Derler ki ölüm, savaşın en yakın arkadaşıdır. Birbirleri için yapmayacakları şey yoktur fakat savaş açgözlü olan taraftır ve hep daha çok ölüm bekler.
Ülkesindeki savaştan kaçmaya ve özgürce yaşamaya çalışan fakat bunu başarmakta zorlanan bir adamın hissettiği mecburiyet, hayatında iyi olan ne varsa paramparça eder. Görev bilinci ve güçsüzlüğü onu daha büyük bir savaşla baş başa bıraktığındaysa bir karara varmak hiç kolay olmaz.
Usta yazar Stefan Zweig Mecburiyet’te, “İnsanlığın ötesinde hiçbir vatanım yok,” der ve savaşın bir insanlık suçu olduğunu, kötülüğe ses çıkarmayan herkesin de bu suçun ortağı sayılacağını söyler. Ölümü, felaketi tüm acı yönleriyle ele alırken bir yandan da herkesi uyanışa ve güçlü ellere teslim ettiği iradesini geri kazanmaya çağırır.
MECBURİYET
Kadın güçlü nefes alıp verişlerle hâlâ derin bir uykudaydı. Yarı açık ağzı tebessüm edecek ya da bir kelime söyleyecek gibiydi ve genç, diri göğüsleri yorganın altında huzurla inip kalkıyordu. Pencerelerden günün ilk ışığı girmeye başlamışsa da kış sabahının aydınlığı soluktu. Gün batımı ve gün doğumu arasındaki alaca karanlık, uykuya yatmış eşyanın üzerinde belirsizce dalgalanıyor ve kadını çepeçevre sarıyordu.
Ferdinand sessizce kalkmıştı, nedenini kendisi dahi bilmiyordu. İşinin ortasında aniden şapkasını alarak hızlıca evden fırlayıp kırlara doğru gitmek, şakaklarındaki nabız hızla atıncaya dek koşar adımlarla ayaklarına kara sular inene, dizleri titreyene kadar ilerlemek ve kendisini yabancı bir semtte bulmak bu aralar sık sık yaşadığı bir şeydi. Ya da hararetli bir sohbet esnasında ansızın dalıp kelimeleri artık anlamaması, soruları duymaması ve zorla kendine gelerek toparlanmaya çalışması… Bazı zamanlarda da akşamları üzerini değiştirirken yatağın köşesinde oturup çıkardığı ayakkabı elindeyken dalıp gidiyor; karısının seslenişiyle sıçrayana ya da elindeki çizme aniden gümbürtüyle yere düşene dek kendine gelemiyordu. Bunaltıcı odadan balkona çıkar çıkmaz soğuktan ürperdi. Farkında değildi ama dirseklerini vücuduna bastırıp ısınmaya çalışıyordu. Aşağıdaki manzara hâlâ pusluydu. Yüksekteki evinden parlatılmış bir ayna gibi gördüğü ve gökyüzündeki her bir beyaz bulutun hızla üzerinden kaydığı Zürih Gölü’nün üstünde şimdi sütümsü, kalın köpükler süzülüyordu.
Bakışlarıyla, elleriyle dokunduğu her şey nemli, karanlık, kaygan ve griydi; ağaçlardan sular damlıyordu, kirişlerden nem sızıyordu. Uyanmaya başlayan dünya selden yeni kurtulmuş ve başından sular süzülen bir insan gibiydi. Sisli gecenin ortasında boğulan birinin hırıltısına benzer insan sesleri yükseliyordu, bazen de çekiç darbeleri ve uzaktaki bir kilisenin çan sesi duyuluyordu ama şimdi her zamanki gibi net değil de nemli ve paslıydı. Kendisi ve dünyası arasına ıslak bir karanlık girmişti. Soğuktan titriyordu fakat yine de pus ve karanlık dağıldığında ortaya çıkacak manzarayı görebilmek için ellerini cebine iyice sokmuş, ayakta bekliyordu.
Sis, gri bir kâğıt gibi yavaşça aşağıdan yukarıya doğru kalkıyordu; ansızın aşağıda, sadece sabah sisinin arkasında saklandığını bildiği düzenli varlığıyla ve net çizgileriyle kendi varlığını aydınlatan bu sevdiği manzaraya sonsuz bir hasret duydu. Kim bilir kaç defa içindeki karmaşadan kaçarak bu pencereden bakmış ve sakin manzarada huzur bulmuştu; karşı kıyıda tüm sıcaklığıyla yan yana sıralanmış evler, zarif bir şekilde mavi suları yararak geçen buharlı bir gemi, neşeyle kıyının etrafında uçuşan martılar, öğlen saatlerinde kırmızı bacadan boğum boğum yükselen gümüş bir duman ona açıkça Barış! Barış! diyordu. Dünyanın çıldırdığını bilmesine rağmen bugüzel şeylere inanıyor; eski vatanını, seçtiği bu yenisi sayesinde birkaç saat için bile olsa aklından çıkarabiliyordu. Aylar önce savaş içindeki ülkesinden İsviçre’ye gelmiş; zamandan ve insanlardan kaçan bir mülteci olmuştu.
Dehşetten, korkudan ezilip büzülmüş benliğinin burada düzeldiğini, doğanın onu yumuşakça sarıp sarmaladığını, net çizgiler ile renklerin sanatına yansıdığını hissediyordu. İşte bu yüzden manzaranın üzeri tıpkı bu sabah saatlerindeki gibi ne zaman örtülecek olsa kendisini yabancılaşıp ötelenmiş gibi hissediyordu. Orada karanlıkta kalan herkese karşı sonsuz merhamet duyuyordu; uzaklarda kaybolan, kendi memleketindeki insanlara acıyordu ve onlarla kaderlerini paylaşmak için sonsuz bir özlem duyuyordu. Bu mart sabahında, sisin içinde bir yerlerde dört defa çalan kilise çanı saatin kaç olduğunu kendi kendine hatırlatırcasına tizleşen bir ses ile sekiz kez daha çaldı.
Sanki bir kulenin tepesindeymişçesine yapayalnız hissediyordu; oysaki dünya karşısında, uykunun karanlığına sarılmış karısı ise arkasındaydı. Yumuşak sis duvarını paramparça etmek ve bir yerlerde uyanışın haberini, hayatın gerçekliğini hissetmek için sonsuz bir arzu içindeydi. Kendi içine bakmayı bırakıp dünyaya döndüğünde aşağıdaki gri alanda, köyün bittiği ve yolun kısa kıvrımlarla bu tepeye dek çıktığı noktada bir insanın veya hayvanın yavaşça hareket ettiğini görür gibi oldu. Hafifçe sarıp sarmalanmış, ufak tefek bir şey yaklaşıyordu, kendisi dışında başka birinin daha uyanık olmasına önce sevindi fakat aynı zamanda şiddetli ve sağlıksız bir merak sardı tüm vücudunu.
Gri silüetin ilerlediği yerde bir çatal vardı; yolun bir tarafı komşu semte çıkıyordu, diğer tarafı ise buraya: Yabancı orada bir anlığına soluklanarak durdu. Sonra yavaş yavaş at yolunu tırmanmaya başladı. Ferdinand birden huzursuzlandı. Bu yabancı kim? diye sordu kendine, Hangi mecburiyet onu da benim gibi karanlık, sıcak odasından sabaha sürükledi? Bana mı geliyor; benden ne istiyor? Yakınındaki sisin hafiflemesiyle geleni tanıdı: Postacıydı. Her sabah, sekiz kez çalan çan sesiyle birlikte buraya tırmanıyordu; Ferdinand adama baktığında ucu kırlaşan, kızıl denizci sakallı, donuk suratlı ve mavi gözlüklü birini görüyordu.
Adı Nussbaum’du* ama sert hareketlerinden ve mektubu vermeden önce büyük siyah deri çantasını her defasında sağ tarafına çekişindeki ciddi tavrından dolayı Ferdinand ona Nussknacker** diyordu. Her adımda kuvvetle yere bastığını, çantasını sola çekerek kısa bacaklarıyla attığı vakarlı adımları görünce gülümsüyordu. Fakat aniden dizlerinin titrediğini hissetti. Gözlerinin üzerine kapadığı eli güçten kesildi. Bugünün, dünün, tüm bu haftaların huzursuzluğu ansızın belirivermişti yeniden. Bu insanın adım adım kendisine doğru, sadece kendisine doğru yaklaştığını hissediyordu. Bilinçsizce kolunu kaldırarak kapıyı açıp uyuyan karısının yanından sessizce geçti ve aceleyle merdivenlerden indi; çitlerden aşağı, gelen postacıya doğru yürümeye koyuldu. Bahçenin kapısında karşılaştılar. “Sizin… sizin…” Cümlesini ancak üçüncü denemesinde tamamlayabildi. “Sizin bana teslim edeceğiniz bir şey mi var?” Postacı, Ferdinand’a bakmak için buhar tutmuş gözlüğünü yukarı kaldırdı.
“Evet, evet.” Bir hışımla siyah çantayı sağa attı, mektupları büyük solucanlara benzeyen, soğuk sisten nemlenmiş ve kızarmış parmaklarıyla yokladı. Ferdinand titriyordu. Sonunda bir tane mektup çıkardı. Üzerinde kocaman bir resmî damgası olan büyük, kahverengi bir zarftaydı ve Ferdinand’a gelmişti. “İmzalamanız gerekiyor,” dedi postacı, mürekkepli kalemi ıslattı ve defteri Ferdinand’a doğru uzattı. Ferdinand heyecanı yüzünden, okunaksız bir yazıyla adını karaladı. Ardından şişman, kızarık ellerin uzattığı mektubu aldı. Fakat parmakları o kadar uyuşmuştu ki mektup elinden kayıp gitti ve yere, ıslak toprağın, nemli yaprakların üzerine düştü.
Almak için eğildiğinde burnu acı bir kokuşmuşluk ve çürümüşlük sebebiyle sızladı. İşte buydu; haftalardır içten içe huzurunu kaçıran bu şeyin sıcacık hayatına, özgürlüğüne dokunan, istememesine rağmen beklediği, anlamsızca, biçimsiz bir mesafeden ona ulaşan, donuk makine sözcüklerinden ibaret bu mektup olduğunu artık biliyordu. Yeşil, sık ormanlar arasında keşif gezisine çıkmış bir süvarinin kendisine doğrultulmuş, görünmez, soğuk çelik namluyu ve derisinin altındaki karanlığı hedefleyen içindeki kurşun parçasını hissetmesi gibi o da bu mektubun bir yerlerden çıkıp geleceğini hissetmişti. Geceler boyunca düşüncelerine karışan tüm o küçük numaralarla direnişi boşunaydı demek ki: Sonunda onu bulmuşlardı. Daha çok değil sekiz ay önce, at tüccarı gibi kollarındaki kasları yoklayan askerî doktorun karşısında soğuktan ve tiksintiden titreyerek dururken insan onurunu yok sayan bu döneme ve Avrupa’nın esaretine bizzat şahit olmuştu.
Boğucu vatanseverlik sloganlarına yalnızca iki ay katlanabilmişti; ondan sonra yavaş yavaş soluk alamaz hâle gelince insanlar konuşmak için ağızlarını açtıklarında yalanın sarı rengini dillerinde görmeye başlamıştı. Konuştukları her şey onu tiksindiriyordu.
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıMecburiyet
- Sayfa Sayısı88
- YazarStefan Zweig
- ISBN9786057843258
- Boyutlar, Kapak12,5 x 19,5, Karton Kapak
- YayıneviParodi Yayınları / 2020
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Germinal ~ Émile Zola
Germinal
Émile Zola
19. yüzyıl Fransa’sında, kuzeydeki maden işçileri çetin çalışma koşullarında yaşam mücadelesi vermektedir. İşçiler, ocaklarda göçük ve grizu patlaması riski altında çalışırken aileler de açlık...
- Cehenneme İniş Talimatnamesi ~ Doris Lessing
Cehenneme İniş Talimatnamesi
Doris Lessing
Cambridge Üniversitesi’nde Klasik Dönem Çalışmaları profesörü olan elli yaşındaki Charles Watkins, gece yarısı Waterloo Köprüsü yakınlarında sayıklar hâlde bulunur. Geçmişine ve kimliğine dair hiçbir...
- Dövüş Kulübü ~ Chuck Palahniuk
Dövüş Kulübü
Chuck Palahniuk
İstenmeyen yağlar. Pahalı, butik sabunlar. Maaş çekleri, güzel bir ev, zarif mobilyalar. Yalnızlık ve yabancılaşma. Tüketimin susmayan arsız çağrısı. Yalanlar ve yalanlar. Nefret ve...