Bir kadının yüreği sırlarla dolu bir denizdir…
Gerçek aşkı yaşadığına inanan ünlü yazar Emily Wilson, kocasının başka bir kadını ona tercih ettiğini öğrenince, hayal kırıklığına uğrar. Tüm bu olanlara rağmen yine de tek bir damla gözyaşı dökmez.
Büyük yengesi Bee, Mart ayını Bainbridge Adası’nda geçirmesi için onu davet eder. Emily ruhunda açılan yaraların iyileşmesi umuduyla, bu teklifi kabul eder.
Adanın mistik havasıyla huzuru yakalamaya çalışan Emily, 1943 yılında yazılmış kırmızı kadife kaplı bir günlük bulur. Bu günlük onu geçmişin tozlu sayfalarına hapsolan gerçek bir aşk hikâyesine ve altmış yıllık bir aile sırrına götürecektir…
Umudun, hüznün ve pişmanlığın bir arada işlendiği büyüleyici bir roman… İlk kitabı Mart Menekşeleri ile Library Journal En İyi Kitap Ödülü’ne layık görülen Sarah Jio, insan kalbinin, ne kadar hatalı olursa olsun sevdiklerimizi her zaman affedeceğini eşsiz bir dille anlatıyor.
“Aşk, tarih ve gizem… Daha ne olsun? Mart Menekşeleri, geçmişimizin er ya da geç sürprizlerle karşımıza çıkacağını hatırlatan muhteşem bir roman.”
Jodi Picoult
“Tarih, gizem ve aşkın mükemmel bir karışımı… Bu romanı elinizden düşüremeyeceksiniz.”
Library Journal
***
Birinci Bölüm
Sanırım o an geldi çattı,” dedi Joel, evimizin giriş kapısına yaslanarak. Ardından, beş yıl önce Nevv York’tan beraber aldığımız ve yenilettiğimiz bu iki katlı evdeki mutlu anlarımızı hatırlıyormuşçasına gözleriyle etrafı inceledi. Önce muhteşem kemerli girişe, Connecticut’taki bir antikacıdan aldığımız ve adeta bir hazine gibi evin köşeşine yerleştirdiğimiz eski şömineye, son olarak da yemek odasının rengiyle insanın kanını ısıtan duvarlarına baktı. O zaman hangi renge boyayacağımız konusunda çok düşünmüş, sonunda Marakeş kırmızısında karar kılmıştık. Bizim kısa evliliğimiz gibi hem hüznün hem de şaşkınlığın izini taşıyordu bu renk. Joel, bunun fazla turuncu olduğunu söylese de bence çok doğru bir renkti.
Bir an için göz göze geldik. Fakat hemen elimdeki koli bandına baktım ve bu sabah toparlanmak için gelen Joel’in son birkaç eşyasını da aceleyle kutuya koyup bantladım. O anda yeni bantladığım kutuda mavi, deri ciltli kitabımı hayal meyal gördüğümü anımsadım. “Bir saniye, benim Kaybolan Yıllar kitabımı mı alıyorsun?”
Eski püskü sayfalarıyla pek de o zamanlan hatırlamak istemememe rağmen, bu kitabı altı yıl önce, Tahiti’deki halayımızda okumuştum. Geçmişe dönüp bakınca, 1931’de PulUzer Ödülü almış Margaret Ayer Bames’ın bu kitabını, bir gün herhangi bir otelin lobisinde bir yığın tozlu kitabın arasında bulacağım, hiç aklıma gelmezdi. Kitabı o toz yığınından nazikçe alıp, tarif edemeyeceğim bir içtenlikle kalbime bastırmıştım. Bu dokunaklı hikâye aşkı, gizli tutkuları ve özel düşüncelerin derinliğini anlatıyordu. Öyle ki benim yazma tarzımı da sonsuza dek değiştirmişti. Hatta yazmayı bırakma nedenim de olabilirdi. Joel bu kitabı hiç okumamışü, bundan memnundum aslmda. Bilileriyle paylaşmak için oldukça özel bir kitaptı. Sanki benim yazılmamış günlüğümün sayfalan gibiydi.
Kutuyu tekrar açıp içindeki eski kitabı bulabilmek için çırpınırken, Joel de bana bakıyordu. Kitabı bulduğum an rahat bir nefes aldım.
“Affedersin,” dedi Joel belli belirsiz. “Bu kadar umursayacağını düşünmemiştim.”
Benim hakkımda düşünemediği o kadar çok şey vardı ki… Kitabı elime aldım ve başımı sallayarak kutuyu yeniden bantladım. “Sanırım bu kadar,” diyerek ayağa kalktım.
Joel dikkatle bana bakınca bu kez bakışlarına karşılık verdim. Birkaç saat için, en azından boşanma evraklarını imzalayana kadar o hâlâ benim kocamdı. Ancak evlendiğim adamın bir başkası için beni terk ediyor oluşunu bilip de bu koyu kahve gözlerin içine bakmak, gerçekten zordu. Biz bu duruma nasıl gelmiştik?
İlişkimizin bitiş sahnesi, ayrıldığımızdan beri milyonlarca kez olduğu gibi trajik bir filmi andırırcasına canlanmıştı yine zihnimde. Kasım ayının yağmurlu bir pazartesi günüydü. Her zamanki gibi onun en sevdiği acı soslu omleti yaparken, Joel bana Stephanie’den bahsediyordu. Onu nasıl mutlu ettiğini, onu nasıl anladığını, birbirleri arasında nasıl güzel bir iletişim olduğunu… O an birbirini tamamlayan iki lego parçası gözümün önüne gelmişti. Ürpermiştim. Ne gariptir ki o sabaha tekrar geri döndüğümde her defasında aklıma gelen tek şey, yanık acı soslu yumurtaların kokusu oluyordu. Evliliğimin sonunun da o acı soslu omletler gibi kokacağını nereden bilebilirdim ki?
Joel’in yüzüne bir kez daha baktım. Üzgün ve kararsızdı. Ona bir adım atıp kollarına atılsam, af dileyen bir koca edasıyla bana tüm aşkıyla sarılacağını ve evliliğimize kıyamayacağını biliyordum. Ama hayır, dedim kendime. Yara almıştık bir kere. Kaderimiz belliydi artık. “Hoşça kal, Joel.” Kalbim bunu yapmamı istemese de mantığımı dinlemeliydim. Gitmesi gerekiyordu.
Joel incinmiş görünüyordu. “Emily, ben…”
Özür mü dileyecekti? Yoksa ikinci bir şans mı isteyecekti? Bilmiyordum. Onu susturmak istercesine elimi kaldırdım ve tüm gücümü toplayarak, “Hoşça kal,” dedim.
Joel sadece başını salladı ve arkasını dönüp evden çıktı. Gözlerimi yumdum ve JoePin, arkasından kapıyı kapatışını dinledim. Kapıyı dışarıdan kilitlemişti. Bu hareketiyle içim sızladı. Beni hâlâ önemsiyor… En azından güvenliğimi. Bu düşünceyi zihnimden uzaklaştırarak kapının kilidini değiştirmem gerektiğini tembihledim kendime. Bunu yaparken bile onun gittikçe uzaklaşan ayak seslerini dinliyordum.
Bir süre sonra telefonum çaldı. Cevap vermek için ayağa kalktığımda, Joel gittiğinden beri Kaybolan Yıllar’a dalmış bir şekilde yerde öylece oturuyor olduğumu fark ettim. Birkaç dakika mı geçmişti, yoksa saatler mi?
“Geliyor musun?” Arayan, en yakın arkadaşım Annabelle’di. “Bana boşanma evraklarını tek başına imzalamayacağına söz vermiştin.”
Şaşkın bir halde saate baktım. “Affedersin Annie,” diye yanıt verdim, bir yandan da çantamdaki anahtarlarımı ve içinde boşanma evraklarının bulunduğu zarfı kontrol ediyordum. Bir önceki konuşmamızda onunla tam kırk beş dakika önce restoranda buluşmayı planlamıştık. “Geliyorum.” “Tamam,” dedi Annabelle. “O halde senin için de bir içki ısmarlıyorum.”
Öğle yemeklerimizin buluşma noktası Clumet, evimin hemen dört blok yanıydı. On dakika sonra mekâna vardığımda Annabelle ayağa kalkıp bana sarıldı.
“Aç mısın?” diye sordu yerlerimize yerleştikten sonra. “Hayır,” diye yanıt verdim.
Annabelle kaşlarını çatarak, “Karbonhidrat,” dedi ve önüme ekmek sepetini itti. “Karbonhidrata ihtiyacın var. Evet, evraklar nerede? Haydi, bir göz atalım.”
Zarfı çantamdan çıkardım ve sanki içinde dinamit varmışçasına dikkatle bakarak masanın üzerine koydum.
“Bunların hepsinin senin hatan olduğunun farkındasın, değil mi?” dedi Annabelle hafifçe gülümseyerek.
Ona ters ters baktım. “Benim hatam mı? Ne demek istiyorsun?”
“Joel isimli bu adamla evlenmeyeceğin. Hiç kimse Joel’lerle evlenmez. Onlarla çıkarsın, sana bir şeyler ısmarlamasına ve kıyafetler almasına izin verirsin ama o kadar. Onlarla asla evlenmezsin.”
Annabelle, Sosyal Antropoloji Bölümü’nde doktorasını yapıyordu. İki yıl boyunca evlilikleri ve boşanmaları incelemişti. Araştırmalarının sonuçlarına göre de bir evliliğin başarısını, evlendiğin adamın isminin tayin ettiği sonucuna varmıştı.
Annabelle’in söylediğine bakılırsa, Eli isminde biriyle on iki yıl, Üç hafta evliliğin tadını çıkarabilirdiniz. Brad isminde biriyle altı yıl, dört hafta sürerdi evliliğiniz. Steve ise yalnızca dört yılda miadını dolduruyordu. Diğer bir iddiası ise, Preston’lı birisiyle asla evlenmeyecektiniz.
“Peki, Joel ismi hakkında neler söyleyeceksin?”
“Yedi yıl, iki hafta,” dedi Annabelle umursamaz bir ses tonuyla.
Başımı olumlu anlamda salladım. Evliliğimiz tam tamına altı yıl, iki hafta sürmüştü.
“Kendine gelip, Trent adında birini bulmalısın,” diye devam etti konuşmasına Annabelle.
Memnuniyetsiz bir ifadeyle, “Trent isminden nefret ederim,” dedim.
“Tamam, o halde Edward ya da Bili… bir de Bruce,” diye karşılık verdi. “Uzun ömürlü bir evlilik için bu isimler ideal.”
“Oldu hemen,” dedim dalga geçercesine. “İstersen huzurevinden bir koca bulalım bana, ne dersin?”
Annabelle uzun boylu, zayıf, güzel bir kızdı. Uzun, siyah, kıvırcık saçları, porselen gibi teni ve koyu renkli gözleriyle Julia Roberts’ı andıran bir güzelliği vardı. Otuz üç yaşındaydı ama hiç evlenmemişti. Nedenini sorduğunuzdaysa, Miles Davis ya da Herbie Hancock gibi bir adam bulamadığından bahsederek size ancak laf kalabalığı yapardı.
O sırada garsonu çağırarak, “îki tane daha alabilir miyiz, lütfen?” dedi. Garson ise boş martini bardağımı aldığında zarfın Üzerinde oluşan bardak izi dikkatimi çekti.
“Haydi artık,” dedi Annabelle usulca.
Ellerim titreyerek, yarım santim kalınlığındaki zarfa uzandım ve içinden boşanma evraklarını çıkardım. Avukatımın asistanı, imzalamam gereken üç sayfaya fosforlu pembe renkli bir kalemle “burayı imzala” yazılı küçük kâğıtlar yapıştırmıştı.
Çantamdan kalemimi çıkardığım anda boğazımda bir yumru hissettim. İlk sayfada ismimin yazılı olduğu yeri imzaladım, sonra diğer sayfayı, daha sonra diğer sayfayı… Uzunca bir y ve vurgulu bir n ile sonlanan Emily Wilson. Beşinci sınıfları beri imzamı bu şekilde atıyordum. Son olarak evliliğimizi sonsuzluğa gömdüğümüz tarihi de attım, 28 Şubat 2005.
“Aferin,” dedi Annabelle yeni martini bardağını uzatarak. “Joel ile ilgili bir kitap yazacak mısın?” Çünkü ben bir yazardım. Tanıdığım herkes gibi Annabelle de Joel’i içeren bir roman yazmamın, alacağım en iyi intikam olacağına inanıyordu.
“Sadece isimleri değiştirerek yaşadığın her şeyi yazabilirsin,” diye devam etti. “Belki, onu bir ahmak gibi gösteren Joe ismini kullanabilirsin.” Sözlerine devam etmeden önce yemeğinden bir lokma aldı ama gülmekten neredeyse boğulacaktı. “Ereksiyon olamayan bir ahmak.”
Joel hakkında bir kitap yazmak isteseydim -ki yazmayacaktım- bu, berbat bir kitap olurdu. Son zamanlarda hiçbir şey yazamıyordum, yazsam bile yaratıcılıktan yoksun oluyordu. Bunu biliyorum çünkü geçen sekiz senedir sabahları uyandığımda, masama oturup bilgisayarımın ekranına boş boş bakıyordum. Kimi zaman birkaç sayfa yazıyordum fakat bir süre sonra tıkanıyordum. Hatta bir keresinde kaskatı kesilmiştim.
Terapistim Bonnie, bunu tıp ağzıyla ‘yazar kilitlenmesi’ olarak tanımlıyordu. Yani artık ilham gelmiyordu ve Bonnie’nin koymuş olduğu teşhis aslına bakılırsa pek de hoş değildi.
Sekiz sene önce en çok satan kitabımı yazmıştım. O zamanlar dünyanın merkezindeydim. Bugünkünün aksine oldukça zayıftım (şimdi de o kadar şişman değildim, evet tamam, belki biraz basenlerden kilo almıştım) ve Ne w York Times’ın çok satanlar listesindeydim. Hatta New York Times’ın en mükemmel hayat listesi olsaydı, kesin onda da olurdum.
Ali Larson’ı Çağırırken adlı kitabım yayımlandıktan sonra, ajansım beni yazmaya devam etmem konusunda cesaretlendirmişti. Okuyucuların devamım istediklerini söylemişti ve yayınevim ikinci kitabım için bana iki katı teklif önermişti bile. Fakat o kadar denememe rağmen ne yazacak ne de söyleyecek bir şey bulabilmiştim. En sonunda ajansım beni aramayı bıraktığı gibi yayınevleri de artık yazılanını merak etmiyorlardı. Okuyucular ise ilgilenmiyorlardı. Yazarlık hayatımın sadece bir hayalden ibaret olmadığını kanıtlayan tek şey, kitabımın ana karakteri Ali’ye âşık olduğuna inanan Lester McCain isimli dengesiz okurumdu.
Kitabımın piyasaya çıkışı şerefine düzenlenen Madison Park Otel’deki partide, Joel’in benimle tanışmak için nasıl can attığını hâlâ hatırlıyorum. Beni girişte gördüğünde, o da davetli olduğu başka bir kokteyl için yan taraftaydı. O gece 1997’nin sükse yapan Betsey Johnson elbisesini giyiyordum; bu straplez elbise için yüklü miktarda para harcamıştım. Ama evet, bu harika elbise için ödediğim her kuruşa değmişti. Elbise hâlâ gardırobumdaydı ama şu an eve gidip onu yakmamak için kendimi zor tutuyordum.
“Göz kamaştırıyorsun,” demişti Joel büyük bir cesaretle, daha kendini tanıtmamıştı bile. O sözleri duyduğumda nasıl hissettiğimi hatırlıyorum. Bunu kesinlikle gördüğü her kıza söylüyordu. Fakat beni havalara uçurmaya yetmişti. Bu tam da JoePin tarzıydı.
Bundan birkaç ay önce, GQ magazin dergisi Amerika’daki “sıradan biri” mertebesinden en ünlü kişi mertebesine ulaşanlara dair bir liste yayımlamıştı. Hayır, bu, her iki senede bir George Clooney’yi gösterenlerden değildi, elbette. Listede San Diego’lu bir sörfçü, Pensilvanyalı bir dişçi, Detroit’li bir öğretmen ve evet, New York’lu avukat Joel vardı. İlk ondao da yerini almıştı. Nasıl olduysa ben de bu adama kapılmıştım.
Şimdi ise onu kaybettim.
Annabelle karşımda ellerini sallayarak, “Dünyadan Emily’ye,” dedi.
“Affedersin,” dedim biraz irkilerek. “Hayır, Joel ile ilgili bir roman yazmayacağım.” Başımı salladım ve önümde duran kâğıtları zarfın içine tıkıştırıp, çantama attım. “Eğer bir gün bir hikâye yazarsam, bu daha önce yazmaya çalıştıklarımdan çok daha farklı olacak.”
Annabelle şaşkın şaşkın bana baktı. “Peki diğer kitabın ne olacak? Bitirmeyecek misin?”
“Hayır,” dedim, önümdeki peçeteyi katlamaya çalışıyordum.
“Neden?”
“Ona artık daha fazla devam edemem,” diyerek iç çektim. “Kitabım her ne kadar tatillerde yüzlerce okuyucunun elinde dolaşacak olsa da, seksen beş bin tane saçma sapan kelime üretmek için kendimi daha fazla zorlamayacağım. Hayır, eğer bir gün yazarsam bu çok farklı olacak.”
Annabelle sanki ayağa kalkıp alkışlamak ister gibi bana baktı. “Şuna bak,” diyerek gülümsedi. “Bu büyük bir ilerleme.”
“Hayır değil,” dedim inatla.
“Kesinlikle öyle. Haydi, bunu biraz analiz edelim,” dedi Annabelle ve ellerini birbirine kenetledi. “Farklı bir şeyler yazmak istediğini söyledin, bu demek oluyor ki arlık eski kitabına da devam etmek istemiyorsun.”
“Evet, böyle de denilebilir,” diyerek omuz silktim.
Annabelle martini bardağındaki zeytini alıp ağzına attı. “Neden gerçekten ilgilendiğin bir şey hakkında yazmıyorsun? Etkilendiğin bir yer ya da bir kişi… ”
Başımı olumlu anlamda salladım. “Bütün yazarların yaptığı da bu değil mi zaten?”
Annabelle o anda başımıza dikilen garsonu, “Biz böyle iyiyiz, henüz hesabı istemiyoruz,” bakışı atarak gönderdikten sonra bana döndü. “Evet, ama sen bunu denedin zaten. Yani demek istediğim, yazdığın kitap olağanüstüydü. Gerçekten de öyleydi. Ama bu kitap… seni yansıtıyor muydu, Em?”
Haklıydı. Güzel bir hikâyeydi. En çok satanlar listesindeydi. Peki, neden bununla gururlanmıyordum? Neden ona bağlıymışım gibi hissetmiyordum?
“Mart Menekşeleri” için 2 yanıt
Bir yanıt yazın
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Çağdaş Dünya Edebiyatı Edebiyat Roman (Yabancı) Tarihi - Aşk
- Kitap AdıMart Menekşeleri
- Sayfa Sayısı336
- YazarSarah Jio
- ÇevirmenNihan Giray
- ISBN9789759996277
- Boyutlar, Kapak14 x 20 cm , Karton Kapak
- YayıneviArkadya Yayınları / 2013-12
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Ölüler, Diriler ve Deliler ~ Kolektif
Ölüler, Diriler ve Deliler
Kolektif
İnsan derindir, korkuları ise daha derin… Ölüler, Diriler ve Deliler: Gotik Öyküler; Aydınlanma Çağı’nın göz ardı ettiği doğaüstü, akıldışı ve acayiple yeniden bağ kuran...
- Leviathan ~ Paul Auster
Leviathan
Paul Auster
Parlak ve yetenekli yazar Benjamin Sachs, karlı bir kış günü bir yol kenarında, hazırlamaya çalıştığı bombanın patlamasıyla paramparça olur. Yakın dostu Peter Aaron, Benjamin’in...
- Endgame: Çağrı ~ James Frey,Nils Johnson Shelton
Endgame: Çağrı
James Frey,Nils Johnson Shelton
DÜNYA. ŞİMDİ. BUGÜN. YARIN. ENDGAME GERÇEK. VE ENDGAME BAŞLADI. GELECEK BELİRSİZ. HER ŞEY OLACAĞINA VARACAK. On iki Oyuncu. Bedenen gençler ama kadim bir geçmişten...
Guzel bi kitabi yapraklarini sacma sapan basarak rezil etmissiniz resmen .. guzelim kitabi okuyamadan bi kenara atmak zorunda kalicam .. :((
Cok guzel bir kitap bende gidip alacagim muhtesem