Shelley’nin aynı zamanda yayımcılığını üstlenen babası, 1820’de kaleme aldığı Mathilda’yı yayımlamayı reddetti ve metin yazarın ölümünden çok sonrasına, 1959’a kadar hiç basılmadı. Öyle ki romanı tamamlamasından kısa süre sonra eşini kaybeden Mary Shelley bile metnin uğursuz olduğunu düşünmeye başlamıştı.
Kısa ancak oldukça çarpıcı bu roman, annesini doğduğu sırada kaybeden, babası da terk edince, soğuk mizaçlı halası tarafından büyütülen Mathilda’nın kısa ve trajik yaşamını anlatır. Yapayalnız ve sevgisiz Mathilda’nın tek istediği şefkatli bir ebeveyndir, bunun yerine yıllar süren bekleyişin ardından dönen babasından çarpık, insanı deliliğe sürükleyen bir sevgi görür. Roman, gencecik bir kız çocuğunun kendisini aşan, kafasını allak bullak eden duygularla verdiği mücadeleyi, tekinsiz bir kasvetle aktarır.
1
9 Kasım 1819, Floransa Saat daha dört, ama mevsim kış ve güneş çoktan batmış; berrak, buzlu gökyüzünde, güneşin eğik ışınlarını yansıtacak bir bulut bile yok, ama hava hafiften bir gül rengine çalıyor ve zemini kaplayan karın üzerine yansıyor yine. Issız, geniş çalılıklarda ıssızlığın ortasındaki bir kulübede yaşıyorum, hayata dair hiçbir ses ulaşmıyor bana. Karın yağdıkça kayarak zemindekinden daha ince bir katman halinde serildiği, sivri tümseklerin tepelerinde öğle güneşinin bıraktığı birkaç kara leke dışında beyaza bulanmış, boş düzlüğü görüyorum, birkaç kuş su birikintilerinin donmasıyla oluşan sert buzu gagalıyor, çünkü don uzun süredir devam ediyor. Tuhaf bir ruh halindeyim. Yalnızım şu dünyada, epey yalnızım, kara talihin felaketi beni ezdi geçti ve soldurdu; ölmek üzere olduğumu biliyorum ve mutlu hissediyorum, sevinçli. Nabzımı tutuyorum, hızlı atıyor; zayıf elimi yanağıma koyuyorum, yanıyor; içimde şimdi son kıvılcımlarını saçan çelimsiz, canlı bir ruh var. İnancım o ki, bir daha asla bir başka kışın karlarını göremeyeceğim, bir daha asla bir başka yaz güneşinin can veren ılıklığını hissedemeyeceğim ve bu ikna olmuşlukla trajik hikâyemi yazmaya başlıyorum.
Belki de benimki gibi bir hikâyenin benimle birlikte ölmesi daha hayırlı olurdu, ama tanımlayamadığım bir his aklımı çeliyor ve hem bedenen hem zihnen en zayıf dürtüye dahi direnemeyecek kadar zayıf düşmüş durumdayım. İçimdeki yaşam hâlâ kuvvetliyken, hikâyemde onu dile getirilmeye uygunsuz kılan kutsal bir dehşet olduğunu düşünüyordum ama şimdi, ölüme yaklaşırken onun esrarlı dehşetini kirletiyorum. Eumenides’in sadece ölmekte olanların girebildiği ormanı gibi ve Oidipus ölmek üzere…
Ne yazıyorum böyle? Düşüncelerimi toparlamam lazım. Bu sayfaları senden başka kimse okuyacak mı, bilmiyorum dostum, sen de onları ölümümden sonra alacaksın. Hitap ettiğim sadece sen değilsin, arkadaşlığımız üzerine kafa yormak bana zevk verecek ama yazdıklarımı yalnız sen okuyacak olsaydın buna gerek kalmazdı. Bana sık sık kimsesiz hayatımın sebebini sordun; gözyaşlarımın ve hepsinden öte de nüfuz edilemez, insafsız sessizliğimin… Yaşarken cesaret edemedim; esrar perdesini ölürken kaldırıyorum. Başkaları bu sayfaları hafifçe kenara itecekler, onlar senin için, Woodville, benim nazik, sevgi dolu arkadaşım, kıymetli olacaklar. Ölürken bile içi sana duyduğu minnetle ısınan, kalbi kırık bir kızın değerli hatıratı: Gözyaşların talihsizliklerimi kaydeden kelimelerin üzerine düşecek, biliyorum öyle olacak ve hâlâ hayattayken anlayışın için sana teşekkür ederim. Ama bu kadar yeter. Hikâyeme başlıyorum; bu benim son görevim ve umarım onu yerine getirmeye yetecek kadar kuvvetim olur.
Bir suçu kayda geçirmiyorum; hatalarım kolayca affedilebilir, çünkü kötücül saikle değil muhakeme eksikliğinden ortaya çıktılar ve inanıyorum ki pek az kişi farklı davranış ve daha üstün bir olgunluk göstererek kurbanı olduğum talihsizlikleri önleyebileceğini söyleyebilir. Kaderim ihtiyaçla belirlendi, korkunç bir ihtiyaç. Benimkilerden daha güçlü eller gerekiyordu; bir zamanlar sadece sevinçle nefes alıp veren, sıcacık sevgi ve iyiliğin hazzıyla dolup taşan beni ıstıraba bağlayan ve bu ıstırabın sonunu ancak ve işte şimdi ölümle getirecek kalın, sarsılmaz zinciri kırmak için herhangi bir insanınkinden daha güçlü eller… Ama kendimi unutuyorum, hikâyem henüz anlatılmış değil. Birkaç saniye ara vereceğim, buğulu gözlerimi sileceğim ve mevcuttaki müphem ama ağır mutsuzluk hissini mazinin daha keskin duygularında kaybetmeye gayret edeceğim. İngiltere’de doğdum. Babam bölgenin ileri gelenlerinden biriydi; babasını genç yaşta kaybetmiş, güçsüz bir anne tarafından varlıklı bir asilzadenin hak ettiğini düşündüğü müsamahayla eğitilmişti.
Eton’a, ardından üniversiteye gönderilmişti; çocukluğundan itibaren büyük miktarlarda parayı özgürce kullanmasına izin verilmişti; böylece kendi avantajlarına sahip oğlan çocuklarının özel okulda her zaman edindikleri bağımsızlığın tadını erken yaşlardan itibaren çıkarmıştı. Bu şartların etkisiyle babamın tutkuları, kök salabilecekleri ve tabiatlarına uygun şekilde, çiçek ya da yabani ot olarak yetişebilecekleri derin toprağı bulmuş oldu. Daima kendi adına hareket etmesine izin verildiği için, karakteri güçlü biçimde ve erkenden belirginleşti ve keskin görüşlü bir gözlemcinin, erdemlerin ve talihsizliklerin tohumlarını görebileceği farklı bir satıh oluşturdu. Görünüşlerine bakıp tutkuları namına yücelttiği geçici heveslerini doyurmak için yüklü miktarlarda parayı israf etmesine yol açan umursamaz savurganlığı kendini genellikle sınırsız bir cömertlik olarak ortaya koyuyordu. Yine de kendini içtenlikle başkalarının istekleriyle meşgul ediyordu, kendi arzuları da sonuna kadar tatmin ediliyordu. Parasını veriyordu ama hediyeleri için hiçbir isteğinden vazgeçmek zorunda kalmıyordu; değer vermediği zamanını ve herhangi bir şekilde eyleme dökmekten mutlu olduğu ilgisini veriyordu.
Eğer kendi arzuları başkalarınınkilerle rekabete sokulsaydı orantısız bir bencillik göstereceğini söylemiyorum, öte yandan böyle bir deneme hiç yapılmadı. Refah içinde himaye edildi ve bunun bütün avantajları da beraberinde geldi; herkes onu gönülden seviyor ve onu memnun etmeyi arzu ediyordu. Onun işi mütemadiyen kendisine eşlik edenlerin keyfine keyif katmaktı ama onların keyifleri zaten kendisinindi ve eğer başkalarının duygularına okul çocuklarında alışılagelenden daha fazla ilgi gösterdiyse bunun sebebi sosyal mizacının, tüm çehreler kendisininki kadar umursamaz oluncaya kadar ona rahat vermemesiydi.
Okuldayken, öykünmenin getirdiği rekabet ve kendi doğal yetenekleri onu akranları arasında bariz bir kademeye taşıdı; üniversitede kitapları attı, ona öğretebileceklerinden farklı dersler öğrenmesi gerektiğine inanıyordu. Artık hayata atılacaktı ve ders çalışmayı ancak itaatsizleri haylazlıktan uzak tutmaya yarayan ve hayatla gerçek bir bağı olmayan bir öğrenci boyunduruğu olarak görecek kadar gençti hâlâ; hayatın ata binmek, kumar oynamak gibi hikmetlerine çok daha derin bir ilgiyle bakıyordu. Böylece kalbi bunlarla kirlenmeyecek kadar kalıba girmiş olsa da üniversitenin bütün çılgınlıklarına hızlı bir giriş yaptı; kalbi hafif olabilirdi ama asla soğuk değildi. İçten ve anlayışlı bir arkadaştı ama tanıştığı, ona denk ya da ondan üstün hiç kimse zihninin katmanlarını açmasına yardımcı olamamış, eski düşünce kalıplarını tüketerek taze düşünce arayışlarına yönelmesini sağlayamamıştı.
Muhakeme çevikliği açısından kendisini etrafındakilerden üstün hissediyordu; kabiliyetleri, mertebesi ve zenginliği onu çevresindekilerin tepesinde konumlandırıyordu ve o da bu konumu, dünyada hedeflemesine değecek tek hırs addederek oraya sadece memnuniyet değil, ihtişamla yerleşiyordu. Tuhaf bir fikir darlığı sebebiyle, bütün dünyayı sadece kendi küçük cemiyetiyle olan veya olmayan ilişkisine göre değerlendirirdi. Yakın arkadaş çevresi tarafından ortaya atılan tüm görüşleri tuhaf ve modası geçmiş bulurdu ve aynı zamanda hem dogmatik oldu hem de geleneksel addedebileceği yegâne duygularla örtüşmeme korkusuyla doldu. İzleyicilerin geneline, sansüre karşı umursamazmış ve kamusal önyargılara bağımlılığı küçümseyerek bir kenara atarmış gibi görünürdü, ancak dünyanın geri kalanı üzerinde muzaffer adımlarla ilerlerken, kendi çevresinde kendinden bile gizlediği bir siliklikle siner, kendi cemiyetinin reisi olduğu halde, refakatçilerinin tasdiğini alacağından emin olana kadar asla bir görüşünü ya da hissini ortaya koymaya cesaret edemezdi. Ancak bu sevgili arkadaşlarından sakladığı bir sırrı vardı; ilk yıllarından beri büyüttüğü bir sır ve her ne kadar okul arkadaşlarını çok seviyor da olsa, bu sırrı aralarından birinin incelik ya da anlayışına emanet etmezdi. Seviyordu.
Tutkusunun yoğunluğunu alay konusu etmelerinden korkuyordu ve canının canı olarak hissettiğini gündelik ve geçici görerek kutsallığına saygısızlık etmelerine dayanamazdı. Aile malikânesinin yakınında üç güzelim kızı ve küçük çaplı serveti olan bir beyefendi oturuyordu. En büyük kız tartışmasız en güzelleriydi, ama güzelliği diğer özelliklerine bir ilaveden ibaretti; berrak ve güçlü bir kavrayışa ve meleksi incelikte tavırlara sahipti. Babamla bebeklikten beri oyun arkadaşıydı: Diana çocukken bile babaannemin gözbebeği olmuştu; babaannemin ona düşkünlüğü de bu güzel ve capcanlı kızın yaşıyla birlikte büyümüş ve böylece babamın okul ve üniversite tatillerinde mütemadiyen birlikte olmuşlardı. Medeni hayatta gençliğin, tutkuların varlığını daha bu tutkuları hissetmeden önce bilmesine yol açan romanlar ve bütün bu muhalif yöntemler, her nevi etkiye tuhaf biçimde duyarlı olan babamda güçlü bir tesir yaratmıştı.
On bir yaşında Diana favori oyun arkadaşıydı ama babam aşkın dilini çoktan konuşmaya başlamıştı bile. Diana’nın ondan neredeyse iki yaş büyük olmasına rağmen, eğitiminin tabiatı en azından hisleri bilmek ve ifade etmek açısından onu babamdan daha çocuksu yapıyordu; babamın sıcak itirazlarını masumca kabul ediyor ve anlamlarından bihaber, karşılık veriyordu. Hiç roman okumamış ve sadece küçük kız kardeşleriyle iletişim kurmuştu, aşk ve arkadaşlık arasındaki farkı nereden bilecekti? Ve gelişen idraki bu ilişkinin gerçek tabiatını ona açık ettiğinde, ilgisi çoktan arkadaşına sabitlenmişti; artık bütün korkusu diğer cazibe unsurları ve değişkenliğin, beşikte verdiği yemini bozmasına sebep olmasıydı. Oysa her geçen gün daha coşkulu ve şefkatli oldular.
Babamın tutkusu kendisiyle birlikte büyüyordu; her melekesi ve duygusuyla iç içe geçmişti, ancak yaşamıyla birlikte bitebilirdi. Aşklarını kendi kalpleri dışında bilen yoktu; yine de diğer her şeyde olduğu gibi, bunda bile ahbaplarının baskısından ödü kopuyordu; bu sevgi dolu kızın serveti onunkinden az olsa da aşmaya kararlı olduğu güçlüklerle karşılaşma cesaretini topladığı anda onunla birleşme gayesini hiçbir şey bir anlığına bile sarsamazdı. Diana en derin sevgiyi fazlasıyla hak ediyordu. Bu kadar saf bir kalp ve kendi dürüstlüğüne dair sağlam bir güvenin yanında, başkalarının dürüstlüğüne inancıyla birleşen, bu kadar içten gelen, gerçek bir tevazuyla pek az kişi övünebilirdi.
Doğduğu günden beri münzevi bir hayat yaşamıştı. Annesini çok erken kaybetmişti ama babası kendisini tamamen kızının eğitimine adamıştı. Kızı için benimsediği sisteme etki eden pek çok tuhaf düşüncesi vardı. Diana Yunan ve Romalı ya da İngiltere’de birkaç yüz yıl önce yaşamış kahramanları iyi tanıyordu, öte yandan gündemin gelip geçici olayları hakkında cahil sayılırdı, en azından son elli yılda yazmış yazarlardan birkaçını okumuştu ama bu istisna dışında geniş çaplı bir okuma dağarcığına sahipti. Hayatın ve toplumun gizemleri konusunda babama kıyasla gözü açılmamış gibi dursa da bilgisi daha derindi ve daha sağlam temellere sahipti; öyle ki eğer babamı güzelliği ve tatlılığıyla büyülememiş olsaydı ferasetiyle esir ederdi. Onu rehberi olarak görüyor, saygı duyuyordu ve öyle bir hayranlık besliyordu ki, kızın zaman zaman kendisini hayran bırakmak suretiyle oluşturduğu aşağılık hissini zihninde büyütmekten zevk alıyordu.
Babam on dokuz yaşındayken annesi öldü. Bu olayın üzerine üniversiteyi bıraktı ve eski arkadaşlarından bir süreliğine silkinerek Diana’sının mahallesine çekildi, bütün tesellisini onun tatlı sesinden ve daha da çok sevdiği okşamalarından aldı. Ahbaplarından bu kısa ayrılışı ona bağımsızlığını ilan etmek konusunda cesaret verdi. Babam, evlilik niyeti karşısında bir şekilde alay eden arkadaşlarının, olay gerçekleştikten sonra açıkça alay etmeye cesaret edemeyeceklerini hissediyordu; böylece bazı zorluklardan sonra vasisinin ve daha kolaylıkla sevgilisinin babasının rızasını alıp niyetinden başka hiç kimseye bahsetmeden, yirmi yaşına geldiğinde Diana’nın kocası olmuştu. Onu tutkuyla seviyordu ve Diana’nın hassas şefkati onda Diana’dan başka hiç kimseyi düşünmesine izin vermeyen bir cazibe yaratıyordu. Üniversiteden arkadaşlarını kendisini görmeye davet etti ama ciddiyetsizlikleri midesini bulandırdı. Diana o zamana kadar onu oğlan çocukluğunun sınırları içinde tutan duvağı yırtmıştı; adam olmuştu ve akranlarının boş söz ve fikirlerine bir zamanlar nasıl katıldığına, onlar gibileri tarafından kınanmaktan bir an bile olsa korkabildiğine inanamıyordu. Eski dostluklarını döneklikten değil, aslında kendisine layık olmadıkları için gözden çıkardı. Diana tüm kalbini dolduruyordu, onunla birleşerek sanki yeni ve daha iyi bir ruha kavuşmuş gibi hissediyordu. O, yaşamın asıl amaçlarını öğrenirken akıl hocası Diana’ydı.
Onun pek sevgili dersleri sayesinde eskiden peşinden koştuklarını bir tarafa atarak, yavaş yavaş kendisi de etrafındakiler gibi bir erkek olmak, toplumun seçkin bir bireyi, bir vatansever, gerçeğe ve erdeme hayran, aydınlanmış biri olmak üzere şekilleniyordu. Diana’yı güzelliği ve sevecen tabiatı nedeniyle seviyor, ama onun üstün bilgeliği olarak addettiği özellikleri Diana’yı daha da çok sevmesine yol açıyordu. Birlikte ders çalıştılar, ata bindiler; hiç ayrılmadılar ve aralarına nadiren üçüncü birini kabul ettiler. Böylece zengin bir hayata doğan ve daima refah içinde yaşamış babam, bütün insanların alın yazısıymış gibi görünen muhtelif zorluk ve hayal kırıklıklarıyla karşılaşmadan mutluluğun zirvesine tırmandı; etrafındaki güneş ışığı ve güzel şekillere bürünen bulutlar, ilahî bir istikbal görüntüsü çizerek altlarında serili, saklı, çorak gerçekliği görmesini engelliyordu. Bu baş döndürücü noktadan habersiz, kendini saadeti için tebrik ederken bir anda mahvolacaktı. Evlenmelerinden on beş ay sonra ben doğdum ve doğumumdan birkaç gün sonra annem öldü. Babamın ablalarından biri bu dönemde yanındaydı. Babamdan neredeyse on beş yaş büyüktü ve babasının önceki evliliğinden dünyaya gelmişti. Babaları ölünce bu ablayı anne tarafı almıştı; birbirlerini nadiren görmüşlerdi ve mizaç olarak da epey farklıydılar. Sonrasında bakımına bırakıldığım bu hala bana sık sık bu felaketin, babamın güçlü ve tesir altında kalmaya müsait kişiliği üzerindeki etkisini anlatırdı. Annemin ölümünden, babamın gidişine kadar geçen sürede halam onun ağzından bir kelime bile çıktığını duymamıştı; çok derin bir melankoliye gömülmüştü, kimsenin farkında bile değildi; sık sık ve saatler boyunca gözlerinden yaşlar akar veya daha da ürkütücü bir kasvete kapılırdı.
Dışa dönük her şey onun nezdinde varlığını yitirmişti ve ancak tek bir durum onu hareketsiz ve dilsiz çaresizliğinden çıkarabilirdi: Beni asla görmeyecekti. Başka herkesin mevcudiyetine duyarsız görünürken, olur da halam duyularını uyandırmak için bir teşebbbüste bulunup beni odaya götürürse öfke ve dikkat dağılmasının tüm belirtilerini göstererek, ânında odadan dışarı fırlardı. Ay sonu geldiğinde birdenbire, (dolayısıyla) yanına hiçbir hizmetli almadan evini terk etti ve niyetini sözlü ya da yazılı olarak hiç kimseye bildirmeden ülkenin o bölgesinden ayrıldı. Halam onun akıbetiyle ilgili endişesinden ancak Hamburg’dan gelen bir mektupla kurtuldu.
On altı yaşıma kadar bana annemle babamı hatırlatan, onlardan kalan tek yadigâr o mektuba ne çok ağladım. “Sana verdiğim kaçınılmaz rahatsızlıktan dolayı beni affet,” diyordu, “ama her şeyin onun sonsuza kadar kaybettiğim ruhuyla nefes aldığı o mutsuz adadayken bir büyünün etkisi altındaydım. Büyü bozuldu: İngiltere’ye yıllarca dönmeyeceğim, belki de sonsuza kadar. Ama seni bu bencil duygunun beni tamamen esir almamış olduğuna ikna etmek için, sen gerekli gördüğün bütün ayarlamaları yapana kadar bu şehirde kalacağım. Burayı terk ettiğimde benden haber almayı bekleme; var olan bütün bağları koparmak zorundayım. Başıboş gezen biri olacağım, toplumdışı bir sefil yalnız! yalnız!” Mektubun başka bir bölümünde benden bahsediyordu: “Görmeye dayanamadığım ve bahsini geçirmekte bile zorlandığım o talihsiz küçük varlığa gelince, onu senin himayene bırakıyorum.
Ona iyi bak ve bağrına bas; günün birinde onu senin ellerinden alabilirim, ama istikbal karanlık, ona mutlu bir şimdi ver.” Babam Hamburg’da üç ay kaldı; orayı terk ettiğinde adını değiştirdi; halam yeni ismini asla bulamadı ve ancak silik ipuçları sayesinde Almanya ve Macaristan üzerinden Türkiye’ye gittiğini tahmin edebildi. Böylece kendisini tanıyıp değer verebilen herkeste ilgi ve büyük beklenti uyandıran bu yüce ruh sanki bir anda yok oluverdi. O andan itibaren sadece kendisi için var oldu. Arkadaşları onu bir daha asla kendilerine dönmeyecek parlak bir serap gibi hatırladılar. Yıllar geçtikçe eskiden olduğu şeyin hatırası silindi ve önceden arkadaşlarının ve onların umutlarının bir parçası olan o adam artık yaşayanlar arasında sayılmaz oldu.
2
Şimdi sıra benim hikâyemde. Hayatımın erken döneminden anlatacak pek az şey var ve fazla uzatmayacağım ama bir ümit kırıldığında bütün hayatın bir boşluğa dönüştüğü; tadını çıkarmama izin verilen yegâne yakınlığın infilak ettiği ve varoluşumun da birlikte sönüp gittiği pek bariz olan çocukluk yıllarımın üzerinde biraz durmama müsaade edin. Halamın babama hiç benzemediğini söylemiştim. İçinde kötülükten eser barındırmadığı halde insan göğsünü dolduran en soğuk kalbe sahip olduğuna inanıyorum
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Çağdaş Dünya Edebiyatı
- Kitap AdıMathilda
- Sayfa Sayısı68
- YazarMary Shelley
- ISBN9789750763496
- Boyutlar, Kapak13.5x21 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Konuşan Hayvanlar ~ Joni Murphy
Konuşan Hayvanlar
Joni Murphy
Sürekli bir yere yetişmeye çalışan kalabalıkların eksik olmadığı, sakinleri hayvanlardan oluşan bir şehir… Burada lemurlar espresso hazırlıyor, kuşlar posta taşıyor. Ayılar Wall Street’i mesken...
- İki Yıl Sekiz Ay Yirmi Sekiz Gece ~ Salman Rushdie
İki Yıl Sekiz Ay Yirmi Sekiz Gece
Salman Rushdie
İki yıl, sekiz ay ve yirmi sekiz gece. Parmak hesabı yaptığımızda bin bir gece. Çağımızın en usta anlatıcılarından Salman Rushdie, Şehrazad’ın masallarından aldığı motiflerle...
- Sunset Park ~ Paul Auster
Sunset Park
Paul Auster
Brooklyn, Paul Auster’ın her köşesini özümsemiş olduğu kendi coğrafyası. Bu romanı da, Florida’da başlamakla birlikte yine gelip Brooklyn’in Sunset Park semtinde düğümleniyor. Çocukça bir...