NE DÜŞÜNÜRSEN DÜŞÜN
AMA ARTIK BAŞKA
BİR ŞEY DÜŞÜN!
“Tahmin etmek çok zor değil,” dedi. “Savaşın tek maksadı, kadınları her yerde bu duruma düşürmektir. Aslında savaş her zaman erkeklerle kadınlar arasındadır ama erkekler kendi aralarında savaştıklarını farz ederler sadece.”
Mavi Sakal, daha önce Şampiyonların Kahvaltısı’nda karşılaştığımız soyut dışavurumcu ressam Rabo Karabekian’ın kurgusal otobiyografisi. Karabekian’ın tek arzusu, patates ambarında kilit altında tuttuğu sırrıyla rahat bırakılmaktır; ama hayatına davetsiz bir misafir misali giren dul Circe Berman, münasebetsiz sorularıyla onu hikâyesini anlatmaya zorlar. Sonuç, elbette tam da Kurt Vonnegut’tan bekleneceği üzere, felaketi ve insanın merhametsizliğini harikulade bir ironiyle ele alan bir hikâye.
“Bu, Vonnegut’un en iyi üzümlerinden yapılmış iyi bir şarap.”
1
Bu yaşamöykümün altına “Son” yazdıktan sonra, apar topar başa dönüp tabiri caizse sokak kapısında bekleyerek, gelen konuklardan şu özrü dileme ihtiyacı hissettim: “Size bir otobiyografi vaat etmiştim ama mutfakta işler ters gitti. Bu kitap, olaylı geçen son yazın güncesi olup çıktı aynı zamanda! Gerekirse istediğimiz zaman dışarıdan pizza getirtebiliriz. Buyrun lütfen, buyrun, içeri girin.”
***
Ben bir zamanların Amerikalı ressamı Rabo Karabekian’ım, tek gözlü bir adam. 1916’da California’nın San Ignacio kasabasında, göçmen bir anneyle babanın çocuğu olarak dünyaya geldim. Bu otobiyografiyi yazmaya, doğumumdan yetmiş bir sene sonra başlıyorum. Aritmetiğin kadim gizemlerine yabancı olmayanlar için, bu tarih 1987 yılına denk geliyor. Gözlerimi dünyaya bir Kyklop olarak açmadım. İkinci Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru Lüksemburg’da, ordu mühendislerinden oluşan bir müfrezeyi kumanda ederken sol gözümü kaybettim. İşin tuhafı, sivil hayatlarında çeşitli sanat dallarında faaliyet gösteren kişilerden kuruluydu müfreze. Kamuflajda ustaydık ama o sıralar sıradan piyadeler gibi kıran kırana savaşıyorduk. Birliğimiz sanatçılardan oluşturulmuştu çünkü ordudan birinin iddiasına göre, bizler kamuflaj konusunda son derece başarılı olacaktık. Öyle de olduk! Sahiden olduk! Savunma hatlarımızın ardında neyin onlar için tehlikeli olup neyin olmadığı konusunda Almanlara öyle sanrılar yaşattık ki, sormayın gitsin.
Sanatçılar gibi yaşamamıza da izin veriliyordu üstelik, giyim kuşam ve askerî disiplin açısından gülünç derecede pervasızdık. Bizi tümen gibi alelade bir birliğe ya da bir kolorduya bile asla bağlamadılar. Doğrudan doğruya Müttefik Seferî Kuvvetler Merkez Karargâhı’ndan gelen emirlere uyardık. Hayret verici yanıltılarımızın ününü duymuş birtakım generallere geçici olarak bağlayıp dururlardı bizi. Bağlandığımız general kısa bir süreliğine patronumuz olur, hoşgörülü davranır, yaptıklarımıza hayranlık duyar ve nihayet bize minnettar kalırdı. Sonra yine yollarımız ayrılırdı.
Birleşik Devletler yeniden savaşa girmeden iki sene önce Sürekli Ordu’ya katılıp teğmen olmuştum, dolayısıyla savaş sona erdiğinde yarbay rütbesine yükselmiş olabilirdim. Ama otuz altı kişilik mutlu ailemden ayrılmamak için yüzbaşılığın üstündeki tüm terfileri reddettim. Bu büyüklükte bir aileyle ilk kez birlikte oluyordum. İkincisine ise savaştan sonra katılacaktım, şimdilerde soyut dışavurumculuk ekolünün kurucuları olarak sanat tarihine geçmiş olan o Amerikalı ressamlar arasında kendime bir arkadaş ve sözümona meslektaş bulduğum zaman.
***
Annem ve babam, zamanında Eski Dünya’da yaşarlarken, bu ikisinden de büyük ailelere sahiptiler ve tabii ki oradaki akrabalarıyla aralarında kan bağı vardı. Aralarında kan bağı olan akrabalarını, Türk İmparatorluğu’nun yaklaşık bir milyon Ermeni vatandaşına karşı gerçekleştirdiği bir soykırımda yitirdiler. Bu insanlar iki sebepten dolayı tehdit kabul ediliyorlardı: birincisi, akıllı ve eğitimli oldukları için; ikincisi, aralarından pek çoğunun, Türkiye ile düşmanı arasındaki sınırın öbür tarafında, yani Rus İmparatorluğu’nda akrabaları olduğu için. Bir imparatorluklar devriydi o. Şimdiki de öyle; her ne kadar örtbas edilmeye çalışılsa da.
***
Türklerle ittifak halindeki Alman İmparatorluğu, bu yüzyılın ilk soykırımını değerlendirmeleri için ülkeye nemelazımcı askerî gözlemciler gönderdi. Soykırım, henüz hiçbir lisana girmemiş bir sözcüktü o zaman. Günümüzde bu sözcüğün anlamı, dünyanın her yerinde, insan ırkının tanımlı bir altfamilyasına mensup herkesin, kadın, erkek, çocuk denmeden öldürülmesini amaçlayan, dikkatle planlanmış bir girişim olarak biliniyor. Böylesine iddialı projelerin beraberinde getirdiği sorunlar tam anlamıyla endüstriyeldir: O kadar çok sayıda, büyük ve becerikli hayvanı ucuz ve hızlı biçimde öldürmenin, kimsenin kaçmadığına emin olmanın ve sonrasında oluşan et ve kemik dağlarını imha etmenin yolları aranır. Bu konuda dünyaya önayak olan Türklerinse ne işi büyütme kabiliyetleri ne de bu iş için gereken özel makineleri vardı. Almanlar, bundan sadece çeyrek yüzyıl sonra, her ikisini de mükemmelen sergileyeceklerdi.
Oysa Türkler, bulabildikleri tüm Ermenileri evlerinden, işlerinden, teneffüslerinden, oyunlarından, ibadetlerinden, eğitimlerinden ya da her neredeyseler oradan alıp kırsal bölgelere sürüverdiler, onları yiyecekten, sudan ve barınaktan mahrum bıraktılar, onları vurup ezdiler ve hepsi de ölmüş gibi görünene dek buna devam ettiler. Sonrasında oluşan pisliği temizlemekse köpeklere, akbabalara, kemirgenlere ve nihayet solucanlara kaldı. O sıralar henüz annem olmayan annem, cesetlerin arasında öylece yatıp ölü taklidi yapmış. O sıralar henüz annemin kocası olmayan babamsa, askerler gelince, öğretmenlik yaptığı okulun arkasındaki helaya saklanıp bok ve sidik içinde beklemiş.
Dersler çoktan bitmiş olduğu için müstakbel babam, bir keresinde bana söylediğine göre o sırada okulda yalnız başına oturmuş, şiir okuyormuş. Sonra askerlerin geldiğini duymuş ve niyetlerinin ne olduğunu anlamış. Babam insanların öldürülüşünü ne görmüş ne de duymuş. Onun için soykırımın en feci anısı, köyün sessizliği olmuş. Karanlık çöktüğünde köyde sağ kalan tek kişi, bok ve sidik içindeki babammış.
***
Katliamın tam ortasına düşen annemin Eski Dünya’daki anıları babamınkilere oranla çok daha korkunç olduğu halde, nasıl becerdiyse, soykırımı arkasında bırakmayı, Birleşik Devletler’de pek çok hoşluk bulmayı ve yaşamını burada sürdürecek bir ailenin hayalini kurmayı başardı. Babamsa asla yapamadı bunu.
***
Ben bir dulum. Karım, yani kızlık adıyla Edith Taft, iki sene önce öldü; Edith benim ikinci eşim oluyordu. Long Island’ın Doğu Hampton kasabasındaki bu evi bana o bıraktı: Deniz kıyısındaki bu on dokuz odalı ev, üç nesildir karımın Anglosakson ailesine aitmiş. Ohio’nun Cincinnati kentindendi ailesi. Bu evin Rabo Karabekian gibi egzotik isimli bir adamın eline düşeceğini, karımın ataları hiç akıllarına getirmemişlerdir muhakkak. Ruhları bu evde dolanıyorsa şayet, bunu öyle Episkopal bir nezaket çerçevesinde yapıyorlar ki, şimdiye dek onları fark eden olmadı. Merdivenden çıkarken onlardan birinin hayaletiyle karşılaşsam ve hayalet bana bu evde hiçbir hakkım olmadığını söylese, ona dönüp şöyle derdim: “Birini suçlayacaksan, Özgürlük Heykeli’ni suçla.”
***
Sevgili Edith ile benim, yirmi yıl süren mutlu bir evliliğimiz oldu. Birleşik Devletler’in yirmi yedinci başkanı ve Yüksek Mahkeme’nin onuncu başyargıcı olan William Howard Taft’ın yeğen kızıydı Edith. Richard Fairbanks Jr.’ın dul eşiydi. Cincinnati’li bir sporcu ve yatırım bankeri olan Richard’ın babası ise, Charles Warren Fairbanks adında, Indiana’lı bir Birleşik Devletler senatörüydü. Theodore Roosevelt döneminde başkan yardımcılığı yapmıştı.
Edith ile ben, kocası ölmeden uzun süre önce, onu ve bu ev Edith’in malı olduğu halde kocasını da hiç kullanmadıkları patates ambarlarını stüdyo olarak bana kiralamaya razı ettiğim zaman tanışmıştık. Hayatlarında hiç patates yetiştirmemişlerdi elbette. Kuzey tarafındaki o sahilden uzak araziyi bitişikteki çiftçiden satın almışlardı sırf üstüne bina dikilmesini önlemek için. Patates ambarı da araziyle birlikte gelmişti.
Edith’le birbirimizi yakından tanıma fırsatı bulamadık, ta ki Edith’in kocası ölene ve benim ilk eşim Dorothy, iki oğlumuz Terry ve Henri’yle birlikte beni terk edene dek. Evimiz, buranın on kilometre kuzeyinde kalan Springs kasabasındaydı; onu sattım ve Edith’in ambarını sadece stüdyom olarak değil, aynı zamanda evim olarak da kullanmaya başladım. Sırası gelmişken; o inanılmaz yapı, ana binanın şu anda bunları yazmakta olduğum yerinden gözükmüyor.
***
Edith’in ilk kocasından hiç çocuğu olmamıştı ve ben onu Bayan Richard Fairbanks Jr. olmaktan çıkarıp Bayan Rabo Karabekian yaptığımda da, çocuk doğurabileceği yaşlarını çoktan geride bırakmıştı. Dolayısıyla, iki tane tenis kortu, yüzme havuzu, garajı, patates ambarı ve engin Atlas Okyanusu kıyısında üç yüz kilometrelik özel bir plajı olan bu koca evin içinde, ailemiz ufacık kalıyordu aslında.
En yakın arkadaşım merhum Terry Kitchen’ın ve Terry ile benim en çok gıpta ettiğimiz ressam olan Henri Matisse’in adlarını verdiğim iki oğlum Terry ve Henri Karabekian’ın, aileleriyle birlikte buraya gelmekten hoşlanabileceğini düşünebilirsiniz. Terry’nin de iki oğlu var şimdi. Henri’nin ise bir kızı. Ama benimle konuşmuyorlar. “Varsın konuşmasınlar! Varsın konuşmasınlar!” diye bağırırım bu budanmış çayırlığın ortasında. “Sanki kimin umurunda!” Feveranımı bağışlayın.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Edebiyat Roman (Yabancı)
- Kitap AdıMavi Sakal
- Sayfa Sayısı312
- YazarKurt Vonnegut
- ISBN9789750762697
- Boyutlar, Kapak12,5x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Yankı Odası ~ John Boyne
Yankı Odası
John Boyne
Attığınız bir tweetle, nasıl bir anda tüm dünyayı karşınıza alabilirsiniz? John Boyne’un hiciv dolu kaleminden çıkan Yankı Odası, dijital çağın kaçınılmaz bir yansıması olarak giderek...
- Üç Perdelik Cinayet ~ Agatha Christie
Üç Perdelik Cinayet
Agatha Christie
Ünlü bir tiyatro oyuncusunun evindeki akşam yemeğine on üç konuk davetlidir. Ne var ki konuklar arasında bulunan yumuşak huylu rahip Stephen Babbington şanssız bir...
- Hep Seni Bekledim ~ Nicholas Sparks
Hep Seni Bekledim
Nicholas Sparks
Amerikan Deniz Piyadesi Logan Thibault, Iraktaki görevi sırasında çamurun içinde, gülümseyen bir kadın fotoğrafı bulduğunda, onu bir kenara fırlatmayı düşündü. Ama yapamadı. Bunun yerine,...