Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Marlow
Marlow

Marlow

Volker Kutscher

Marlow, Nazi döneminde gündelik hayatın ve taşranın alabildiğine canlı bir resmini çiziyor. Volker Kutscher’in bu romanı da, sürükleyici olay akışı yanında, güçlü dönem panoramasıyla…

Marlow, Nazi döneminde gündelik hayatın ve taşranın alabildiğine canlı bir resmini çiziyor. Volker Kutscher’in bu romanı da, sürükleyici olay akışı yanında, güçlü dönem panoramasıyla cezbedici.

Nazilerin iktidarının ikinci yılında, Berlin’de sıradan görünen bir trafik kazasının arkasından, karanlık işler çıkar. Cinayet Masası’ndan, siyasetle hiç işi olmayan Başkomiser Gereon Rath, bizzat Meclis Başkanı ve Prusya Başbakanı Hermann Göring’e kadar inen bu vakanın izini sürerken, Nazi iktidarı içindeki güç çekişmelerine tanık olacaktır.

Romandaki “kötü adam”ın ve aynı zamanda karanlık olay yerinin bulunduğu kasabanın adı olan Marlow, polisiye edebiyatın unutulmaz bir figürüne, Raymond Chandler’in özel detektifi Philip Marlowe’a bir anıştırma…

“Volker Kutscher’in romanları kocaman bir sinema perdesi…”
Tageszeitung

“Kutscher’in Gereon Rath serisinde Marlow, ancak sonuçta birleşen, kıvrım kıvrım birbirine dolanmış çok sayıda olay akışıyla, bir zirve oluşturuyor.”
Deutschlandfunk

*

Bir Başka Hikâye
Marlow, Mecklenburg-Schwerin Grandukalığı
28 Temmuz 1918, Pazar

Çiftlik şehirden pek fazla uzakta değildi. Mecklenburg’da ufak, mahmur bir kasaba olan, yalnızca ve yalnızca, yüzlerce sene evvel bir gün, artık kimsenin hatırlamadığı bir nedenden dolayı şehir olma hakkını elde ettiği için kendisini öyle adlandırabilen Marlow’un hemen dışındaydı. Deniz de fazla uzak değildi ama Marlowluların ekseriyesi onu hiç görmemiş, zaten çoğu hayatları boyunca ufak şehirlerinden bir defa olsun dışarı çıkmamıştı. Ta ki, savaş genç erkekleri ufak şehirlerinden koparıp, dört bir tarafa saçana kadar. Fakat Marlow’un dünya savaşına feda ettiği askerlerin de çok azına deniz görmek nasip olmuş, büyük kısmı tren vagonlarına tıkılıp, cepheye, dosdoğru çamur içindeki siperlere sürülmüş ve onların da çoğu oracıkta can vermişti.

Öyle bakıldığında şanslıydın. Marlow’da doğduğun halde, dışarı çıkmış, gençliğinin büyük bir kısmını dünyanın öbür ucunda, ondan sonrasını da İsviçre’de, yatılı okulda ve üniversitede geçirmiştin. Sonra savaş patlak vermişti, senin için de… Fakat kaderin seni bağrına attığı Doğu Cephesi’nde de tıpkı Batı Cephesi’ndeki gibi ölündüğü halde sen şimdiye kadar hayatta kalmayı başarmıştın.

Ve şimdi tam da o savaş seni yine buraya geri getirmişti. Sıhhiye bölüğü cepheden alınıp, Pasewalk Yedek Askerî Hastanesi’ne kaydırılmıştı. Mecklenburg değil, Pomeranya’ydı burası ama söylentilerin sana kadar ulaşmasına elverecek kadar yakındı. Marlow’daki Çinli orospu ile onun piçi hakkındaki ve Tanrı’nın adaletinin kadını ağır bir hastalıkla cezalandırdığı şeklindeki söylentileri…

Daha bu hikâyeyi ilk duyduğunda heyecanlanmış, daha sonra meseleyi deşeleyip, hiçbir ayrıntı öğrenemeyince oraya gitmek zorunda olduğunu anlamıştın. Marlow’a. Altendorf’a.

Çiftliğe vardığında hava artık kararmıştı. Malikânenin önünde park edip, arabadan iniyorsun. Kapıyı vurduktan sonra birisinin karşılık vermesini beklerken, bir yandan da, hayatının ilk yıllarında bir nevi vatanın olan ve aslında bir daha hiç görmek istemediğin çiftlikte göz gezdiriyorsun. Tıpkı sahilin arkasında kalan bu toprakları da bir daha görmek istemediğin gibi. Kader bu planlara aldırış etmiyor. Savaşın ise hiç umurunda değil.

Yaklaşan adımları işitiyorsun, sonra elinde bir gaz lambası, yaşlı Engelke kapıda beliriyor ve gözlerini kırpıştırarak, geç saatte gelen misafire bakıyor. Çiftlik sahibinin Alman himayesinde bulunan Kiauçu’daki Çingdao şehrinde geçirdiği yıllarda dahi Altendorf Çiftliği’ne hep sadık kalan tek kişi, Engelke.

Yaşlı adamın çehresinden bir anlam çıkarmak mümkün değil, bir tek kaşlarının bir an kıpırdaması seni tanıdığını ele veriyor; bu kıpırtının korku mu ifade ettiğini, şaşkınlığı mı dışavurduğunu, yoksa bambaşka bir anlamı mı olduğunu bilemiyorsun.

Bir an için Engelke’nin kapıyı hemen kapatacağını düşünüyorsun. Fakat sonra yaşlı adam ağzını açıyor.

“Genç beyefendi gelmiş! Bu ne sürpriz! Sizin… hiç bilmiyordum…” “O burada mı?”

“Kimi kastediyorsunuz?”

“Burada değil mi? Çingdao’dan onu da yanında getirdi! Öyle olduğunu biliyorum.” “Babanız beyefendiyle konuşmanız lazım genç beyefendi, ben…” Seni nafile durdurmaya çalışan yaşlı adamı itekleyerek hole giriyorsun. “Onun nerede olduğunu söyle Engelke! Beni ona götür!” “Burada değil beyefendi, burada değil.” Engelke kolundan çekiştirerek seni holden dışarı çıkarıyor, evden çıkıyorsunuz. Kapının önüne çıkınca uşak, utanır gibi, elindeki gaz lambasıyla avlunun karşısını işaret ediyor.

İnanılır gibi değil. Babası onu beraberinde Almanya’ya getirmişti ama malikanede yaşamasına izin vermiyordu. Şimdi bile, üstelik hasta olduğu halde. İhtiyarın elinden gaz lambasını alıp, hizmetçilerin kaldığı ve adeta utangaç çocuklar gibi ay ışığında malikanenin gölgesine sığınmış evlere doğru yürüyorsun. Daha sen ilk eve varmadan insanlık dışı tiz bir çığlık gece karanlığını yarıyor. Bir an donup kalıyor, ardından avluyu koşarak geçiyor ve kapıyı filan çalmadan çığlığın geldiği eve dalıyorsun.

Kadın bir gaz lambasının aydınlattığı yatak odasında yatıyor. Varlığını bildiğin ama hiç görmediğin oğlu yatağın kenarına oturmuş, kadının elini tutuyor. Odaya girdiğinde kafasını kaldırıp, sana bakıyor. Kadının terden parlayan suratı çektiği ağrılardan duyduğu acıyı yansıtıyor. Cildindeki kırışıklıklar o kadar derin ki, yüz hatları buruşmuş; kadının henüz otuzlu yaşlarının ortasında olduğuna insanın inanası gelmiyor. Buna rağmen, güzelliği bütün bu acının ortasından sıyrılıp, kendisini gösteriyor.

“Sensin,” derken sanki kendi duyularına inanmaz gibi bir hali var.

Eskiden de onu hep şaşırttığı gibi kadının Almancası pürüzsüz, hiç aksansız. Yine de, üstelik vazifesi olduğu halde, sana makul ölçüde Mandarin öğretmeyi hiçbir zaman başaramadı.

Onu bir daha hiç göremeyeceğini düşüyordun ama asla unutmamıştın.

“Çen Lu,” diyerek kadının elini avucuna alıyorsun. “Neyin var?

Hasta mısın?”

“Kusura bakma ama bazen çok canım yanıyor!”

Acıdan kırışmış, terden parlayan yüzünde sahiden bir gülümseme beliriyor. Oğlana bakıyor. “Git uyu Kuen Yao,” diyor. “Bu adam iyi bir dost.”

Oğlan, itimatsızlıkla sempatinin iç içe geçtiği bir ifadeyle sana bakıyor. Kara gözlerinden bir anlam çıkarmaya elvermeyecek kadar ufak bir umut kırıntısı geçiyor. Sonra kalkıyor ve odadan çıkıyor.

“Oğlun mu?”

Kadın başını hafifçe eğerek evet diyor.

“Güzel bir oğlan.”

“Öyle, değil mi?” Kadın gülümsüyor. “Ah, Magnus! Onun için endişeleniyorum. Ben olmayınca ona kim bakacak? Daha on bir yaşında.”

“Böyle konuşma.”

“Doktor Erichsen tedavisi olmadığını söylüyor. Karaciğerde.

Her yere yayılıyor.”

Dehşete kapıldığını ona fark ettirmiyorsun. “Doktor neden burada değil?” diye soruyorsun. “Sana hangi ilacı veriyor?”

Kadın gözleriyle komodini işaret ediyor. Orada bir bardak suyun yanında bir kutu Aspirin duruyor.

“Bu bir şaka mı? Daha güçlü bir ağrı kesiciye ihtiyacın var senin.”

“Ah, artık hiçbir şeyin faydası yok ki.” Yine gülümsüyor. “Geldiğin ne iyi oldu. Seni bir daha hiç görmeyeceğimi sanıyordum.”

Elini avucuna alıyorsun. “Ben doktorum,” diyorsun. “Daha doğrusu, henüz değilim. Sıhhiye çavuşuyum. Vatan söz konusu olunca üniversitenin beklemesi gerekiyor. Fakat sana neyin yardımcı olacağını biliyorum. Ben… dur bekle!”

Dışarıya çıkıp, arabana gidiyorsun. Yanından ayırmadığın doktor çantasında bir tüp daha olması lazım. Savaşta elinizde olan en mühim ilaç. Eve geri döndüğünde kadının yine sancıyla kıvrandığını ve bağırmamak için kendini zor tuttuğunu fark ediyorsun. Şırıngayı doldururken elini çabuk tutuyorsun. Kadının cildi o kadar ince ve saydam ki, toplardamarını elinle yoklayarak aramak zorunda bile kalmıyorsun. Morfinin kadının bedenine nasıl yayıldığını ve ağrıyı kestiğini neredeyse gözlerinle görebiliyorsun. Kasılmış kaslar gevşiyor, yüzünün gerginliği kayboluyor.

Doğru olmadığını bildiğin halde, “Her şey iyi olacak,” diyorsun. Kadın başını sallıyor. Oysa yalan söylediğini o da biliyor.

Yüz hatları gitgide öyle gevşiyor, gülümsemesi öyle rahatlıyor ki, insan iyileşmekte olduğunu bile sanabilir. Fakat öyle değil. Sadece artık ağrı hissetmiyor.

Bundan fazlası elinden gelmiyor. Kimsenin elinden gelmiyor. Üstelik o şarlatan Doktor Erichsen ona bu kadarını bile fazla görüyor. Belki de sadece ücretini kimse ödemek istemediğindendir. Aspirinmiş! Ne kadar komik! O alçağa kalsa Çen Lu’yu sefalet içinde ve eziyet çekerek ölmeye terk edecek.

Kadının alnını okşuyorsun ve uykuya dalana kadar yatağının kenarında oturuyorsun. Evden ayrılmadan evvel oğlanı da bir yokluyorsun. O da derin derin uyuyor. Acaba bu hastalık ikisine ne kadar uykuya malolmuş olabilir?

Doktor çantasını arabaya geri götürdükten sonra malikaneye gidiyorsun. Bu defa kapıyı çalmadan ağır kapıyı açarak içeri giriyorsun. Gaz lambası yolunu aydınlatıyor. Babanı salonda, Engelke şarap kadehini tekrar doldururken ayaklarını masanın üzerine koymuş halde buluyorsun.

“Magnus,” diyerek doğruluyor, “demek bana da uğruyorsun! Ben de o orospunun senin için babandan daha önemli olduğunu düşünmeye başlamıştım.”

Bu moruk her zaman böyle sinik ve ters miydi, yoksa Çin’e gittikten birkaç ay sonra karısı ölünce mi şimdi önünde oturan bu mizantrop iğrenç herife dönüşmüştü? Onu en son bundan on sene kadar evvel görmüştün. Alman himayesindeki bölgede, Çingdao Limanı’nda. On altı yaşındaki oğlu, kendisini baştan çıkaracak her türlü cazibeden ve sırılsıklam âşık olduğu genç kadından çok uzaklara taşıyacak, gerisingeriye Avrupa’ya, yatılı okula götürecek vapura binerken Friedrich Larsen arkasından elini bile sallamamıştı.

Belki de babası, en büyük oğlunun kendisini bir daha ziyaret etmemiş olmasına hakikaten kırılmıştı. İmparatorluk Orman Müdürü Friedrich Larsen savaş patladıktan birkaç ay sonra Japon birlikleri onu Alman himayesindeki bölgeden kovduktan ve Mecklenburg’a geri dönmek zorunda kaldıktan sonra bile ziyaretine gelmemişti. Bütün bunları ancak cephede birkaç ay sonra eline geçen kısa bir mektuptan öğrenmiştin. Kardeşlerinin askere alındığını da o zaman duymuştun. Birkaç ay sonra şehit olduklarını da. Fakat Çen Lu’yu da beraberlerinde Almanya’ya getirdiklerini yazmamıştı moruk.

….

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Lunapark ~ Volker KutscherLunapark

    Lunapark

    Volker Kutscher

    Lunapark, tüm ülkenin bir “olay yeri”ne dönüştüğü zamanlarda, burnunu politikaya sokmadan cinayetleri çözmeye çalışan Gereon Rath’ın altıncı vakası. Nazilerin iktidarlarını pekiştirmeye başladığı 1934 Mayısı’nda,...

  2. Olimpiyat ~ Volker KutscherOlimpiyat

    Olimpiyat

    Volker Kutscher

    Nazi rejiminin bütün dünyaya hem gösteriş yapıp hem kendini meşrulaştırmak için muazzam bir sahne olarak kurduğu 1936 Berlin Olimpiyatları sırasında, Başkomiser Gereon Rath baş...

  3. Sessiz Ölüm ~ Volker KutscherSessiz Ölüm

    Sessiz Ölüm

    Volker Kutscher

    Almanya, 1930. Avrupa’nın en önemli sinema merkezlerinden olan Berlin’de, gözde bir aktristin öldürülmesiyle başlıyor hikâye. Arka planda, sinema sektöründe ve yeraltı dünyasında dönen amansız...

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. Sherlock Gibi Düşünmek ~ Daniel SmithSherlock Gibi Düşünmek

    Sherlock Gibi Düşünmek

    Daniel Smith

    “Sadece bakmak yetmez, görmek de lazım!” Gözlem gücünüzü, hafızanızı ve mantık yürütme yeteneğinizi dünyanın en ünlü dedektifi Sherlock Holmes’un kullandığı sıra dışı tekniklerle geliştirecek...

  2. Bir Günbatımının Ayrıntıları ~ Vladimir NabokovBir Günbatımının Ayrıntıları

    Bir Günbatımının Ayrıntıları

    Vladimir Nabokov

    Orman Cini, Burada Rusça Konuşulur, Sesler, Kanat Çarpması, Tanrılar, Talihin İşi, Liman, İntikam, Lütuf, Bir Günbatımının Ayrıntıları, Fırtına, La Veneziana, Bachmann, Ejderha, Noel, Rusya’ya...

  3. Yanılgı ~ Irène NémirovskyYanılgı

    Yanılgı

    Irène Némirovsky

    1920’li yıllar. Fransa’nın güneyinde, Bask diyarının enfes sahil beldesi Hendaye’da başlayıp Paris’in gri sonbaharına uzanan bir aşk öyküsü. Bir yanda Birinci Dünya Savaşı’ndan döndükten...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur