Jack London’ın, kendi hayatından izler taşıyan romanı Martin Eden, denizci bir gencin kişiliğinden ödün vermeden sınıf atlama çabalarını anlatır. Zengin bir ailenin kızına âşık olan Martin Eden, ona erişebilmek uğruna kendini ilme ve ünlü bir yazar olma hayaline adar; bu hayal uğruna takıntılı denilebilecek bir şekilde varını yoğunu ortaya koyar.
Edebiyat tarihinin kuşkusuz en özgün karakterlerinden biri olan Martin Eden, azmi ve zekâsıyla yalnızca işçi sınıfını değil dahil olmaya çalıştığı burjuva dünyasını da aşar. Böylece maskelerin ardında yatanı görür, toplumun gerçek yüzünü idrak eder. Neticede her iki sınıfa da ait olamamanın yorgunluğu, yazarlık serüveninde çektiği fiziksel ve ruhsal zorluklara eklenince Martin, derin bir yalnızlığa sürüklenir. Başarı sürecinin haşinliğinin sonunda başarının tatminsizliğiyle karşı karşıya kalır.
Jack London’ın başyapıtı olan bu trajik roman, okurlarını tıpkı Martin’in hayatı gibi macera dolu bir yolculuğa çıkarıyor.
*
I
Kapıyı anahtarla açan gencin peşi sıra içeri giren delikanlı, beceriksiz ve mahcup bir hareketle şapkasını çıkardı. Üzerinde denizin kokusunu taşıyan kaba saba giysiler vardı ve kendini içinde bulduğu geniş salona asla yakışmayan bir görüntü çiziyordu. Şapkasını ne yapacağını bilemeyip ceketinin cebine tıkıştırmaya çalıştığı sırada diğeri uzanıp şapkayı elinden aldı. Sessizce ve doğallıkla yapılmış bu hareketi mahcup delikanlı anlayışla karşıladı. “Farkında,” diye düşündü. “Ne mal olduğumu kesin anlayacak.”
Delikanlı, diğer gencin adımlarını takip edip omuzlarını sallayarak ve sanki düz zemin denizin kabaran, azgın dalgalarına kapılıp bir aşağı bir yukarı batıp çıkıyormuş gibi, farkında olmadan bacaklarını açarak yürüdü. Geniş boşluklar, yalpalayarak attığı adımlara dar geliyordu adeta; geniş omuzları kapı pervazlarına çarpacak ya da alçak şömine rafında duran bibloları ve süs eşyalarını yere devirecek diye ödü kopuyordu. Odadaki muhtelif eşyalar arasında bir o yana bir bu yana ürkek adımlarla yürüdü ve aslında sadece aklından geçen tehlikeler katlanarak arttı. Büyük bir piyano ve üzerinde yüksek bir kitap yığını duran orta masanın arasında yan yana altı kişinin yürüyebileceği kadar bir mesafe olmasına rağmen, delikanlı buradan geçmeye çalışırken titredi. İri kolları vücudunun her iki yanından gevşekçe aşağıya sarkıyordu. Ellerini kollarını nereye koyacağını bilemiyordu ve odada heyecanla gezinen gözleri, o kollardan birinin sanki her an masadaki kitaplardan birine sürünecekmiş gibi sallandığını fark edince ürkmüş bir at gibi sıçrayıp az kalsın piyano taburesine çarpıyordu. Önünde rahatça yürüyen genç adamı izledi ve ilk defa ondan daha farklı yürüdüğünü gördü. Bu kadar kaba ve hantal adımlarla yürümesinin verdiği utançla bir an yüreği sızladı. Alnında boncuk boncuk terler birikmişti; durdu ve güneşten yanmış yüzünü mendiliyle sildi.
Şaka yollu konuşarak heyecanını gizlemeye çalışıp, “Arthur, dur bakalım oğlum,” dedi. “Bu bana çok fazla geldi gerçekten de. İzin ver de bir cesaretimi toplayayım. Biliyorsun ki ben gelmek istemedim ve tahminimce senin ailen de beni görmek için yanıp tutuşmuyor.” “Sorun değil,” diye güven telkin edici bir karşılık verdi öteki. “Bizden çekinmemelisin. Basit, mütevazı insanlarız biz – bu da ne, bana bir mektup gelmiş.”
Arthur dönüp masaya doğru yürüdü, zarfı yırtıp açtı ve mektubu okurken yabancıya kendine gelme fırsatı vermiş oldu. Yabancı, amacını anlamış ve takdir etmişti. Şefkatli ve anlayışlı bir insandı; telaşlı görüntüsünün altında da cana yakın, sıcakkanlı bir yürek atıyordu. Alnını kuruladı ve gözlerinde, tuzağı hisseden vahşi hayvanların sergilediği gibi bir korku okunsa da, kendine hâkim bir yüz ifadesiyle etrafına bakındı. Etrafı bilinmeyenle kuşatılmıştı, kaygılıydı, ne yapacağını bilmez bir haldeydi, biçimsizce bir duruşu ve yürüyüşü olduğunun farkındaydı, bütün vasıfları, becerileri ve gücünü benzer biçimde yitirdiği korkusuna kapılmıştı. Çok hassas, iflah olmazcasına utangaç biriydi ve diğer gencin elinde tuttuğu mektubun üzerinden attığı neşeli ve kaçamak bakışlar bir hançer darbesi gibi içine işleyip yüreğini yakıyordu. O bakışı görmüş ama renk vermemişti çünkü öğrendiği şeylerden biri de disiplindi. Ayrıca o hançer darbesi gururunu incitmişti. Geldiği için kendine lanet etti, aynı zamanda da artık geldiğine göre ne olacaksa olsun başladığı işi sonuçlandırmaya karar verdi. Yüzünü ciddi bir ifade bürüdü ve gözlerinde bir mücadele ışığı belirdi. Etrafına daha kaygısızca, dikkatle gözlemleyen bakışlarla baktı ve içerideki güzelliklerin ve şıklığın her ayrıntısını beynine kazıdı. Gözleri fıldır fıldırdı, görüş alanındaki hiçbir şeyi kaçırmıyorlardı; karşılarında duran güzelliği içlerine sindirirken mücadele ışığı söndü ve yerini ılık bir parlaklığa bıraktı. Delikanlı güzelliğe duyarlıydı ve burada duyarlı olması için sebep vardı.
Bir yağlıboya tablo dikkatini cezp etti ve bir süre resme dikkatle baktı. Büyük bir dalga, denize doğru çıkıntı yapan bir kayaya çarpıp köpük köpük dağılıyordu; alçalan fırtına bulutları gökyüzünü kaplamıştı ve köpüklü dalgaların az ötesinde iki direkli, yelkenleri orsa giden, güvertesinin her ayrıntısı görülebilecek kadar yan yatmış bir kılavuz gemisi, fırtınalı bir günbatımında kabaran dalgalarla birlikte yükseliyordu. İşte, güzellik gözlerinin önündeydi ve karşı konulmaz bir biçimde onu çekiyordu. Biçimsiz yürüyüşünü unuttu ve tabloya daha da, iyice yaklaştı. Güzellik tuvalin üzerinden yavaş yavaş kayboldu. Şaşkınlığı yüzünden okunuyordu. Sanki özensizce oraya bulaştırılmış boya lekesi gibi bir görüntüye dik dik baktıktan sonra tablodan uzaklaştı. Tüm o güzellikler derhal tuvalin üzerinde yeniden belirdi. İlk anda, “Hileli bir resim,” diye düşündü; ama bu düşünceyi hemen aklından çıkarırken bir yandan da edindiği pek çok izlenim arasında, bir hile yapmak için bu kadar güzelliğin feda edilmesine öfke duyacak kadar zaman bile buldu. Resimden anlamıyordu. İster yakından ister uzaktan bakılsın, her zaman belirgin ve pürüzsüz, renkli taşbaskılarla büyümüştü. Dükkânların vitrinlerinde yağlıboya tablolar görmüştü görmesine ama vitrin camları hevesli gözlerinin resimlere çok fazla yaklaşmasını engellemişti.
Etrafa göz atarken mektubu okuyan arkadaşını ve masadaki kitapları gördü. Açlıktan kırılan bir adamın yiyecek gördüğünde gözlerinin özlem ve arzuyla parlaması gibi özlem ve arzu dolu bakışlarla parladı gözleri. Omuzlarını bir sağa bir sola sallayıp yalpalayarak attığı uzun ve fevri adımlarla masaya yaklaştı ve kitapları sevgi ve şefkatle eline aldı. Başlıklarına ve yazarların isimlerine göz attı, içlerinden kısa bölümler okudu, ciltli kitapları gözleriyle ve elleriyle okşadı ve aralarında okumuş olduğu bir kitaba rastladı. Geri kalanlar yabancısı olduğu kitaplarla tanımadığı yazarlardan ibaretti. Swinburne’ün bir kitabına denk geldi ve nerede olduğunu unutup, gözlerini satırlardan ayırmadan, yüzünde bir coşkuyla okumaya başladı. Yazarın ismine bakmak için araya işaretparmağını koyup iki kez kitabın kapağını kapadı. Swinburne! Bu ismi hatırlayacaktı. O adamın gözleri vardı, hiç kuşku yok ki rengi ve yanıp sönen, parlayan ışığı görmüştü. Fakat Swinburne de kimdi? Şairlerin çoğu gibi acaba o da yüz yıl kadar önce ölmüş müydü? Yoksa hâlâ hayatta mıydı ve yazıyor muydu? Baş sayfaya döndü… Evet, şair başka kitaplar da yazmıştı; sabah ilk iş olarak halk kütüphanesine gidip Swinburne’ün başka eserlerini bulmaya çalışacaktı. Tekrar kitaba döndü ve kendini kaybetti. Arthur’un, “Ruth, bu Mr. Eden,” diyen sesini duyana kadar odaya genç bir kadının girdiğini fark etmemişti.
Kitabı işaretparmağının üzerine kapadı ve daha dönüp bakmadan ilk anda kızın değil ama ağabeyinin sözlerinin yarattığı etkiyle büyük heyecan duydu. O kaslı vücudunun altında titreyen, duyarlı bir kütle vardı. Dış dünyanın bilinci üzerindeki en ufak tesiriyle birlikte düşünceleri, anlayışı ve duyguları parlayan bir alev gibi sıçrayıp dans ediyordu. Olağanüstü bir hızla kavrayan, hassas biriydi; bir yandan da sürekli çalışan hayal gücü benzerlikler ve farklılıklar arasında ilişki kuruyordu. Yüreğini hoplatan, “Mr. Eden” ifadesiydi. Oysa hayatı boyunca “Eden” ya da “Martin Eden” veya sadece “Martin,” diye hitap edilmişti kendisine. Peki ya “Mr!” Şüphesiz büyük başarı bu, diye bir yorumda bulundu içinden. Zihni sanki anında muazzam bir karanlık odaya döndü ve hayatından kesitler, gemilerdeki buhar kazanları ile üst güvertelerin, kamplar ile kumsalların, hapishaneler ile meyhanelerin, bulaşıcı hastalıklar hastaneleri ile yoksul semtlerin sokaklarının bitmek tükenmek bilmez görüntülerinden oluşan bir film şeridi gibi bilincinin etrafında sıraya dizilerek gözlerinin önünde canlandı; görüntülerin arasındaki bağlantı, bu farklı durumlarda kendisine nasıl hitap edildiğiydi.
Sonra dönüp kızı görünce, beyninde vızır vızır dolaşan hayalî görüntüler kayboldu. Kocaman mavi gözleri ve altın sarısı gür saçlarıyla, solgun, sanki bu dünyaya ait olmayan ruhani bir yaratıktı bu kız. Martin kızın nasıl giyindiğinin farkında değildi fakat elbisesi de kendisi kadar harikaydı. Martin onu ince bir dalın üzerinde açmış soluk, altın renginde bir çiçeğe benzetmişti. Hayır, o bir ruhtu, bir melek, bir tanrıçaydı; böylesine ulu bir güzellik dünyevi olamazdı. Belki de kitaplarda yazanlar doğruydu ve toplumun daha üst kesimlerinde onun gibi birçok kız vardı. Şu Swinburne denen adamın şiirlerinde pekâlâ bahsi geçmiş olabilirdi bu kızın. Kim bilir belki de şurada, masanın üzerinde duran kitaptaki Iseult’u betimlerken şairin zihninde onun gibi bir kız canlanmıştı. Tüm bu görüntü, duygu ve düşünce zenginliği birdenbire ortaya çıkmıştı. Martin’in hareket ettiği yerde gerçeklik de duraksayıp ara vermeden sürüyordu. Kızın elinin kendi eline doğru uzandığını gördü ve el sıkışırlarken kız, bir erkek gibi içtenlikle doğrudan gözlerinin içine baktı. Tanıdığı kadınlar böyle el sıkışmazlardı. Hatta çoğu el bile sıkışmazdı. Sürüyle çağrışım, geçmişte kadınlarla nasıl tanıştığıyla ilgili hatıralar canlanıp sel baskını gibi zihnine üşüştü. Fakat tüm bu hayalleri bir yana bırakıp ona baktı. Daha önce asla böyle bir kadın görmemişti. Tanıdığı o kadınlar! Onun sağına ve soluna hemen tanıdığı kadınları sıraladı. Hiç bitmeyecekmiş gibi süren bir saniye boyunca bir resim galerisinin ortasında durdu; karşısındaki kız bu galerinin tam merkezindeydi, etrafında da birçok kadın tasviri, onun ağırlığı ve ölçüleriyle kıyaslanarak anlık bir bakışla tartılıp ölçülen kadınlar vardı. Fabrikalarda çalışan zayıf, hastalıklı suratlı kızları ve pazar yerinin güneyindeki o şamatacı kızları gözünün önüne getirdi. Büyükbaş hayvan çiftliklerindeki kadınlar ve eski Meksika’nın yanık tenli, sigara içen kadınları vardı bu galeride. Sonra bunların yerini ahşap takunyaları üzerinde çıtkırıldım adımlarla yürüyen oyuncak bebek misali Japon kadınları; narin yüz hatlarına sahip, soysuzluk damgası yemiş Avrasyalılar; Güney Pasifik adalarının, başlarına çiçeklerle örülmüş taçlar takan esmer tenli, etine dolgun kadınları aldı. Sonra, tuhaf ve berbat bir kâbusu andıran kadınlar düşüncelerini işgal edince tüm bu görüntüler bir anda yok oluverdi: Whitechapel’ın kaldırımlarında ayaklarını sürüyerek dolaşan pasaklı yaratıklar, genelevlerde çalışan, karınları cinden davul gibi şişmiş acuzeler, ucube dişiler kisvesi altında denizcileri sömüren gaddar, rezil, küfürbaz cehennem yandaşları, limanların döküntüleri, insan çukurunun pislikleri ve süprüntüleri.
Kız, “Oturmaz mısınız Mr. Eden?” diyordu. “Arthur bize bahsettiğinden beri sizinle tanışmak için sabırsızlanıyordum. Ne kadar da cesurca bir…”
Martin alçakgönüllü bir tavırla itiraz edip elini sallayarak yaptığının hiç de önemli bir şey olmadığını ve yerinde kim olsa aynı şeyi yapabileceğini mırıldandı. Kız, Martin’in salladığı elinin bazıları henüz taze, bazıları iyileşmeye yüz tutmuş çizik ve sıyrıklarla dolu olduğunu fark etti; boşta sallanan diğer eline baktığında onun da aynı durumda olduğunu gördü. Ayrıca, bir anlığına dikkatle baktığında yanağında bir yara olduğu da gözünden kaçmamıştı. Bir başka yara izi alnına düşmüş perçemlerinin altından sırıtıyor, bir üçüncüsü ise kolalanmış yakasının altına inip kayboluyordu. Kız, Martin’in yakasının bronzlaşmış boynuna sürtünerek meydana getirdiği yara izini belli eden kırmızı çizgiyi görünce gülümsemesini bastırdı. Belli ki Martin sert yakalara alışkın değildi. Aynı şekilde, kadınlara özgü bakışıyla delikanlının üzerindeki kıyafetin ucuz, estetikten yoksun kesimini, omuz kısmı boydan boya kırışan ceketi ve şişmiş pazılarının belirtisi olan kol kısımlarındaki bir dizi kırışıklığı dikkatle süzüp inceledi.
Martin elini sallayıp hiçbir şey yapmadığını mırıldanırken bir yandan da kızın ısrarlı isteğine uyarak bir koltuğa oturmaya çalışıyordu. Martin, kızın nasıl da büyük bir rahatlıkla oturduğuna hayran olacak zamanı buldu, sonra biçimsiz duruşunun farkında olmasının verdiği eziklikle kızın karşısındaki bir koltuğa doğru yalpalayarak yürüdü. Bu onun için yeni bir deneyimdi. O zamana dek, yaşamı boyunca çizdiği görüntünün zarif mi yoksa biçimsiz mi olduğunun hiç bilincine varmamıştı. Kendisiyle ilgili bu gibi düşünceler asla aklından geçmemişti. Yavaşça koltuğun köşesine oturdu. Elleri ona çok sıkıntı veriyordu. Onları nereye koysa engel teşkil ediyorlardı. Arthur odadan ayrılıyordu; Martin Eden onun kapıdan çıkışını can atan gözlerle izledi. Odada o soluk benizli ruh gibi kadınla yalnız kalınca kendini boşlukta ve şaşkın hissetti. Etrafta bir içki isteyecek bir barmen ya da bir kutu bira alması için köşedeki bakkala gönderilecek küçük bir çocuk, dolayısıyla da arkadaşça, tatlı bir sohbeti başlatıp ortamı ısıtacak sosyal bir içecek yoktu.
Kız, “Boynunuzdaki yara izi ne kadar da büyük Mr. Eden,” diyordu. “Nasıl oldu? Eminim esaslı bir macera yaşamışsınızdır.”
Kuruyan dudaklarını tükürüğüyle ıslatan ve boğazını temizleyen Martin, “Eli bıçaklı bir Meksikalı, Miss,” diye cevap verdi. “Öylesine bir kavgaydı işte. Bıçağını elinden kaptıktan sonra burnumu ısırıp koparmaya kalktı.”
Martin dobra dobra başından geçenleri anlatırken, Salina Cruz’daki o sıcak, yıldızlı gece, beyaz sahil şeridi, limandaki şeker taşıyan buharlı gemilerin ışıkları, sarhoş gemicilerin uzaklardan işitilen sesleri, itişip kakışan liman işçileri, Meksikalının suratındaki o ateşli, tutku dolu ifade, yıldızların ışığı altında parlayan canavarca bakışlar, çeliğin boynuna batıp canını yaktığı ve kanın beynine hücum ettiği o an, kalabalık ve yükselen bağırışlar, Meksikalıyla kapışıp birbirlerine kenetlenerek ve kumların üzerinde üstlerini başlarını yırtarak yuvarlanmaları tüm canlılığıyla gözlerinin önüne geldi, uzaklardan bir yerlerden gelen o yumuşak gitar tınısı kulaklarında yeniden yankılandı. Manzara buydu ve anısı Martin’i heyecanlandırmıştı; duvardaki kılavuz gemisi resmini yapan adamın bu manzarayı da resmedip resmedemeyeceğini merak etti. Beyaz kumsal, yıldızlar ve şeker yüklü gemilerin ışıklarının harika görüneceğini düşünüyordu; kumsalın ortasında ise, kıyasıya kapışan iki adamın etrafını karaltılardan ibaret bir grup insan sarmıştı. Martin, bıçağın da resimde bir yer işgal etmesi gerektiğine karar verdi; hatta, yıldızların ışığı altında parlayarak güzel bir görüntü arz edecekti bıçak. Fakat yaşadıklarını aktarırken bunlara dair hiçbir imada bulunmamıştı. “Burnumu ısırıp koparmaya kalktı,” diye kestirip attı.
“Ya,” dedi kız cılız, güçbela duyulan bir sesle ve Martin kızın narin yüzündeki şaşkınlığı fark etti.
Bizzat Martin de şaşırmıştı ve güneşten yanmış yanakları mahcubiyetten belli belirsiz kızarmıştı; ama ona göre geminin kazan dairesinin açık ocak kapağından vuran sıcaklığa maruz kalmışçasına yanıyordu yüzü sanki. Bir hanımefendiyle sohbet ederken dalaşma ve bıçaklama gibi iğrenç konulardan söz etmek yakışık almazdı doğrusu. Kitaplardaki ya da kızın yaşadığı kesimdeki insanlar bu gibi mevzuları konuşmazlardı; hatta belki de bunlardan haberdar bile değillerdi.
Başlatmaya çalıştıkları sohbet kısa bir müddet duraksadı. Ardından, kız çekinerek Martin’in yanağındaki yara izini sordu. Kızın soru sorduğu sırada bile onun kendi lisanından konuşmaya çaba gösterdiğini fark eden Martin ise bilakis bundan kaçınıp kızın lisanından konuşmaya kararlıydı.
Elini yanağına götürüp, “Basit bir kazaydı,” dedi. “Bir gece, deniz dalgalıyken, önce ana platform vinci, ardından da halat takımı rüzgâra kapılıp uçtu. Vinç telden yapılmıştı ve bir yılan gibi sağa sola savruluyordu. Tüm vardiya onu yakalamaya çalışıyordu, ben de düşünmeden araya girip tutmaya çalışırken tel yüzümde bir şamar gibi patladı.”
“Ya,” dedi kız, bu kez anladığını vurgulayarak; ama belli etmese de aslında Martin’in konuşmasına o kadar yabancı kalmıştı ki, içten içe ana platform vincinin ne olduğunu ve şamar gibi patlamanın ne anlama geldiğini merak ediyordu.
Martin planını uygulamaya çalışarak ve “i” harfini uzatarak, “Şu Swineburne denen adam,” diye söze girdi.
“Kim?”
Aynı telaffuz hatasını yaparak “Swineburne,” diye tekrarladı Martin. “Şair.”
….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıMartin Eden
- Sayfa Sayısı496
- YazarJack London
- ISBN9789750738326
- Boyutlar, Kapak13x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Yıldırım Nikâhı ~ Cathy Maxwell
Yıldırım Nikâhı
Cathy Maxwell
Tutkular Aşka, Yalanlar sevgi dolu sözcüklere dönüşebilir mi? Her genç kız Londra sosyetesine tanıtılmanın, en özel balolara gitmenin, muhteşem elbiseler giyerek pırıltılı mücevherler takmanın...
- N veya M ? ~ Agatha Christie
N veya M ?
Agatha Christie
İkinci Dünya Savaşı’nda Kraliyet Hava Kuvvetleri, Luftwaffe savaş uçaklarını İngiltere sınırlarının dışında tutmaya çalışırken düşman içeride sinsi bir tehdit oluşturmaktadır. Nazi casusları sıradan vatandaş...
- İki Şehrin Hikâyesi ~ Charles Dickens
İki Şehrin Hikâyesi
Charles Dickens
İki Şehrin Hikâyesi Fransız Devrimi’nin şiddet ve coşku atmosferini Paris ve Londra ekseninde ele alır. Aristokrasinin halka zulmünü de; devrim yanlılarının, intikam dürtüsüyle kirlenmiş...