaman kavramının nasıl hissettirdiğini merak ederdim, bunu kendim deneyimleme hakkına hiç sahip olmadım. Sonsuz göründüğünü hayal ediyorum fakat gençken olduğu gibi değil, daha yorucu ve can sıkıcı biçimde. Uyanık olmaktan yorulduğunuz zaman bir türlü uykuya dalamadığınızda olduğu gibi, saniyelerin bir çırpıda geçmesini dilersiniz.

Tahminimce zaman en nihayetinde hiç kimsenin dostu değil. Hiç merak ettiniz mi, bunun kimin suçu olduğunu?

Kronos. Zamanın acımasızca geçmesine, sonsuza kadar dünyanın kıymetli saniyelerinin tıkır tıkır tükenmesine izin veren o yaşlı hırıltının ta kendisi. Onunla hiç tanışmadım ama gerçek bir oyunbozan olduğunu biliyorum. Yaşayanların dünyasında hiçbir fani Kronos’tan kaçamaz. Onun kuvveti yavaş ve sinsi bir hastalık gibidir, sonu her zaman ölümle biten. Fakat buralarda, benim olduğum yerde, pek de etkisi yok onun. Dakikalar, saatler, yıllar, asırlar, tümü bir girdap gibi döner durur, bizim hayal meyal farkına vardığımız yumuşak bir esinti gibi. Yalnızca kafamızı kaldırıp yaşayanlara baktığımızda Kronos’un gücünün hâlâ sürdüğünü anlıyoruz.

Zamanın nasıl işlediği karmaşasını hiçbir zaman tam olarak anlayamadım. Belki bir gün bunu bizzat Kronos’a sorma şansını yakalarım. Beni en çok rahatsız eden soru, neden bazı anılar yuvalarında sonsuza dek kaybolurken, bazıları ebediyen direnip baki kalıyor?

Hayatımın çoğunu hatırlıyorum, hatırlamamayı dilediğim çok ses var. Bir yarayı dağlar gibi yakıp içimden yok etmeyi umduğum anılar. Sülükleri yutup zihnimden tüm bu zehri emmelerine izin verirdim. Ne gerekiyorsa, bana inanın, yapardım.

Yeraltı dünyasında bana böyle bir kurtuluş sunacak bir nehir var ama Uyku Tanrısı Hypnos onu beklenmedik bir ihtiyatla koruyor. Sadece reenkarnasyonun peşinde olanlar unutabiliyor ve ben, yasavanlar divarıyla tekrar yüz yüze gelmektense bu ebedi zamanımı içimdeki kötü ruhlarla baş başa geçirmeyi yeğlerim.

Yine de hayatımın tablosunu boyayan ufak renk beneklerini, bütün o ufacık. mide bulandırıcı ayrıntıları hatırımda tutuyorum. Beni boğuyorlar. Onun cildindeki tuzun kokusu, o kadının gözlerindeki grilik, kılıcın boynumla buluştuğu zamandaki o keskin acı gibi beni boğuyorlar.

Şu anda aceleci davranıyorum, hikayemi doğru düzgün anlatmak istiyorum. Bu yüzden geleneksel davranıp her şeyi en başından anlatmam gerektiğini düşünüyorum.

Başlangıç.

Ben dalgaların arasında doğdum.

Hâlâ hatırlıyorum, şu an bile. Etrafımda çalkalanan okyanusun hissi, doruk noktasına kadar kabaran su, teatral bir kreşendo’ anında birbiriyle çarpışan dalgalar, ardında dik kayalıklara tutunan, fokurdayan köpükler bırakan, yavaşça geri çekilmeden önce muazzam bir ivedilikle karaya dökülen su ve ortaya küçücük bir çocuğun çıkması: Benim. Ben dünyaya böyle geldim, çırılçıplak vücudum; sırılsıklam, pırıl pırıl, kumlu ve tuzlu.

Gördüğünüz gibi, benim ebeveynlerim ilkel deniz tanrıları, Phorkys ve Keto’ydu.

Evet, ben de iki ebeveynden dünyaya geldim, insanlar canavarların da ailesi olabildiğini unutuyor.

Bizim evrenimiz kaosla başladı ve bu boşluğun içinden ilk türe. yenler ilkel tanrılardı. Dünyaya bir biçim ve anlam kazandırdılar, bugüne kadar hâlâ var olan o temel taşlarını onlar döşediler. Göğü karadan ayırdılar, geceyi gündüzden, ışığı karanlıktan yonttular. Denizlere şekil verip dağları kabarttılar, dünyayı sevgi ve yaşamla renklendirdiler. Benim ailem de denizleri saklı tehlikelerle zenginleştirmenin sorumluluğunu üstlenen bu tanrıların arasındaydı. Elbette Kronos da oradaydı; özgürce kayıp gitmesine izin verdiği saniyelerle dünyayı birbirine kelepçeliyordu.

Bu erken dönem tanrılarının çoğu artık unutuldu. Tarihin bu kadar güçlü varlığı gözünden kaçırmasına ama benim hikâyemin varlığını sürdürmesine hâlâ hayret ediyorum. Niye ben? Bunu çok sık merak ediyorum.

Ailemi gerçekten tanımadım hiç, babam Phorkys’le tanışmadım bile. Benimle pek bir şey yapmak istemediler. Sıradan bir ölümlü olarak doğdum ve bu yüzden gözlerinde bir hayal kırıklığıydım.

Yüz ifadenizi görür gibiyim. Medusa? Sıradan bir bebek miydi? Bu tarihin benimle aynı fikirde olmadığı onlarca şeyden yalnızca biri. Asılsız iddialarla dolu sayfalarda, sırf kendi semirmiş egolarını doyurmak için sizinle aynı fikirde olmayan erkeklerle geçen bir asır. Kayıtlara geçmesi için teyit edebilirim ki ben sıradan bir insan çocuğu olarak dünyaya geldim. Genellikle fark ettiğim şey çoğu ucubenin doğmamış, yaratılmış olduğu. Bir tanesiyle karşılaştığınız zaman bunu aklınızda tutmanız gerekebilir.

“Bu da ne?” diye sordu Stheno, annemizi benim minik bedenimi göğsünde sallarken bulduğunda. Annemin en büyük çocuklarından biriydi. İsmi “güçlü” demekti ve kesinlikle buna uygun bir hayat sürdü.

“Kız kardeşin.” Annemin sesi tıpkı dalgalar gibi çağıldamıştı. Kız kardeşlerimden öğrendiğime göre, az evvel bir can peyda etmek için kendisini parçalamış birine göre oldukça sakindi.

“Neden bu kadar… normal?” diye dudak büktü Euryale, benim diğer kız kardeşim. “Bir faniye benziyor.”

“O bir fani.” Sesi birden tizleşen annem yanıt verdi.

Kardeşlerim bana, inanmakta güçlük çeken gözlerle bakmıştı. Çok normal, çok sıradandım ve çok büyük hayal kırıklığıydım. Onlar gibilerle nasıl akraba olabilirdim?

“Tamam, ben bir insan çocuğuna bakmayacağım.” Stheno umursamazca elini salladı ve küstah adımlarla sahile doğru gitti. Ani bir dalga gelip Stheno’yu ayaklarından vurdu ve kayalıklara doğru yıkılmasına sebep oldu. “Anne!” diye öfkeli bir çığlık attı Stheno, dalgalar hain kahkahalarla köpürüp çakıl taşlarının üzerine doğru geri çekilirken.

“Sizce fani bir çocuk yetiştirecek kadar kendimi alçaltır mıyım?” Annemin sesi artık daha sertti, koyu gözlerini kısmıştı. “Hadi, onu sen al” Euryale uzandı, beceriksiz bir kucaklamayla tombul bedenimi kavradı. “Ama onunla biz ne yapacağız?” Sesi öfke nöbetinin eşiğindeydi. “Ne yaparsanız yapın. O benim çocuğum değil.” Euryale itiraz etmek için ağzını açtı, buna yeltenemeden annemiz çoktan okyanusa doğru süzülmüş, puilu derisi durgun suyun yüzeyinde eriyip gitmişti bile. “Şimdi ne olacak?” Euryale ve Stheno uzun uzun birbirlerine baktılar, sonra önlerindeki ufacık bebeğe, yeni minik kız kardeşlerine gözlerini diktiler.

“Ben onu istemiyorum.” “Pekâlâ ben de istemiyorum!” “Onu tutan sensin.”

“Bu hiç adil değil!”

“Kim bulduysa onundur.”

Aceleci ve hararetli bir tartışmanın ardından, en iyi kararın beni kendi türümle baş başa bırakmak olduğu konusunda uzlaştılar. Fanilerle.

Yakınlarda yalnız bir rahibenin hizmet verdiği bir tapınak vardı. Fanilere özgü davranışlara kardeşlerim pek aşina değildi, tek başına olan bir kadının terk edilmiş bir bebeği kabul edeceğini varsaydılar. Elbette insan doğasında bu böyle olacaktı.

Bundan yıllar önce bu tapınağı, herkesin ağzında hevesle dolaşıp duran son dedikodulara adı karıştığı zaman duymuşlardı. Tapınağın şöhretine rağmen, trajik geçmişi ve çevre civarlarda nasıl lanetli olarak bilindiğine dair gerçekleri ben ancak sonraki yıllarda öğrendim.

Bu tapınak, zamanında onurlu fakat gösterişsiz bir şehre bakıyordu. Zaman geçtikçe şehir gelişmeye başladı ve şehrin başarısında kendi yüceliğinin yansımasını gören Poseidon’un ilgisini çekti. Kendisini şehrin koruyucu tanrısı farz edip bunu onu dinleyen herkese böyle anlatmaya başladı.

“Kardeşim, eğer sen onların koruyucu tanrısıysan neden Athena şerefine bir tapınak inşa ettiler?” Saklayamadığı bir sırıtışla sordu bir gün Zeus.

İnsanların onun yerine Athena’yı onurlandırmayı seçtiğini öğrendiğinde Poseidon’un yaşadığı hiddetli şoku hayal edebileceğinize eminim. Reddedilmekle yüzleşemeyen Poseidon, insanlar savaş tanrıçasını bu kadar arzuluyorsa o zaman onlara savaş getireceğine kanaat getirdi. Şehri harap etti, enkaz ve toza çevirdi; çünkü ona o sahip olmayacaksa, kimse olamazdı. Ayakta kalan tek şey tapınaktı çünkü Poseidon, Athena’nın kutsal alanını harap edip onu kızdıramayacağını biliyordu. Bu Zeus’un en sevdiği kızına karşı inkâr edilemez biçimde fazla ileri giden bir hamle olurdu.

Bazıları, hayatta kalan birkaç kişinin şehri yeniden inşa etmeye çalıştığını fakat zamanla ahlaksız bir Kentaur kabilesinin kurbanı…

 

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. Nasıl Yaşıyoruz ve Nasıl Yaşayabiliriz? ~ William MorrisNasıl Yaşıyoruz ve Nasıl Yaşayabiliriz?

    Nasıl Yaşıyoruz ve Nasıl Yaşayabiliriz?

    William Morris

    Delidolu’nun “Ne Yapmalı?” adlı kurmaca dışı kitaplar dizisinin yeni kitabı Nasıl Yaşıyoruz ve Nasıl Yaşayabiliriz?, görsel sanatlar ve tasarım tarihinin en etkili isimlerinden biri olan...

  2. Duygusal Ajanlar ~ Doris LessingDuygusal Ajanlar

    Duygusal Ajanlar

    Doris Lessing

    Duygusal Ajanlar, 2007 Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Doris Lessing’in, fantezi ve felsefeyi harmanlayan politik bilimkurgu başyapıtı “Argos’taki Kanopus Arşivleri” dizisinin beşinci ve son cildi....

  3. Halide ~ Frances KazanHalide

    Halide

    Frances Kazan

    Halide’nin fonunu ondokuzuncu yüzyılın kapanış yıllarının büyülü ve gizemli İstanbul atmosferi oluşturuyor. Bu roman, baskıcı yönetim altında bunalan bir halkın, Osmanlı kadınının çaresizliğinin bir...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur