17 yaşındaki “Jane” okuldaki son senesine hazırlanan sıradan bir kızdı. Ailesi biraz fazla üzerine düşse de güzel bir hayatı vardı. İşini seviyor, arkadaşlarıyla iyi anlaşıyor, onu sevdiği grubun konserine götürmeyi planlayan bir çocuktan hoşlanıyordu. Her şeyin hep aynı şekilde akıp gittiği kasabasında yaşanan bir dizi küçük tesadüfün, hayatını sonsuza dek değiştirecek korkunç olaylara yol açacağını hayal bile edemezdi.
“Jane”in onu kaçıran adamın elinden kurtulup evine dönmesinin üzerinden üç ay geçmişti. Üç aydır herkesin gözünde, bir canavar tarafından esir tutulan o kızdı. İçten içe o kadar kırılmıştı ki asla eski hayatına dönemeyeceğini düşünüyor ve kimseye açıklayamadığı bir şeyin özlemini çekiyordu.
1
On ay önce o sabah yağmur yağıyordu. Bunu hatırlıyorum çünkü koşuya gitme umuduyla erken kalkmıştım. Ama saat çoktan 08:15 olmasına rağmen hâlâ havanın düzelmesini bekliyordum. Sokaklar su birikintileriyle kaplıydı ve yakınlarda yeni koşu ayakkabıları almıştım; logosu misket limonu yeşili, kalın tabanı pembe, gövde rengi mor bir Nike’tı bu. Şimdi onları düşünmek tuhaf geliyor; ayakkabılarımı korumak konusunda çok endişeli olmam ve bu yüzden neredeyse hayatımın bir yılının ellerimin arasından kayıp gitmesine izin vermem.
Üstümde halihazırda koşu kıyafetleri varken kara bulutların bir anda gökyüzünden kaybolmayacağını bilerek pencereden uzaklaştım. Güneş büyülü bir şekilde ortaya çıkmayacaktı. Üstündeki yağ tabakalarının mavi yeşil sarmallar oluşturduğu su birikintileri yakın bir zamanda buhar olup uçmayacaktı. Saat tam sekizde yolda olmayı istiyordum. Görmeyi umduğum hoş bir koşucu çocuk vardı. Genelde çeşmenin orada, her seferinde tam 08:30’da birbirimizin yanından geçerken hafifçe kafa sallayıp selamlaşmayı alışkanlık hâline getirmiştik. Onun yağmurlu havada koşma ihtimali yüzde kaçtı? Acaba durumu kabullenip eski ayakkabılarımı mı giymeliydim? Ayakkabılarımı almaya gittiğim sırada, gelen bir mesala telefonum öttü.
Mesaj Shelley’den geliyordu: Sürpriz! Kamp Cehennemi’nden bir gün erken döndüm. Kısacası: Seni cddn görmem lzm. 9’da buluşalım mı? Eggs & Stuff’ta? Hadi doğum günü felaketimi telafi edelim. İlk tepkim ne mi oldu? Heyecan. En iyi arkadaşım Shelley’yi görmeyeli bir haftadan fazla olmuştu. Ama iki saniye geçmeden beynim devreye girdi ve hatırladım: Onun için aldığım doğum günü hediyesini çalıştığım yerde bırakmıştım. Daha sonra buluşsak olur mu? diye mesaj attım. Koşuya çıkıyorum. Bunun üstüne o da, Lütfeeeen, diye cevap yazdı, bir sürü üzgün surat emojisiyle birlikte.
Onu hayal kırıklığına uğratmak istemiyordum. Yaz tatili felaket geçmişti, on yedinci yaş gününü telefonların çekmediği bir kamp yerinde, hep bir ağızdan marşlar söyleyen ailesiyle birlikte geçirmek de buna dahildi. Orada mısın? diye yazmaya devam etti Shelley. Saate baktım. Eğer şimdi çıkarsam mağazayı açıp hediyeyi alabilirdim ve yine de saat 09:00’da Eggs&Stuff’ta olmak için bolca zamanım olurdu. Görüşürüz o zmn, diye cevapladım.
Annem çoktan kalkmıştı, (yaz olmasına rağmen) kar desenli bornozuyla mutfak masasında oturuyordu. “Selam.” Dergisinden kafasını kaldırıp baktı – KnitWit. Derginin kapağında, bana mısır şeklindeki şekerleri anımsatan bir fular ören şaşkın görünüşlü bir tavuk vardı. “Koşuya mı çıkıyorsun?” “Artık değil.” “Harika. Kahve içip muhabbet edebiliriz.” “Üzgünüm, vaktim yok. Babamla muhabbet etmek zorundasın.” “Ama baban hâlâ yatakta, uyuşuk şey.” Annem yüzünü buruşturdu. “Sanırım pazarları uzun uzun kahvaltı ettiğimiz günler geride kaldı.” “Uyandırsaydın?” “Çoktan denedim. Ama dün gece geç saate kadar çalıştı. Yatağa geldiğinde gece yarısını geçiyordu.”
“Kalırdım,” dedim. “Ama kahvaltı için Shelley’ye söz verdim.” “Döndü mü?” “Evet, bu yüzden de doğum günü hediyesini almam lazım – hemen.” “Öyleyse kesinlikle doğru yere geldin. Bende bir sürü hediye var.” Tartışmak istemedim ama hediye verme konusunda annemle tamamen ayrı dünyaların insanıydık. Annem “bunu indirimden aldım ama gerçek bir işlevi yok, bu yüzden de içinde bir sürü başka ıvır zıvırın olduğu bir kutuya konacak hediyeler” gezegenindendi; bense “arkadaşlarım benim ailemdir, bu yüzden de onlara aldığım her hediye dikkatli bir şekilde benim tarafımdan seçilir” gezegenindendim. Yine de annem masadan kalkıp mutfağın öteki tarafına fırladı, “kıymetli hazinelerini” sakladığı dolaba gitti. Zulasındaki şeyleri karıştırma fikrinin, babamın Yeni Gine’den ithal ettiği fazla kavrulmuş kahve çekirdeklerinden çok daha canlandırıcı bir etkisi olduğu açıktı. Birkaç dakika sonra ıvır zıvır dolu bir kutuyla geldi ve içinden karpuz desenli bir beyzbol şapkası çıkardı.
“Yüzü kalp şeklinde olduğundan Shelley’ye çok yakışır bu.” Karpuzların kalplerle ne ilgisi olduğu konusunda en ufak bir fikrim yoktu. Annem içten içe küçümsediğimi hissedince kutuyu tekrar karıştırdı ve bu kez bir kartopu yapıcı(!), sahte kürklü bir çift eldiven ve her yerinden teyzelik akan turkuaz renkte bir saat çıkardı. “Sorun ne?” diye sordu annem yüzümdeki iğrenme ifadesini fark edip. Herhangi bir yorumda bulunmak yerine dilimi ısırdım. “Ona hediyemi çoktan aldım. Sadece Norma’nın Gardırobu’nda bıraktım. Gidip almak için arabayı ödünç alabilir miyim?” Annem pencereden dışarı baktı ve ağzının kenarları aşağı doğru sarktı. Yağmur veya kar yağarken (sis, sulu kar, karla karışık yağmur, dolu yağışı ve karanlığı hiç saymıyorum bile) araba sürmeme izin vermeme konusunda tuhaf bir takıntısı vardı. “Sen de götürebilirsin beni,” dedim zokayı yutmayacağından emin bir hâlde.
“Ben hediyeyi sararken beklemek ve sonrasında da beni Eggs & Stuff’a götürmek senin için sorun değilse. Ardından beni oradan alman için sana mesaj atarım, tabii kahvaltıdan sonra Shelley beni bir alışveriş merkezine veya sinemaya…” “Arabayı al,” dedi annem sözümü kesip. “Sadece, dikkatli sür.” “Teşekkürler,” dedim neşeli bir sesle anahtarlıktan araba anahtarını alırken. O günden neredeyse yedi ay sonra nihayet eve döndüğümde misket limonu yeşili logosu olan, kalın pembe tabanlı, güzel mor koşu ayakkabılarım hâlâ el değmemiş, berbat su birikintilerinden uzak tutulmuş bir hâlde portmantoda duruyordu. Öte yandan ben, geri döndürülemez biçimde hasar almıştım. Kırık dökük bir hâldeydim. Her açıdan.
2
Bu sabah uyandığımda annemi beni izlerken buldum. Yerde. Yanıma uzanmış hâlde. Koridorun ortasında, odalarının hemen önünde. Elimdeki yaralara dokunmak için elini uzattı; parmaklarımın boğum yerlerinden bileklerime kadar, parçalanmış örümcek ağları gibi koyu pembe çizgiler uzanıyordu. Annemin mavi gözleri fenerimin hafif ışığıyla aydınlanmıştı. Küçükken kötü bir rüya gördüğümde babamla aralarına yattığım zamanlarda olduğu gibi, Neşeli Günler filminden bir şarkı mırıldanmaya başladı. Üstümde kabarık bir yorgan vardı. Bunu kesinlikle annem örtmüştü. Ben yatağımdan sadece yastığımı ve soğuk çarşafımı getirmiştim. Annem ne kadar zamandır uyumamı seyrediyordu acaba? Ona bunu sormak ve buraya nasıl geldiğim konusunda ona açıklama yapmak istedim. Bir önceki gece giysi dolabım o kadar güvenli gelmemişti. Annem şarkı söylemeyi bıraktığında açıklama yapmak için ağzımı açtım ama kendimi ifade etmeme yetecek kelimeleri bulamadım. “Şimdi uyu,” diye fısıldadı annem, kolunu kafasının altına koyarak.
Onda yastık veya battaniye yoktu; soğuk, sert zemine incecik pamuklu geceliğiyle uzanıvermişti. “Yarın yeni bir gün.” Ama ben yarını düşünmek istemiyordum. Günlerin arasındaki boşlukta kalmak istiyordum; insanları hayal kırıklığına uğratacağım veya yanlış bir şey söyleyeceğim diye endişelenmek zorunda kalmadığım boşlukta. Hiçbir beklentinin olmadığı boşlukta.
3
On ay önce o sabah sokaklar sakindi. Belki de bunun nedeni yağmurdu; beni koşmaktan alıkoyan, insanın ayak bileğine kadar gelen o su birikintileriydi. Gökyüzünü kaplayan bulutlar yüzünden hava kapalıydı; bunu hatırlıyorum çünkü sokak lambaları ışıl ışıl yanıyor, kaldırımların üstünü uzun beyaz çizgilerle donatıyordu. Norma’nın Gardırobu’nun arka tarafındaki araç yoluna yanaştım, çalıştığım butik burasıydı.
Butiğin sahibi Norma, iki ay önce mağazayı açıp kapayabilecek kadar güvenilir olduğuma kanaat getirip bana butiğin anahtarlarının bir kopyasını vermişti. Arka kapıdan girdim, Norma’nın zorla satmaya çalıştığı balmumlarının kokusunu alabildim; şaşırtıcı bir şekilde küflü bir kokuydu bu. Norma gerçekten tatlı biriydi ama kasada plansız satın alma konusunda fikirleri vardı; mumlar da bu yolla satmak istediği şeylere dahil olduğundan, epey yer kaplayan, altı tane kocaman sepeti oraya koymak durumunda kalmıştık. Kapıyı arkamdan kapayıp mağazadaki birkaç ışığı açtım. En az üç haftadır Shelley’nin hediyesini kasanın arkasındaki bir rafta tutuyor, kendime sürekli onu eve götürmem gerektiğini söyleyip duruyordum. Parası çoktan ödenmiş olduğu hâlde onu eve götürmemem sadece erteleme alışkanlığıyla açıklanabilirdi. Artık bu da kendimi suçlamak için kullandığım şeylerden biri.
Kutuyu açtım. Kutunun içinde, ucunda yıldız ve ametist kristalleri olan gümüş bir bileklik vardı. Ametist, Shelley’nin en sevdiği taştı; bunun nedeni, sadece taşın mor rengi değil, aynı zamanda olumsuz enerjiyi uzaklaştırma özelliği olduğuna inanmasıydı. Ayrıca Shelley yıldızlara da bayılırdı, onlara bakıp dilek tutardı… Ne zaman gece dışarıda eğlenip geç saatte eve dönsek gökyüzüne bakar ve yıldızların konumlarıyla ilgili yorumlar yapardı. Hediyesinin yanına koyduğum kartta da yıldız vardı, kartın ön tarafında; bana karanlık gökyüzünü anımsatan parlak koyu fonun üstünde metalik pembe bir yıldız duruyordu. Kartın içine notumu çoktan yazmıştım:
Sevgili Shelley,
On üç yıl önce annenle birlikte mahalleye yeni taşınmış
ve yeni arkadaşlar edinmek isteyen kişiler olarak kapımızı
çaldığınız günü hiç unutmayacağım. Bana oyun oynamak isteyip
istemediğimi sormuş, “slime” top koleksiyonunu göstermiştin ve o
an itibarıyla hayatım sonsuza kadar değişti.
Bunu daha önce söylediğimi biliyorum ama ben seni
kardeşim gibi seviyorum. Bu gece gökyüzündeki en parlak yıldıza
bakıp hep böyle yakın olmamızı dileyeceğim. Doğum günün kutlu
olsun, daimi dostum.
Sevgiler,
Jane
Hediye kutusunu mor bir ambalaj kâğıdına sardım, onu bir poşete koydum ve tam poşetin tutacaklarını kıvır kıvır bir kurdeleyle bağlarken kapının tıklandığını duydum. Bir adam camdan içeriyi gözlüyordu. Onun benden çok da büyük olmadığını tahmin ettim, yirmi yirmi bir yaşlarında olmalıydı. Genç adam benimle göz göze gelince el salladı. Sanki birbirimizi yıllardır tanıyormuşuz gibi dudaklarına bir gülümseme yayıldı.
Tanışıyor muyduk? Gönüllü çalıştığım hayvan barınağında mı karşılaşmıştık acaba? Ya da belki de beni kasabada koşarken görmüştü? Kasanın etrafından dolanıp ona levhayı gösterdim. “Kapalıyız,” dedim. Dua ediyormuş gibi ellerini önünde birleştirdi, ağzını oynatıp Lütfen, lütfen, lütfen, dedi. “Kız arkadaşımla birinci yıl dönümümüz.” Sözlerini camın ardından boğuk bir şekilde duydum. “Onu bir saat içinde almam gerekiyor ve henüz bir hediyem yok. Lütfen… Ben salağın tekiyim.” Hiç kuşkusuz yakışıklı bir adamdı, bunun da etkisi oldu: Uzun boylu ve koyu kahverengi gözlüydü, bir de kirli bir sakalı vardı, yataktan yeni kalkmış gibi görünüyordu. Şiddetli yağmura maruz kalmış soluk yeşil tişörtü göğsüne yapışmıştı. Yağmur damlaları yüzünden süzülüp yakasından içeri giriyordu.
Yağmur bir şekilde savunmasız göstermişti onu. “Eğer yine bir şeyleri batırırsam bu kez işim biter.” Kalbine görünmez bir kazık saplayıp gözlerini yukarı doğru devirerek ölü taklidi yaptı. Ancak o zaman fark ettim: Kolları dövmelerle kaplıydı – bileklerinden üç ağaç dalı çıkmış, kolunun ön kısmındaki kıllara dolanıp kaslarının etrafını sarmıştı. Dizlerinin üstüne çöküp önde kavuşturduğu ellerini yukarı kaldırması ve kapıyı açmam için bana yalvarması uzun sürmedi. Kendimi tutamayıp güldüm; elimde olmadan kıskançlık da hissettim çünkü aslında benim dışımda biri için buradaydı. Cebimden anahtarlığımı çıkarıp kapının kilidini açmaya giriştim. Yaptığım şeyi gördüğünde kocaman gülümsedi.
Ben de gülümseyerek karşılık verdim. Dileği yerine geliyordu. Ve böylece ben de süper kahraman oluyordum. Adam ayağa kalkıp parmaklarının ucuyla kapıya dokundu ve ben anahtarı kilidin içinde döndürdüğüm o üç tuhaf saniyede onun yakınlığını hissettim: Göğsümde bir pırpırlanma oldu, yüzümü ateş bastı.
Ona camın gerisinden baktım, dudaklarının şeklini fark ettim; üstdudağı altdudağından biraz daha dolgundu. Yutkundu –âdemelmasının çıkıp inişini izledim ve sonra ağzıma baktı.Ve bir anda artık ikimiz de gülümsemiyorduk. Ruh hâlimiz değişmişti. Hiçbir şey komik değildi. Kapıyı açıp geriye doğru bir adım attım. “Teşekkürler,” dedi kapıyı arkasından kaparken. “Gerçekten hayatımı kurtardınız.” Sesi sanki günlerdir uyumamış gibi çatallı çıkıyordu. Yağmur gibi kokuyordu; miske benzer, toprağımsı bir kokuydu bu, bizim şişeleyip kasanın yanına koyabileceğimiz ve plansız alışveriş yapanlara satabileceğimiz türdendi. Kahverengi gözleri muhtemelen olması gerekenden daha uzun bir süre benimkilere takılı kaldı. Kız arkadaşı olan birine göre uzun bir süre. Beraberliğinin birinci yılını kutlayan birine göre.
Onun da bunu –bu ânın tuhaflığını hissettiğini anlayabiliyordum. Altdudağını ısırdı ve ardından ağırlığını önce sol, sonra da sağ ayağına verdi. “Burada ışığı görünce bir şansımı deneyeyim dedim.” Bunu yaptığı için gayet memnundum; bir anda, yağmur ve yeni koşu ayakkabılarımı berbat eden su birikintileri için minnettardım. “Açıkçası normalde daha geç açıyoruz ama ben de bir hediyeyi almak için buradaydım.” Tekrar gülümsedi; parlak beyaz dişler ve yanağında bir gamze belirdi. “Öyleyse kaderde varmış.” Onun bir kız arkadaşı olduğunu hatırlayıp bakışlarımı başka tarafa çevirmek için kendimi zorladım.
“Hediye seçmek için yardıma ihtiyacınız var mı?” Adam mağazaya göz gezdirdi ve kasaya doğru birkaç adım attı. Norma’nın Gardırobu, her kadında olması gereken fularlardan takılara, şapkalara ve el çantalarına uzanan geniş yelpazedeki aksesuarların yanı sıra kasabadaki en moda kıyafetleri satmakla övünürdü.
“Kız arkadaşınız nelerden hoşlanır?” diye sordum.
“Oldukça sportif biri,” dedi. “Ama takılara bayılır. Belki de
bir bileklik alabilirim diye düşünüyordum.”
Onun da hediye olarak bileklik almayı düşünmesi tuhaftı.
Ona bilekliklerin durduğu tablayı gösterdim ve tezgâhın arka
tarafına geçtim. “Görmek istediğiniz bir şey olursa haber verin.”
“Oldukça abartısız biridir,” dedi. “Fazla gösterişli olmaktan hoşlanmaz.”
“Buna ne dersiniz?” Satışa çıktığından beri imrenerek baktığım ama personel indirimine rağmen yine de benim için pahalı
olan bir bilekliği işaret ettim – zümrütlerle kaplı, bir dizi som
gümüş kalbin olduğu bir bileklikti bu.
“Evet.” Adam kafa salladı. “Bu onun hoşlanabileceği bir şeye benziyor.”
Bilekliği tabladan çıkarıp tezgâhın üstünden ona doğru kaydırdım. Adam etikete baktı: 180 dolar.
“Biliyorum. Biraz pahalı ama bunlar gerçek zümrüt,” dedim.
Bilekliği avucunun içine aldı. Bilekliğin klipsi, adamın bileğinde ağacın kök saldığı yerde duruyordu. “Aslında, siz deneyebilir misiniz? Bu bana daha iyi fikir verir.”
O zaman anlamalıydım son dakikada çaresizce hediye alan
birinin bu kadar oyalanmayacağını tahmin etmeliydim. Ama
bunun yerine istediği şeyi yaptım, bilekliği bileğime geçirip tek elimle klipsi kapadım.
Bileklik kesinlikle büyüleyiciydi ve bunun yüzüme yansıdığını hissedebiliyordum; kıskançlıktan yanaklarım alev alev yanıyordu. “Ne düşünüyorsunuz?”
“Harika,” dedi adam tekrar benimle göz göze gelerek. “Alıyorum.”
Bilekliğin gittiğini görmek biraz üzücüydü. Norma’nın onu
indirime koymasını umarak bu bilekliği pek çok kez denemiştim. Ama yine de ürünün etiketini çıkardım, onu hediye kâğıdına
sardım ve bir poşet almak için arkamı döndüm.
Ve işte o zaman oldu.
Ağaç dallarıyla kaplı kolları göğsüme dolandı. Ağzıma bir bez bastırıldı. Geriye doğru sendeleyip bağırmaya çalıştım. Ama sesim çıkmıyordu ve bacaklarım etkili bir şekilde hareket edemiyor gibiydi; ayaklarım yerde sürünüp duruyor, yeri dövüyor ve kayıyordu. Elimi uzattım. Parmaklarım yumuşak bir şeye ulaştı: Yeni saten tulumlar; çizgili ve papatya desenleri gözümde canlandı. Sıkıca çektim, bir askı yakalamayı umup onu silah olarak kullanmayı hayal ettim. Yere bir şey düştü. Bir giysi rafı mı? Manken mi? Kumaş ellerimin arasından kayıp gitti. “Rahatla biraz,” dedi, göğsümde birleştirdiği bileklerimi sıkıp bir yere kımıldamama izin vermezken. “Canını yakmayacağım.” Kızgın bir top gözlerimin arkasını zorluyordu: Parlak turuncu ve sarı renkte bir top patlıyor, sanki yanardağdan çıkmış gibi parçalara ayrılıyordu. Isırmak için ağzımı açtım ama ağzım bezle doluydu. Dilim şişmiş ve ağırlaşmış gibiydi; ağzımda kelimelerin oluşması için fazla büyük, çığlık atmam için fazla hantaldı sanki. Yapışkan, tatlı bir koku vardı. Ve bir de acı meyvemsi bir tat.
Ayrıca bir dizi düşünce ve soru. Bu gerçekten oluyor mu? Bu gerçekleşiyor olamaz. Ben ne yaptım? O nereden biliyordu? Bayan Romer’ın tiz sesi kulaklarımda yankılandı sağlık dersinde kendine savunma üstüne anlattığı her şey. Çünkü Bayan Romer bu konuda bilgi sahibiydi. Çünkü onun sevgilisi bir polisti. Çünkü dediğine göre televizyonda çok fazla polisiye dizi izlemişti.
Failin sizi başka bir yere götürmesine izin vermeyin. Tüm gücünüzle savaşın. Tekmeleyin, çığlık atın, ısırın, tırmalayın. Ne gerekiyorsa onu yapın.
Başımın döndüğünü hissettim ama pes etmeyi reddettim. Kollarımı açmaya çalıştım ama onların hâlâ göğsümde sıkı sıkıya tutulduklarını fark ettim. Bir silah veya çıkış yolu bulabilmek için etrafa bakındım ama görüş alanımda sadece mumlarla dolu sepetler vardı. Ezilmiş kahverengi kutular duvara dayalıydı, üst kısımlarından gümüş fitiller görünüyordu. Işıklar giderek loşlaşırken bu görüntünün kararıp bulanıklaşmasını izledim. Bu sırada bedenim ağırlaştı. Gerçekliğim yavaş yavaş yok oldu.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıMeçhul Jane
- Sayfa Sayısı312
- YazarLaurie Faria Stolarz
- ISBN9786258387483
- Boyutlar, Kapak13,5*21, Karton Kapak
- YayıneviYabancı Yayınevi / 2022
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Tengezer ~ Faith Hunter
Tengezer
Faith Hunter
Başka birinin bedeninde olmak hiç de kolay değil… Jane Yellowrock… O bir tengezer… Üstelik vampirlerin, kurt adamların, cadıların ve insanların olduğu bir dünyada yaşayan...
- Trenin Tam Saatiydi ~ Heinrich Böll
Trenin Tam Saatiydi
Heinrich Böll
İkinci Dünya Savaşı’nı bir piyade eri olarak yaşayıp, “Savaştan ve militarizmden daha saçma bir şey olamaz,” kararına varan Heinrich Böll’ün bu kısa romanı, 1949’da...
- Ceza Kanunu, 353. Madde ~ Tanguy Viel
Ceza Kanunu, 353. Madde
Tanguy Viel
Tanguy Viel, bir cinayetin altında yatan kişisel ve toplumsal sorunları, bunların nasıl kesiştiğini masaya yatırıyor. Bir hâkimin önünde, Martial Kermeur, kazanma umudu olmadan, emekliye...