Eğer savaşmazsan ele geçirilirsin, soyun sona erer. Marifetler bu işe yarar, verdiği güçler sayesinde.. insan arazisini koruyabilir, soyunu temiz tutabilir. Eğer kendini koruyamazsan, marifetini kaybedersin. Başka soylar bize baskın çıkar, sıradan insanlar..
Ovalıların hiç de tekin bulmadıkları dağlarda yaşayabilmek için herkesin bir marifetinin olması gerek. Elbette her marifetin bir bedeli var. Bedel ödendikçe bu böyle sürer gider. Marifetler babadan oğula, anadan kıza geçer. Ta ki birileri çıkıp bu töreyi kabullenmemeyi göze alana kadar.
Hükmedemeyeceğinden korktuğu marifetini kullanmamak için gözlerini mühürleten Orrec ile marifetini “kötüye” kullanmayı reddeden özgür ruhlu Gry.. Babalarının oğlu, annelerinin kızı değil de kendi başlarına olmayı isteyen çocukların hikâyesini anlatıyor Le Guin bu kez.
*
2. Bölüm, sayfa 16-20
Tam içinde yaşarken, hayatınızın bir hikâye olduğunu fark etmeniz, onu hakkıyla yaşamanıza yardımcı olabilir. Gerçi, hayatınızın nasıl süreceğini veya nasıl biteceğini bildiğinizi düşünmeniz akıllıca olmaz. Bu ancak bittiğinde öğrenilebilecek bir şeydir.
Bitmiş bile olsa, bir başkasının hayatı bile olsa, hikâyesini yüz kere duyduğum yüz yıl önce yaşamış birinin hayatı bile olsa, hikâyeyi dinlerken, aslında nasıl biteceğini bilmiyormuşum gibi umuda ve korkuya kapılırım; böylece hikâyeyi ben yaşarım, o da benim içimde yaşar. Bu ölümü kandırmanın benim bildiğim en iyi yolu. Ölüm, hikâyeleri bitirdiğini zanneder. Hikâyelerin onunla birlikte değil onun içinde bittiğini bir türlü anlayamaz.
Diğer insanların hikâyeleri, insanın kendi hikâyesinin bir parçası haline gelebilir, kendi hikâyesinin temelini, üzerinde yükseldiği zemini oluşturabilir. Babamın Kör Brantor hikâyesi, Dunet akınının hikâyesi ve annemin ova hikâyeleri, Kumbelo’nun kral olduğu zamanla ilgili hikâyeleri de böyleydi işte.
Çocukluğumu düşündüğümde Taş Ev’in salonuna giriyorum, ocağın başındaki sırada oturuyorum, çamurlu avluda yahut Caspromant’ın temiz ahırlarındayım, mutfak bahçesinde annemle birlikte fasulye topluyorum, ya da kuledeki yuvarlak odada ocağın başında onunla beraberim, çıplak tepelerde Gry’ın yanındayım, hiç bitmeyen hikâyelerin dünyasındayım.
Kabaca yontulmuş ama uzun yıllar kullanılmaktan tutacak yeri simsiyah cilalanmış gibi görünen porsuk ağacından büyük, kalın bir asa Taş Ev’de kapının yanında, karanlık girişte asılı dururdu: Kör Caddard’ın asası. Ona dokunulmazdı. Asayı ilk gördüğüm sıralar benden çok uzundu. O zamanlar gidip sırf heyecanı için ona gizlice dokunurdum çünkü yasaktı, çünkü bir sırdı.
Ben Brantor Caddard’ı babamın babası sanırdım, çünkü anlayışım o zamanlar ancak oraya kadar uzanabiliyordu. Dedemin adının Orrec olduğunu biliyordum. Bana onun ismini vermişlerdi. O yüzden, aklımca, babamın iki babası vardı. Bu düşünce bana hiç tuhaf gelmiyordu ama ilginçti doğrusu.
Ahırda babamla birlikte atlara bakıyorduk. Atları konusunda adamlarından kimseye tam olarak itimat etmezdi ve ona yardımcı olmam için beni üç yaşından itibaren eğitmeye başlamıştı. Bir tabureye çıkmış demir kırı bir kısrağın kış postunu tımar ediyordum. Yandaki bölmede büyük gri aygırı tımar eden babama, “Neden bana babalarından sadece birinin adını verdin?” diye sordum.
“Sana adını verebileceğim tek bir babam vardı,” dedi babam. “Saygıdeğer insanların birçoğu gibi.” Pek sık gülmezdi ama o alaycı tebessümünü görebiliyordum.
“O halde Brantor Caddard kimdi?” –ama o anda, babam daha cevap veremeden cevabı bulmuştum– “O babanın babasıydı!”
“Babamın babasının babasının babası,” dedi Canoc, Grişerit’in postundan kaldırdığı kıl, toz ve kurumuş çamur bulutu arasından. Ben kısrağın böğrünü çekiştirmeye ve kaşağılamaya devam ediyor, karşılığında da gözlerime, burnuma ve ağzıma dolan çerçöple, Demirkırı’nın böğründe açtığım elim büyüklüğünde parlak, pembe-beyaz bahar postuyla ve hayvandan çıkan memnuniyet homurtularıyla mükâfatlandırılıyordum. Bir kediye benziyordu, okşanınca insana yaslanıyordu. Onu elimden geldiğince ittirip işime devam ederek, temizlediğim parçayı büyütmeye çalışıyordum. Babaların sayısı benim boyumu aşmıştı.
Benim sahip olduğum baba yüzünü silip kısrağın durduğu bölümün önüne geldi ve orada durup beni seyretti. Ben de gösteriş yaparak, kaşağıyı pek bir işe yaramayan uzun hareketlerle sürterek çalışmaya devam ettim. Ama babam bu konuda bir şey söylemedi. “Caddard hem soyumuz, hem de batı dağlarında bulunan bütün soylar arasında en büyük marifete sahip olan kişiydi. Bize bağışlanan en büyük marifetti onunkisi. Bizim soyun marifeti nedir Orrec?” dedi.
Durdum, tabureden aşağıya indim, dikkatle, çünkü bu yükseklik benim için hâlâ çok fazlaydı ve babamın önünde durdum. Benim ismimi söylediği zaman ayağa kalkar, ona bakarak kıpırdamadan dururdum: Hatırlayabildiğim kadarıyla hep öyle yapmışımdır.
“Bizim marifetimiz çözmek,” dedim.
Başıyla onayladı. Bana karşı daima nazikti. Ondan bir zarar gelebileceğinden korkmazdım. Ona itaat etmek zordu, ama büyük bir haz verirdi. Onun memnuniyeti benim ödülüm oluyordu.
“Ne anlama geliyor bu?”
Bana söylememi öğrettiği gibi söyledim: “Çözme, yapılmışı eski haline döndürme, yok etme gücü anlamına geliyor.”
“Benim bu gücü kullandığımı gördün mü?”
“Bir kâseyi paramparça ettiğini gördüm.”
“Bu gücü bir canlı üzerinde kullandığımı gördün mü?”
“Bir söğüt dalını yumuşatıp, simsiyah yaptığını gördüm.”
Bu noktada kesmesini diledim, ama soruların bittiği yer burası değildi artık.
“Bu gücü canlı bir hayvan üzerinde kullandığımı gördün mü?”
“Bir sıçanı… öldürdüğünü gördüm.”
“Nasıl öldü?” Sesi sakin ve amansızdı.
Kıştı. Avludaydık. Kapana kısılmış bir sıçandı. Genç bir sıçan. Yağmur suyunun toplandığı fıçıya girmiş ve dışarı çıkamamıştı. Onu önce süpürgeci Darre görmüştü. Babam, “Buraya gel Orrec,” dedi; yanına gittiğimde ise, “Kıpırdama ve seyret,” dedi. Ben de kıpırdamadan durup seyrettim. Fıçının yarısına kadar dolu suda yüzen sıçanı görebilmek için parmaklarımın üzerinde yükselmiştim. Babam fıçının tepesinde durmuş, dikkatle içine bakıyordu. Elini, sol elini uzattı ve bir şey söyledi veya sertçe nefesini verdi. Sıçan bir kez kıvrandı, titredi ve suyun üzerinde kıpırdamadan yüzmeye başladı. Babam sağ elini uzatıp sıçanı çıkarttı. Elinde gevşek, biçimsiz, ıslak bir kesecik gibi duruyordu, sıçan gibi değil. Ama kuyruğunu ve ayacıklarının ucundaki minik pençelerini görebiliyordum. “Dokun ona Orrec,” dedi babam. Dokundum. Yumuşaktı, kemiksiz, sanki ıslak derisinin içine yarı yarıya un doldurmuşlar gibi. “Çözüldü,” dedi babam, gözlerime bakarak ve o zaman gözlerinden korktum.
“Sen çözdün onu,” diye sorusunu cevapladım ahırda, ağzım kuruyarak, babamın gözlerinden korkarak.
Başıyla onayladı.
“Benim o gücüm var,” dedi, “senin de olacak. Güç içinde büyüdükçe sana nasıl kullanılacağını öğreteceğim. Marifetini kullanmanın yolu nedir?”
“Gözle, elle, nefesle, iradeyle,” dedim, bana öğretmiş olduğu gibi.
Memnun kalarak başıyla onayladı. Ben biraz rahatladım, ama o gevşemedi. Sınav daha bitmemişti.
“Şu kıl yumağına bak Orrec,” dedi. Ahırın zemininde, ayağımın az ilerisinde seyrek saman çöpleri arasında minik bir çamurlu at kılı yumağı duruyordu. Demir kırı kısrağın yelesine takılmıştı, ben de onu yerinden kurtarmış, yere bırakmıştım. İlk başta, ahırı pislettiğim için bana kızacak sandım.
“Ona bak. Sadece ona bak. Bakışlarını başka yere çevirme. Gözlerini onun üzerinde tut.”
İtaat ettim.
“Elini kaldır… böyle.” Arkama geçen babam sol kolumu ve elimi tuttu, parmaklarımız çamur ve kıl topağını işaret edinceye kadar nazikçe, dikkatle kaldırdı. “Böyle tut elini. Şimdi, söylediklerimi tekrarla. Sesini değil, nefesini kullan. Şöyle de…” Benim için hiçbir anlamı olmayan bir şey fısıldadı, ben de elimi onun ayarlamış olduğu gibi tutmayı sürdürüp kıl yumağına bakmaya devam ederek ondan sonra fısıldadım.
Bir an hiçbir şey kıpırdamadı, her şey hareketsizdi. Sonra Demirkırı içini çekti, ayağını değiştirdi; ahır kapısının dışından rüzgâr estiğini duydum ve yerdeki çamurlu kıl yumağı birazcık kımıldadı.
“Kımıldadı!” diye haykırdım.
“Rüzgâr kımıldattı,” dedi babam. İçinde bir tebessüm saklı sesi yumuşaktı. Biraz farklı duruyordu, gerindi. “Biraz bekle. Daha altı yaşında bile değilsin.”
“Sen yapsana baba,” dedim, hem heyecanlanmış, hem de kızmış bir halde kıl yumağına kinle bakarak. “Sen boz şunu!”
Babamın kıpırdadığını bile görmedim, nefesini duymadım. Yerdeki yumak kıvrılıp puf diye toza dönüştü, yerde birkaç uzun, kahverengi kıldan başka bir şey kalmamıştı.
“Güç sana gelecek,” dedi Canoc. “Soyumuzun marifeti güçlüdür. Ama en çok Caddard’da vardı. Şuraya otur. Artık onun hikâyesini dinleyecek kadar büyüdün.”
Tabureye tünedim. İnce, dik, esmer bir adam olan babam bölmenin kapısında duruyordu. Dağlarda giyilen kalın kumaştan eteği ve paltosunun altında bacakları çıplaktı, kapkara gözleri ahır kirinden bir maskenin ardında parlıyordu. Elleri de kirliydi ama güçlüydüler, ince, sağlam, huzursuzluk nedir bilmeyen ellerdi. Sesi sakindi. İradesi güçlüydü.
Bana Kör Caddard’ın hikâyesini anlattı.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıMarifetler
- Sayfa Sayısı192
- YazarUrsula K. Le Guin
- ISBN9789753425605
- Boyutlar, Kapak13x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviMetis Yayınları / 2021
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Koca Tembel ~ Romain Gary, Emile Ajar
Koca Tembel
Romain Gary, Emile Ajar
Kırılganlığın ve ironinin mutlak iktidarına selam duran Romain Gary, Émile Ajar personasının doğuşunu müjdeleyen Koca Tembel’de, gürül gürül akan bir kentte içine düştüğü yalnızlık...
- Almanca Dersi ~ Siegfried Lenz
Almanca Dersi
Siegfried Lenz
“Toplumlar aykırı olanların karşısında kendilerini her zaman meydan okunmuş, tehdit altında ya da korunmasız hissettiklerinden, tüm ilgilerini ve şüphelerini onlara yönlendirip sonunda düşmanca takibe...
- Mezarla Randevu / Bir Gece Avcısı Romanı 1. Kitap ~ Jeaniene Frost
Mezarla Randevu / Bir Gece Avcısı Romanı 1. Kitap
Jeaniene Frost
ATEŞLEMİ OYNUYORSUN, KEDİCİK? Yarı vampir Kedicik, Catherine Crawfield, kendini bildi bileli ölümsüz kan emicilerin peşinde. İntikam almak istiyor. Çünkü bu parazitlerden biri babası olabilir....