Genç adam, şapkasını çıkarmış, anahtanyla kilidi açmaya çalışan adamı izliyordu. Sonunda kilit açıldı ve önündeki adamı izleyerek odaya girdi. Kaba ve üzerine denizin kokusu sinmiş elbiseleriyle, bulundukları odaya hiç de uyumlu değildi. Elinde şapkası, ayakta bir an ne yapacağını bilmeden durdu. Diğer adam şapkayı ondan aldı ve başka bir kapıyı açarak, işarette kendisini takip etmesini istedi.
Genç adam, kendine hoş yürüyüşü ile sallanarak diğer adamı izlemeye başladı. Geçtikleri geniş odalar onun sallantılı yürüyüşü için çok dar göründü gözlerine. Geniş omuzla-rıyla, bir kapıya çarpacak ya da odaların değişik yerlerine serpiştirilmiş süs eşyalarını devirecek diye ödü kopuyor, her adımıyla biraz daha terliyordu, içinde yükselen panik havasım yatıştırmaya çalışırken az kalsın kütüphane rafını deviriyordu ki, ürkmüş bir at gibi geriye sıçradı. Önünde rahat adımlarla yürüyen arkadaşım, kendi kaba yürüyüşü ile izlerken durdu ve ter içinde kalmış yüzünü mendiliyle sildi.
“Dur hele, Arthur oğlum” dedi, heyecanını şakacı bir konuşma ile maskelemeye çalışarak. “Arkadaşını bu kadar çok fazla yorma. Kendimi toparlamam için bir fırsat ver. Biliyorsun ki ben buraya gelmek istemedim. Ve sanırım ailen de benimle tanışmak için pek de hevesli değiller.” Cevap güven vericiydi:
“Bizlerden bu kadar korkmamalısın. Kendi halinde, zararsız insanlarız biz.”
Masaya doğru yürüdü, masadaki mektubun kendine gelmiş olduğunu gördü. Ve heyecanla mektubu alıp zarfı yırtıp açtı. Sonra arkadaşına kendini toparlaması için fırsat vererek, mektubu okumaya başladı. Genç adam da bu mola fırsatını kaçırmadı. Ürkmüş dış görünümü altında, karşısındakinin duygularım anlama ve ona uyum sağlama arzusu vardı. Bilinmeyenlerle çevrelenmiş, olabileceklerden kuşkulu, ne yapması gerektiğini bilmez durumdaydı. Yürüyüş ve duruşunun kaba saba olduğunun bilincinde, bütün yeteneklerinin de benzer duruma düşmüş olması korkusu içindeydi. Çok sıkılıyordu ve diğerinin mektubun üzerinden ona gizlice attığı bakışlar içine bir hançer gibi battı. O hançer batışı, gururuna dokundu. Buraya geldiği için kendine çok kızdı. Yine de gelmiş olduğuna göre ne olursa olsun sonuna kadar sürdürmeye karar verdi. Yüzünün çizgileri sertleşti ve gözlerinin içine savaşçı bir ışıltı geldi. Çevreyi daha kaygısızca, inceleyen tavırla baktı. İçerdeki güzelliklerin bütün ayrıntıları hafızasında yer etti.
Bir yağlı boya tablosu onu kendine çekti ve bırakmadı. Köpüklü dalganın bir kayaya çarparak çıkarttığı görüntünün resmi idi bütün ilgisini çeken; alçak fırtına bulutlan gökyüzünü kaplamıştı; dalgaların kırılma çizgisinin ötesinde çift direkli bir kılavuz yelkenli, rüzgâra baş vermiş, güvertesin-deki tüm ayrıntılar görünebilecek biçimde yan yatmış, fırtınalı bir günbatımını anlatan bu resimdeki ihtişam genç adamı çok etkiledi. Tabloya daha da yaklaştı. Yaklaştıkça tuvaldeki güzellik silinip gitti. Dikkatsizce bulaştırıp sıvanmış gibi görülen boyaları bir süre süzdü, sonra tablodan uzaklaştı, ve tuvaldeki tüm güzellikler geri geldi. “Hileli bir resim,” diye düşünerek, böylesine büyük bir güzelliğin bir aldatmaca için harcanmış olmasına karşı öfkelendi. Tablolardan anlamıyor, uzaktan ya da yakından her zaman belirli ve keskin görünümlü, renkli ve siyah beyaz taş basması resimler arasında büyümüştü. Gerçi dükkânların vitrinlerinde yağlı boya tabloları görmüş, ama vitrin camlan gözlerinin tabloya çok fazla yaklaşmasını önlemişti.
Kendiliğinden atılan geniş bir adım, vücudunun sağa sola sallanışı onu, üzerindeki kitapları sevgiyle ellemeye başladığı masaya getirdi. Başlıklara ve yazar isimlerine baktı, ciltleri elleri ve gözleriyle okşayarak parçalar okudu. Oradaki bir kitabı hatırladı, çünkü daha önce okumuştu. Diğerleri tanımadığı yazarlara ait kitaplardı. Swinburne’un bir cildini aldı; bir an nerede olduğunu unutup kitabı başından okumaya başladı. Gözlerinin içi parlıyordu. Yazarın adına bakmak için işaret parmağını araya koyarak kitabı kapadı. Swinburne! Bu ismi unutmayacaktı. Ama Swinburne kimdi? Şairlerin çoğu gibi yüz yıl önce falan ölmüş müydü? Ya da halâ yaşıyor ve yazıyor muydu? Baş sayfaya döndü, evet başka kitaplarda yazmıştı. Buna çok sevindi ve sabahleyin ilk iş olarak bir kütüphaneye gidip Swinburne’nin bütün kitaplarını almaya karar verdi.
Arthur’un, “Ruth, bu Bay Eden,” dediğini duyduğu zaman, kendine geldi.
Kitap işaret parmağının üzerine kapandı. Ağabeyin sözlerinin bıraktığı heyecanla ürperdi. Adaleli bedeni altında, her şeye duyarlı bir kişi idi. Olağanüstü bir biçimde algılayıcı ve yaratıcıydı, sürekli benzerlik ve farklılık ilişkileri kurarak kavramaya çalışırdı. Onu heyecanla ürpertmiş olan “Bay Eden” sözüydü. “Bu kuşkusuz iyi bir şey,” diye geçirdi içinden. Kafası bir anda çok büyük bir fotoğraf makinesinin karanlık bölmesine dönmüş gibiydi ve hayatından bazı kesitleri, çevresini kuşatmış olarak gördü. Ocak ağızları, gemi kamaraları, kumsallar, zindanlar, izbe meyhaneler, hastaneler, kenar mahalle sokakları bir film şeridi gibi gözümün önünden geçti.
Arkasını döndü ve kızı gördü. Görüntüler bir anda kayboldular. O, geniş mavi güzel gözleri ve sapsarı saçlarının zenginliği ile solgun, güzel bir kızdı.