49 yaşında, dul, üç yetişkin çocuğuyla mesafeli bir ilişki yaşayan ve hayatı işiyle evi arasında geçen Martín Santomé’nin emekliliği yaklaşmaktadır.
Emekli olunca bahçe işiyle ilgileneceğini veya gitar çalmayı öğreneceğini veya emekliler her ne yapıyorsa onu yapacağını varsayar, ancak aynı işyerinde çalıştığı bir genç kadına âşık olmayı hiç beklemiyordur. Başladıkları ilişki Martín’in sakin varoluşunu canlandırır ancak günlük rutinine ve ruh hâline verdiği bu mola kısa sürer. Yayımlandığı 1960 yılından bu yana 20’yi aşkın dile çevrilmiş roman, Uruguaylı Benedetti’nin en meşhur eseri.
Sağ elim bir kırlangıç
Sol elim bir servi
Başım önümde yaşayan bir bey
Başım arkada ölü bir bey.
Vicente Huidobro
11 Şubat Pazartesi
Emekliliğime altı ay, yirmi sekiz gün kaldı sadece. Kalan sürenin hesabını her gün çıkarmaya başlayalı beş sene olmuştur. Aylaklık etmeye bu kadar ihtiyacım var mı gerçekten? Ben diyorum ki hayır, ihtiyacım olan şey aylaklık değil, kendi istediğim işte çalışabilme hakkı. Ne mesela? Bahçe işleri olabilir. Pazar günleri hareketli bir dinlenme sayılır; hem oturmaya dayalı hayatıma karşı bir eylem olur hem de gelecekte illa ki uğrayacağım kireçlenme istasyonuna karşı gizli bir savunma. Ama buna öyle her gün her gün de tahammül edemem korkarım. Gitar belki. Hoşuma da gider bence. Fakat kırk dokuzundan sonra solfej öğrenmek epey içler acısı bir durum olsa gerek. Yazı yazmak? Belki fena bir iş de çıkarmam hani; sonuçta insanlar yazdığım mektupları beğeniyor genelde. Eh, beğensinler, ne olacak? “Ellisine merdiven dayamış bu yeni yazarın dikkate değer meziyetlerine” dair yazılmış kısacık bir biyografi yazısı geliyor gözümün önüne, gelir gelmez de midemi kaldırması bir oluyor. Benim bugün bile kendimi hâlâ toy ve naif hissediyor olmam (yani gençliğin kusurlarını taşıyıp, erdemlerinin ise neredeyse hiçbirini taşımadığımı hissetmem) bu naifliği ve toyluğu sergileme hakkım olduğu anlamına gelmiyor. Bir kız kurusu kuzenim vardı da bir tatlı yaptığı zaman herkese gösterirdi, gösterirken de dudaklarına bir zamanlar motosikletçi sevgilisinin takdirini kazanmak için uğraştığı dönemden kalma, melankolik ve çocuksu bir gülümseme yerleşirdi. Meşhur “Ölüm Virajları”- mızdan birinde can vermişti oğlan. Kuzenim elli üç yaşına tam tamına uyacak şekilde giyinirdi; hem kılığında hem diğer konularda usturuplu, dengeliydi; ne var ki yirmi yaşın taze dudaklarının, diri cildinin ve biçimli bacaklarının yanına yakışan o gülümseme kendisini ele veriyordu. Acınası bir jestti yaptığı, o kadar; asla gülünçlük raddesine varmayan bir jestti, çünkü aynı zamanda iyilik de vardı o yüzde. Ben de sırf acınası gözükmek istemiyorum demek için amma çok laf ettim.
15 Şubat Cuma
Ofiste hiç olmazsa birazcık randıman gösterebilmek adına görece yakın bir gelecekte duran aylaklık dönemimi düşünmemek için çaba gösteriyorum. Ama tam aksine parmaklarım tutuluyor, başlıkların harflerini yuvarlak yuvarlak yazmam gerekirken hepsi eciş bücüş oluyor, bir şeye benzemiyor. Bir memur olarak sahip olduğum en büyük seçkinliklerden biri kavisli harflerin yazımı. Ayrıca şunu da itiraf etmem gerekir ki büyük “M” yahut küçük “b” gibi bazı harflerin çizimi bana ayrı bir haz veriyor; hatta bunları yaparken kendimce yenilikler icat etmişliğim bile var. İşimin en az nefret ettiğim yanı mekanik, rutin tarafları: Bin defa yazdığım bir muhasebe girdisini yeniden geçmek, bilançoyu çıkarmak ve her şeyin yerli yerinde olduğunu, aranacak bir açığın bulunmadığını görmek. Bu tür işler beni yormaz, çünkü başka şeyleri düşünmeye ve hatta (kendi kendime söylememin ne zararı var?) düş kurmaya vaktim kalır. Kendimi birbirine eş olmayan, çelişkili, birbirinden bağımsız iki varlığa bölüyormuşum gibi hissederim. Biri yaptığı işi ezbere bilen, işin tüm bileşenlerine ve kuytu köşelerine sonuna kadar hâkim, bastığı yerden her daim eminken diğeri ateşli bir hayalperest, sinir bozucu derecede tutkulu. Üzgün biri olmasına karşın neşeli anları olmuş, oluyor ve olacak da. Kaleminin nereye gittiğini de sekiz ay sonra siyaha dönecek mavi mürekkebin neler yazdığını da umursamayan dalgının teki. İşimin tahammül edilemez yanı rutini değil, bilakis yeni çıkan sorunlar: Yönetmeliklerin, düzenlemelerin, ikramiyelerin arkasına gizlenen hayali Müdüriyetin beklenmedik talepleri, bir raporun, maaş bordrosunun yahut kaba kaynak hesap bildiriminin acilen istenmesi. İşte o zaman rutinden fazlası işin içine girdiği için iki parçam da aynı amaç uğruna çalışmak durumunda kalır, ben de istediğim şeyleri düşünemem, yorgunluk gelir, sırtıma ve enseme yakı gibi yapışır. Bana ne Perno Cıvataları bölümünün sondan bir önceki yılın ikinci dönemindeki muhtemel kârından? İşletme Maliyetlerini düşürmenin en pratik yolundan bana ne? Bugün güzel bir gündü; sırf rutin işler vardı.
18 Şubat Pazartesi
Çocuklarımın hiçbiri bana benzemiyor. Her şeyden önce, hepsi benden daha enerjik. Hepsi benden daha kararlı gözüküyor, bir yerde sabit durmaya alışkın değiller. Esteban içlerinde en içe kapanık olanı. Bu dargınlığı kime bilmiyorum ama dargın bir hâli olduğu kesin. Bence bana saygı duyuyor ama yine de bilinmez. Neredeyse hiç geçinemesek de Jaime galiba benim aralarında en sevdiğim. Hassas ve zeki olduğunu düşünüyorum ama tamamen dürüst gelmiyor bana. Aramızda bir bariyer olduğu açık. Bazen benden nefret ettiğini, bazense bana hayranlık duyduğunu düşünüyorum. Blanca’yla en azından ortak bir noktamız var: O da neşeli anlar yakalayabilen hüzünlü biri. Onun dışında kendi hayatını fazla sahipleniyor, en derin dertlerini benimle paylaşabilecek biri değil. Evde en çok vakit geçiren o; belki de bizim dağınıklığımıza, masraflarımıza, kirli çamaşırlarımıza biraz köle olmuş hissediyordur kendini. Kardeşleriyle ilişkisi histeri sınırlarında dolanıyor ama kendine hâkim olmayı biliyor, hatta öbürlerine de. Belki içten içe birbirlerini pek seviyorlardır ama kardeşler arasındaki sevgide alışkanlığın getirdiği belli bir karşılıklı bıkkınlık sınırı oluyor. Hayır, bana benzemiyorlar. Fiziksel olarak bile benzemiyorlar. Esteban ile Blanca, Isabel’in gözlerini almışlar. Jaime yine onun alnını ve ağzını almış. Acaba Isabel onları bugün böyle endişeli, hareketli, olgunlaşmış görebilseydi ne düşünürdü? Daha iyi bir sorum var aslında: Ben bugün Isabel’i görebilseydim ne düşünürdüm? Ölüm, yıldırıcı bir tecrübe; geride kalanlar için yıldırıcı, bilhassa geride kalanlar için. Üç çocuğumla dul kaldıktan sonra hayatımı idame ettirebildiğim için kendimle gurur duymam gerekir. Ama gururlu değil, yorgun hissediyorum. Gurur, yirmili otuzlu yaşlarda olur. Çocuklarımla birlikte yola devam etmek benim için bir mecburiyetti, toplum karşıma dikilmesin diye, sadece kalpsiz babalara atılan o merhametsiz bakışlara maruz kalmayayım diye elimdeki tek kaçış yoluydu. Başka bir çare yoktu, ben de yola devam ettim. Ama her şey kendimi mutlu hissedemeyeceğim kadar mecburiyettendi her zaman.
19 Şubat Salı
Akşamüstü dörtte kendimi birdenbire dayanılmayacak derecede boş hissettim. İpek gömleğimi asıp, bir para transferi için Banco República’ya gitmem gerektiğini söylemek zorunda kaldım. Yalandı. Esas tahammül edemediğim karşımdaki duvardı. Goya’ya adanmış şubat ayının yer aldığı kocaman bir takvime boğulmuş o korkunç duvar. Bu oto yedek parçası ithal eden eski şirkette Goya’nın ne işi var? Öylece durup, takvime bön bön bakmaya devam etseydim ne olurdu bilmiyorum. Belki çığlık atardım ya da tipik alerji hapşırıklarımdan birine tutulurdum yahut da Büyük Defter’in muntazam sayfalarına gömülüverirdim. Çünkü artık öğrendim ki patlama öncesi anlarım her zaman patlamayla sonuçlanmıyor. Bazen muazzam bir şekilde küçük düşmemle, koşulların ve bu koşulların yarattığı çeşitli, utanç verici baskıları geri dönüşü olmamacasına kabullenmemle sonuçlanıyor. Ne var ki ben yine de kendime bu patlamalara müsaade etmemem, bunları başlamadan durdurmam gerektiğini, yoksa maazallah dengemi kaybedeceğimi salık vermeyi seviyorum. Dolayısıyla bugün de yaptığım gibi temiz hava almak, ufuk çizgisini ve kim bilir daha neleri görmek isteyen birinin o fevri ihtiyacıyla dışarı çıkıyorum. Eh, her zaman ufuk çizgisine varamıyorum da bazen bir kafe penceresinin önüne oturup, birkaç çift güzel bacak manzarası izlemekle yetiniyorum.
Ofis saatlerinde kentin bambaşka bir yere dönüştüğüne eminim. Belirli saatlerde çalışanların, yani sabah sekizde başlayıp, on ikide çıkan, sonra iki buçukta geri dönen ve yedide günü bitirmek üzere son kez işten çıkanların Montevideo’sunu biliyorum. Yüzleri ürkek ve terlemiş, adımları aceleci ve aksak, biz onlarla eski dostlarız. Ama bir de diğer şehir var ki o şehir yeni banyo yapmış, parfümünü sürmüş, öğleden sonraları dışarı çıkan, alaycı, iyimser, şakacı genç kadınların şehri; öğleye kadar uyuyan, ithal ipek gömleklerinin kar beyazı yakaları akşam altıya kadar bozulmayan ana kuzusu oğlanların; otobüsle Gümrük İdaresi’ne kadar gidip, inmeden aynı otobüsle gerisingeri dönen ve böylelikle nostaljik hatıralarının kahramanı Eski Kent’i dolaşırken yüzlerine kondurdukları teselli edici bakıştan ibaret ölçülü bir eğlenceye iştirak eden ihtiyarların; geceleri hiç dışarı çıkmayıp, gündüzleri suratlarında okunan suçlulukla üç buçuk matinesinden çıkan genç annelerin; çocukların her yanını sinekler basarken oralı olmayıp anneleri çekiştiren bebek bakıcılarının; meydandaki güvercinlere ekmek kırıntısı atınca sonunda cennetten mekân kapacaklarını düşünen, canı sıkılmış emeklilerin şehridir. Bunlar benim tanımadığım insanlar, en azından şimdilik. Onlar hayattaki konforlarına ziyadesiyle tutunup yerleşmişken ben, karşımda şubat ayı Goya’ya adanmış takvime baka baka sinirli ve zayıf hissediyorum.
….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıMola
- Sayfa Sayısı192
- YazarMario Benedetti
- ISBN9786057496116
- Boyutlar, Kapak13,5x19,5, Karton Kapak
- YayıneviYedi Yayınları / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Fasulye Ayıklama Sanatı Üzerine Bir Tez ~ Wiesław Myśliwski
Fasulye Ayıklama Sanatı Üzerine Bir Tez
Wiesław Myśliwski
Çağdaş Leh edebiyatının önde gelen isimlerinden Myśliwski’nin “Fasulye Ayıklama Sanatı Üzerine Bir Tez” romanının adsız müzisyen başkarakteri gizemli konuğuyla sürdürdüğü monologda hayatının muhasebesini yapıyor....
- Şölenden Sonra ~ Yukio Mişima
Şölenden Sonra
Yukio Mişima
Batıda gökyüzü sessizce ışıldıyor, bir şekilde idealizmin sonunun geldiğini çağrıştırıyordu. Boş ideallere ışık tutan bir fener gibi, batan güneş yüzlerce, binlerce mum yakmış, uzaklarda...
- Flamingo Çocuk ~ Michael Morpurgo
Flamingo Çocuk
Michael Morpurgo
Müziği susturanlara inat güneş “yeniden” doğacak! Savaş Atı kitabının yazarı Michael Morpurgo, farklılıklarıyla dünyaya iz bırakanlara adadığı yeni romanı Flamingo Çocuk’ta, nefretin ve savaşın gölgesinde büyüyen...