Mart Şehitleri şüphe götürmeyen belgesel öğeler ile ince ince örülmüş bir kurmacayı, siyasi olayların karanlığı ile gündelik hayatın parıltılı anlarını aynı yörünge üzerinde hareket ettiren bir polisiye.
1933 yılının ilk ayları. Nazilerin seçim zaferleriyle çalkalanan Almanya’da herkes birbirinden şüphe etmeye başlamıştır. Reichstag yangını, ihbarlar, tutuklamalar, gazeteler üzerindeki baskı, işkenceler ve ölümler… Tüm bunlar olurken Birinci Dünya Savaşı’nda yaşanan tuhaf olaylarla ilgili cinayetler işlenir. Delici bir aletle korkunç biçimde öldürülen gaziler, hastaneden kaçıp işleri karıştıran bir kadın, savaş suçları, yazdığı romanla ünlenmeye çalışan tekinsiz bir teğmen…
Volker Kutscher, komünist ve Yahudi avına çıkan siyasi şube ile artık çalıştıracak dedektif dahi bulamayan cinayet masası arasında mekik dokuyan Gereon Rath’ın beşinci vakasında siyasi polisiye türünün ustası olduğunu bir kez daha kanıtlıyor.
“Kutscher’in tarihsel polisiyeleri, bir şanstır. Yazar, bir tarihçinin bilgisiyle, dramatürjik beceriyle ve roman karakterlerini titiz bir şekilde yöneterek anlatmayı biliyor. Karmaşık bir olay örgüsü kuruyor. Karmaşık fakat karışık değil.”
Frankfurter Allgemeine Zeitung
BİRİNCİ BÖLÜM
Ateş
25 Şubat 1933, cumartesi gününden
2 Mart 1933, perşembe gününe kadar
Bir zamanlar bir süvari vardı,
Yârini bütün bir yıl severdi,
Bütün bir yıl ve çok daha uzun,
Hiç bitmeyen bir aşktı.
– ALMAN HALK ŞARKISI, 18. YÜZYIL
Ateş, aynı anda hem ışık, hem de ısıdan oluşan bir tezahürdür. Katı ya da sıvı maddelerde ortaya çıktığında kor, gazlarda
ortaya çıktığında alev adı verilir.
– MEYERS GROSSES KONVERSATIONS-LEXIKON, 1905
1
Adam banliyö tren hattının çelik kolonlarından birinin gölgesinde, kısa bir uykuya dalmış gibi, çenesi göğsüne düşmüş oturuyordu. Üzerinde eski, yamalı bir asker kaputu, bir tozluk ve delik deşik eldivenler vardı; kalın bir yün takkeyi alnına iyice indirmişti. Öylece kıvrılmıştı, sarhoşluğunu üzerinden atmak için uyuduğu sanılabilirdi.
Wilhelm Böhm, sert ve buz gibi bir rüzgârın başından süpürüp almaya çalıştığı melon şapkasını mecburen eliyle tutuyordu.
Nollendorfplatz’da, tam banliyö tren hattının altında, yukarı çıkan merdivene taş atımlık mesafedelerdi, ama belli ki buna rağmen günlerden beri kimse cesedin farkına varmamıştı ya da en azından kimse hava sıcaklığı sıfırın altındayken sokakta yatan cansız bir beden için polisi aramaya gerek görmemişti. Diz çökerken Böhm nefesini tuttu. İncelemek istediği bu cesedin koktuğunu tahmin ediyordu; bir sokak serserisi, Berlin sokaklarını dolduran ve sayıları yıldan yıla artan aylaklardan biri işte. Nefes almaya devam edebilmek için başkomiserin kaşkolunu hakikaten burnuna bastırması gerekti, çünkü soğuğa rağmen, yıllardır sokaklarda yaşayan bir insanın kokusu yayılıyordu cesetten: kurumuş ter, üre, alkol.
Ayakkabılarından yün takkesine kadar, bu hareketsiz bedenin her tarafı güvercin dışkısından oluşan ince ve pis bir tabakayla kaplıydı. Tepelerindeki çelik kirişlerden gurultular duyuluyordu. Kirişlerin arasına sayısız güvercin, adeta devamlı iz bırakan bir koloni yerleşmişti: Etraflarındaki kaldırım taşları da pislik içindeydi. Yolcuların, en azından o bölgeyi tanıyanlarının, oradan uzak durması ve köprünün altından geçmek için başka bir noktayı tercih etmesi anlaşılır bir durumdu.
Nollendorfplatz’da her gün volta atan bir toplum polisi nihayet –kaç gün sonraydı acaba?– ölen adamın altındaki kan gölünü fark etmiş ve Merkezî Cinayet Masası’nı alarma geçirmişti. Başpolis Breitzke’nin kendi karakoluna rahatsızlık vermeden bu cesetten kurtulmayı başarmış olmaktan memnuniyet duyduğu yüzünden belliydi. Su yüzü görmemiş bir evsizin ölümünü soruşturmak hiçbir polisin işine gelmezdi; 174. karakoldakiler de buna meraklı değildi.
Kaşkoluyla burnunu ve ağzını kapatan Böhm cesedi inceledi. Cesedin burnunun sol deliğinden çıkan kan kaldırıma kadar incecik akmış, orada bir birikinti oluşturmuş ve çoktan pıhtılaşmıştı. Belki de donmuştu, bu soğukta bunu kesin olarak söylemek mümkün değildi. Akarken kaputun üzerinden geçtiği yerlerde kan büyük ölçüde kumaşın dokusuna sızmıştı.
Parmak uçlarıyla ölünün ceplerini yoklayan Böhm eski, paramparça ve hatta adeta sahibi yakmak istemiş de, ancak köşesine çakmak tuttuktan sonra caymış gibi, bir ucu hafifçe yanmış bir asker kimliği buldu. Başkomiser yağ içindeki, katlanmış ve yıpranmış bu belgeyi açtı. Lekeli karton parçasının üzerindeki bilgiler 20 Mart 1894’te Hagen/Vestfalya doğumlu yedek asker Heinrich Wosniak’ın Ağustos 1915’te doğu cephesinde, kısa bir süre sonra Flamanya’ya kaydırılan 1. Yedek Piyade Alayı’na katıldığını gösteriyordu. Siper savaşları cehennemini sağ salim atlatmış, ama yine de asker kaputu içinde ölmüştü. Berlinli dilencilerin büyük bir kısmı asker kaputu giyiyordu. Birçoğu korkunç şekilde sakatlanmış bu adamların savaştan beri üzerlerinden çıkarmadığı bir giysiydi bu. Sağlıklarını anavatanları uğruna feda etmişlerdi, ama bu şimdi kimsenin umurunda değildi. Para dilendikleri insanların bakışlarından bile acıma duygusundan ziyade rahatsızlık duygusu akıyordu. Bu adamların kendi kemiklerini cephe gerisinde kalmış birilerinin vatan aşkı yüzünden heba ettiğini düşünüp minnettarlık duyan filan da yoktu.
“Delil toplamaya başlayayım mı, başkomiserim?”
Böhm gözlerini kaldırdı. Karşısında, onunla beraber Nollendorfplatz’a gelen iki adamından biri olan ve bu soğuk şubat gününde soluğu ağzından dumanlar halinde çıkan Kriminal Sekreter Gräf duruyordu. Bir stenografı bile çok görmüşlerdi; sadece kriminal sekreteri ve bir komiser adayını yanına katmışlardı. Başkomiser ağır bedenine abandı ve dikildi. Cesedin etki alanından kurtulur kurtulmaz daha rahat nefes alıp vermeye başlamıştı.
“Başlayın, Gräf. Kronberg’in adamları daha Wedding’de, onlardan ümit yok.” Böhm, kriminal sekreterin elindeki delil toplama çantasını işaret etti. “Yani, elimizdeki imkânlarla yetineceğiz. Önce bir etrafa bakın, bakalım bir şey bulabilecek misiniz? Ne bileyim, sigara izmariti veya ayak izi gibi bir şeyler… Şansımıza bu bölgeye fazla gelip giden yok, yani kaldırımdaki her iz bir ipucu olabilir.”
Gräf çantayı yere bırakıp çıtlata çıtlata kilitlerini açtı. “Ya parmak izleri?” diye sordu bir yandan da.
“Onu ben hallederim. Çelik kirişlerde bazı izler olabilir. Gerçi başka bir iz bile olmayabilir. Böyle günlerde kim sokağa eldivensiz çıkar ki?” Böhm sağına soluna baktı. “Steinke nereye kayboldu?”
“Galiba fotoğraf makinesini arabanın bagajından çıkarmaya çalışıyor.”
Reinhold Gräf bir dizi işaret etiketi ve bir avuç delil torbasıyla çalışmaya koyulurken, Böhm de toplum polisine döndü.
“Heinrich Wosniak ismi size bir şey ifade ediyor mu?”
“Burada sürünen tiplerin ismini ben nereden bileyim?”
“Ölen adamı daha önce hiç gördünüz mü?”
“Nasıl?”
“Burası sizin bölgeniz değil mi? Daha önce de buralarda oturmuş, bir yerlerde dilenmiş, parktaki bir bankta filan uyumuş olabilir mi? Bu tür şeyler.”
Başpolis Breitzke omuz silkti. Berlin ağzıyla, “Önce yüzünü görmem lazım,” dedi.
Böhm başını salladı. Ölünün başı o denli göğsüne gömülmüş, keçeleşmiş saçları o denli alnına sarkmıştı ki, suratı görünmüyordu.
“Adamı ancak delil toplama işlemi bittikten sonra kımıldatabiliriz. O zamana kadar buradan ayrılmamanızı rica edeceğim.”
“Durun bir dakika!” Breitzke’nin can sıkıntısı sanki bir anda uçup gitmişti. Cesedin takkesinin alt kısmında görünen, nasırlaşmış yaralarla kaplı cildini işaret ediyordu. “Bu Patates olabilir. Zaman zaman Nolle’de, metronun orada bekler, gelen geçenden para koparmaya çalışır.”
“Buradaki tiplerin isimlerini bilmediğinizi sanıyordum.”
“Sadece bir lakap zaten.”
“Patates…” dedi Böhm. “Yani gerçek adını bilmiyor musunuz?”
“Hayır dedim ya.”
“Fotoğrafları çekilir çekilmez suratına dikkatle bir bakın. Belki hakikaten odur.”
Başpolis Breitzke pek memnun kalmış görünmese de, başıyla olur dedi.
Böhm birisinin alçak sesle küfür ettiğini işitti. Komiser Adayı Steinke kullanışsız fotoğraf makinesini kolunun altına kıstırmış, ağır ayaklığı omzuna atmış, yaklaşıyordu. Böhm, dershaneden çıkar çıkmaz ayağının tozuyla Kale’ye gelen bu hukuk mezununun bir gün herhangi bir işe yarayacağından artık umudunu kesmişti. Kriminal poliste geçirdiği bir yılın ardından bile komiser adayı hâlâ çaylak gibiydi. Bir tek rütbeleri ve maaş basamaklarını gayet iyi öğrenmişti. Buna rağmen Steinke’nin sınavı başarıyla geçme ihtimali vardı. Ardından da komiser olarak, çok daha iyi bir kriminalist olmasına rağmen komiserlik sınavına girmek için gerekli ihtirasa sahip olmayan Gräf gibi adamların üstü olacaktı. Böhm’ün tek umudu Steinke’nin sınavda çakmasıydı. Alex’te yeteri kadar yeteneksiz kriminal komiser vardı çünkü.
“Demek nihayet geldiniz, Steinke.”
“Kendimi katır gibi hissediyorum,” diyen komiser adayı ayaklığı yere attı. Ölünün yanına gidip, cansız kütleye, sanki sokakta ezilmiş bir köpekmiş gibi hafif bir tekme salladı.
“Sen ne yaptığını sanıyorsun be?”
“Sadece bu ayyaşın sarhoş mu, yoksa hakikaten ölü mü olduğunu anlamaya çalışıyordum.”
“Ölmüş olmasa burada olmazdık herhalde!” dedi Böhm. “Delil toplama işlemi bitmeden olay yerinde hiçbir şeyi ellemememiz gerektiğini artık öğretmiyorlar mı?”
“Öğretiyorlar ama…”
“O bir yana, ölmüş bir insana da, bir zahmet, daha fazla saygı gösterin!”
“Yapmayın sayın başkomiserim, serserinin biri, bir… Ayyaş. Aslında böyle biri için neden kalkıp buraya kadar gelmek zorunda olduğumuzu da merak ediyorum ben.”
“Bu da ne demek? Böyle biri ölümünün nedenini araştırmamızı hak etmiyor mu, demek istiyorsunuz?”
“Aklıma geldi sadece.”
“Siz en iyisi, düşünmeyi filan bırakın da, fotoğraf makinesini kurup işinizi yapın. Artık biraz yol alalım.”
Steinke bir an bir şey söylemek ister gibi ağzını araladı, ama tam o sırada üstlerindeki metro istasyonuna bir tren girdi. Çeliğin çıkardığı gürültü söylenen bütün sözcükleri duyulmaz kıldı. Komiser adayı elinin tersiyle bir hareket yapıp ayaklığı açmaya koyuldu.
Böhm delil çantasından kurum, fırça ve yapışkan folyolar çıkarıp çelik taşıyıcılara dikkatle kurum sürmeye başladı. Cesedin yakınında herhangi bir parmak izine rastlamasa da, yaklaşık bir buçuk metre yükseklikte, ikisi belirgin, biri de yarı yarıya silinmiş bazı izler ortaya çıktı. Tam parmak izlerini folyolara kaydetmeye başlarken, Steinke de ilk kez deklanşöre bastı. Flaşın patlaması çelik kirişlerdeki perçinlerden yansıdı, yapay ve parlak ışıkta ceset ilk defa sarhoştan çok, hakikaten beti benzi solmuş ve ölmüş bir insan gibi göründü.
Böhm parmak izlerini cinayet arabasına götürüp etiketledi. Arabanın konforlu arka koltuğunda otururken, pencereden, kâh o sırada cımbızla yerden bir izmarit alıp o noktayı titizlikle işaretleyen Gräf’e, kâh buraya gelmek zorunda olduklarını hâlâ kabullenememiş gibi isteksizce fotoğraf çeken Steinke’ye bakıyordu.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Çağdaş Dünya Edebiyatı Polisiye Roman (Yabancı)
- Kitap AdıMart Şehitleri - Gereon Rath’ın Beşinci Vakası
- Sayfa Sayısı561
- YazarVolker Kutscher
- ISBN9789750530272
- Boyutlar, Kapak13x19,5 cm, Karton Kapak
- Yayıneviİletişim Yayınları / 2021
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Akşamın Sesleri ~ Natalia Ginzburg
Akşamın Sesleri
Natalia Ginzburg
“Neden her şeyi mahvettik?” İkinci Dünya Savaşı sonrası, 1940’lar. Hayalî küçük bir İtalyan kasabası faşizmin pençesinden kurtulmaya çalışmaktadır. Burada doğup büyüyen 27 yaşındaki Elsa,...
- Zeno’nun Bilinci ~ Italo Svevo
Zeno’nun Bilinci
Italo Svevo
Modern İtalyan edebiyatının büyük ustası Italo Svevo'nun başyapıtı sayılan Zeno'nun Bilinci, yarıda kalan bir ruhbilimsel çözümlemenin öyküsüdür. Hastanın, başka bir deyişle romanın başkişisi Zeno'nun psikanaliz seanslarına inancını yitirip yüzüstü bıraktığı doktor, öç almak için...
- Göğün Mavisi ~ Georges Bataille
Göğün Mavisi
Georges Bataille
Savaşın gölgesinde faşizm karanlığına adım adım sürüklenen Avrupa’da insan doğasının en yaban arzularına savrulan; sanrılar, kâbuslar ve aşırılaşmış cinsel deneyimlerin ortasında, ruhunu en az...