ÖNSÖZ
Yağlı mum ışığı gölgeleriyle dolu küçük bir barakada, adam pür dikkat önündeki sayfaya bakıyor. Sırtı, kağıdın, tüy kalemin ve mürekkep hokkasının üstünde bir kavis çiziyor, boynu ise konsantrasyonu ve bozuk duruşu yüzünden kasılmış. Tüy kalemi masanın kenarına doğru itiyor, kanı çekilmiş parmaklarıyla, kenarları kıvrılmış bir yığın kağıdın üstüne bastırıyor. Uzanıp taze mürekkep aldıktan sonra, yazmayı sürdürüyor.
Gergin bedeni sağa sola sallanarak, geçip giden dakikalara eşlik ediyor. Aksak hareketleri kağıdın üstündeki nemli çiziklerin anlamını ele veriyor. Vücudundan damlayan ter kirli zemine karışıyor. Hummalı bir rüyada yaşıyor; daha doğrusu rüyanın içindeki bir şeylere doğru uzanıyor ve onu var gücüyle bu dünyaya çekmeye çalışıyor.
İlerleyen saatlerde, şafaktan birkaç saat önce, adam barakadan çıkıyor. Omzuna işlenmiş deriden bir çanta atmış, kemerine ise bir tabanca ve bıçak sıkıştırmış. Mürekkebi kuruyan, rulo halinde tek elinde tuttuğu kağıt destesini sıkıca kavrıyor. Kapı girişinin karanlığından açıklığa adım attığı anda, yüzü ay ışığına yakalanıyor: hayli yanık ve çizgilerle dolu bir yüz, kıvılcımlar saçan vahşi, simsiyah gözler. Bir yanağındaki derin yara izi, eğri büğrü çatallanmış bıyığının üstünden yana doğru uzuyor.
Ak saçlı, sakallı ve cüppeli başka bir adam, iyice çökmek üzere olan karanlıkta onu bekliyor. Biraz fısıldaştıktan sonra, birbirlerine sarılıyorlar. Ardından ilk adam ayrılıyor ve koşar adımlarla, barakalardan oluşan çemberin ötesine doğru ilerliyor. Çok geçmeden karanlığı tırmalayarak, dağ yamacının sık çalıları arasına dalıyor, güçlükle aşağılara, daha aşağılara iniyor.
Dağın eteğine vardığında, doğuda güneş yemyeşil ovanın üstünde yükseliyor, adamın ardında kalan dağlardan ışıl ışıl yansıyor. Bir ateşin çember şeklindeki közlerinin yanında ise onu başka biri bekliyor.
“Dick, geri döndün! Ben de Sierra de San Luis’deydim… Aman Tanrım, Dick. Hayalet görmüş gibisin.”
“Bugün günlerden ne?”
“Ne?”
“Bugünün tarihi. Haftanın, yılın hangi günü diyorum… Hiç farkında değilim.”
“Günlerden Cuma bugün, Dick. Ayın 25’i. Noel günü. 1868 Noel’i.”
Birinci Bölüm
Gözlemlediğimiz evren tam da temelinde hiçbir tasarım, hiçbir amaç, hiçbir kötülük, hiçbir iyilik değil de, kör, acımasız kayıtsızlık bulunduğu takdirde görmeyi bekleyeceğimiz özelliklere sahiptir.
CHARLES DARWIN
Miles’a Yol Görünüyor
Hookeville Virginia’daki Thomas Jefferson College’ın gayrıresmi lokali olan 14. Cadde Pub’ının ortasına köşeli bir bar hakimdi. Sinir bozucu barmen köşeli barın içinde sağa sola zıplıyor, alkollü, incecik bir sisin içinde içkileri hazırlıyordu. Miles Darken adında bir adam, yanındaki birkaç 14. Cadde müdavimiyle beraber barın diğer kenarına abandı ve bir yandan fıçı birasını devirirken, bir yandan da haftanın sevimsiz olaylarını düşünmeye koyuldu.
Miles bara kendini akşam saat 8’den hemen sonra atmıştı. Pardösüsü uzun, ince bedeninin ve kaba botlarının etrafında uçuşuyordu. Cuma gecesiydi ve bar çoktan dolmuştu. Sandalyesinin üstünde dönerek, tanıdık yüzlere bakındı. Kalabalığın içinden arka köşedekileri seçemiyordu.
Dana Steckler köşedeki bölmede oturmuş, gürültü patırtının arasından sesini duyurabilmek için arkadaşı Paulina ile bağırarak konuşuyordu. Dana çenesine gelen kızıl saçlarını kulağının arkasına atarak, bir sigara yaktı ve öne doğru eğildi.
“Şu bardaki, senin arkadaşın Miles değil mi?” dedi Paulina.
“Evet, o.”
“Gidip merhabalaşsana. Beni de doğru dürüst tanıştırırsın.”
“Tamam, birazdan giderim.”
“Oldu. Beklerken sorayım bari; Profesör Castrolang ile yatmak nasıl bir şey?” Dana iftiraya uğramış gibi bakıyordu. “Geçen hafta üç defa adamın ofisine gizlice girdiğini gördüm. Ofisin kapısı öğrenci salonundan görülüyor. Tabii boynunu iyice uzatırsan.” İkisi de güldüler.
“Yeni danışmanım o benim,” dedi Dana. “Yatmak mecburiyetindeyim.”
“Hani onun için araştırma yapacaktın? Öyle demiştin.”
“Peki, tamam. Yakaladın yalanımı. Bir araştırma projesi yapıyoruz.” Dana içini çekti. “Ama şu anda o projeyi konuşmak istemiyorum. Gel, gidip seni Miles’la tanıştıralım.” Dana sigarasını avucunun içine doğru döndürdü ve iki kız bölmeden çıkarak, kalabalığın arasına daldılar.
Dana, Miles’ın bardağını ters taraftan aşırıp dikkatini dağıtarak, diğer kulağına eğildi ve “Selam, yakışıklı,” diye fısıldadı. Miles bir sola, bir sağa dönerken de, içkiden bir yudum aşırdı.
Miles ise aşırılan birayla ilgili herhangi bir yorum yapmadan, “Selam, fıstık,” diye karşılık verdi. “Yanındaki kim?”
“Tanıştırayım, kendisi Paulina. Felsefe ikinci sınıfa transfer oldu,” dedi. “Yaşı da on dokuz ,” diye muzipçe ekledi. Ardından Paulina’ya dönerek, “Miles on dokuzluklara bayılır da. Beşik haydutu, ne olacak.”
Miles pençelerini çıkararak, hırladı. “Yalnız, rica ederim, beşik haydutlarının şahı olacaktı.” Sonra Dana’ya döndü. “E, ne var, ne yok? Ayrıca da, sen nerelerdesin? Şu büyük, esrarengiz projen yüzünden galiba yüzünü gören cennetlik.”
“Hay, lanet olası,” dedi Dana. “İnsan şurada sorguya çekilmeden, huzur içinde, bir tez çalışması yapamaz mı ya?”
“İyi de bu gizlilik niye?”
“Tamam, buraya kadar dostum. Şimdi senin şu havalı web sayfandan bahsedelim.”
Miles konuşmayı kesip, gergin bir şekilde etrafa göz gezdirdi.
“Ya, işte böyle,” dedi Dana, saldırıyı sürdürerek. “Paulina, Miles’la ilgili tüm ilginç bilgileri http://boatanchor .tjc.edu adresinde bulabilirsin.”
“Boatanchor da ne?” dedi Paulina boş bakışlarla.
“Miles’ın kişisel bilgisayarı,” diye yanıtladı Dana. “Artık Miles’ın kişisel web sunucusu oldu.”
“Aslında adını ‘cracksmoker ‘ koymayı düşünüyordum,” dedi Miles, neşeli bir sesle. “Ama parayı ödeyenler o ismi veto etti. Her neyse, bazı belgelerimi nete koymam gerekiyordu, ben de web sayfası açayım bari dedim.” Miles oturduğu yerde hafifçe kıpırdandı. “Aslına bakarsanız web’le o kadar da ilgilenmiyorum. Pek etkileşim ve komünite yok. Halbuki Usenet ‘te istediğim zaman bir tartışma grubuna girip, anında neden bahsettiğini bilen binlerce insana bağlanabiliyorum.”
Dana Miles’a buruşuk bar peçetelerinden birini fırlattı. “Seninle aynı fikirde olan binlerce insana, demek istiyorsun.” Diğer ikisi Dana’ya soru sorarcasına baktılar. “Miles Usenet gruplarındaki insanlarla aynı kafada olduğunu düşünüyor. Ama bence insanın çevresinin tamamen kendisi gibi düşünenlerle çevrili olması tehlikeli bir şey. Tüm önyargılarının doğru olduğu yanılgısına kapılmaya birebir.” Dana sigarasını söndürüp Miles’ın birasından bir yudum daha aldı.
“Bilgisayar laboratuvarına dönmem lazım. İşim var.”
“Cuma gecesi mi?”
“Tez danışmanları ne yazık ki cuma gecesi diye bir mevhumdan haberdar değil. Paulina, sen de çıkıyor musun?”
Paulina Miles’a göz atarak, “Ben biraz daha kalırım herhalde,” dedi.
“Tamam. Miles, birlikte bir kahvaltı edelim. Ara beni, olur mu?”
Miles yanıt vermeye yeltendi ama Dana kalabalığın arasından, kapıya doğru yollanmıştı bile.
Miles Paulina’ya bakıp, omuz silkti.
Dana bardan çıkınca bir an durarak, sokağın tuğla duvarına yaslandı. Bir sigara daha çıkardı ama önünde tutmakla yetindi. Gerçekten de işine dönmesi gerekiyordu. Ama araştırma konusunun varlığına henüz tam olarak ikna olmadığı göz önünde bulundurulursa, bir cuma akşamı gidip o konuyu araştırmaya çalışmak zorunda olması, sinirlerini iki kat bozuyordu. Derin bir iç çektikten sonra sigarasını yerine koydu ve karanlık kampüse doğru yürümeye başladı.
—
“Eee?” dedi Miles Paulina’ya, “neden transfer oldun bakalım?”
“Bilmem ki,” dedi Paulina. “Önceden yaptığım şey tam istediğim gibi değildi. Ben de başka bir şeyi deneyeyim dedim. Ya da en azından başka bir yeri.”
“Ah,” dedi Miles, birasına doğru gülümseyerek. “İşte arayış içinde biri daha. Bir türlü ulaşamadığın yanıtları Thomas Jefferson College’da bulacağına mı inanıyorsun?”
Paulina biraz gerildi. “Belli olmaz, bulurum belki. Sen ne yapıyorsun ki TJC’de? Dana öğrenci olmadığını söyledi.”
“Mezunum sadece. Şimdi burada çalışıyorum. Akademik Bilişim Merkezi’nde.”
“Bu durumda sen de arayış içinde bir mezun mu oluyorsun?” dedi Paulina. “Evrende üstüne düşen görevi böyle mi yerine getiriyorsun?”
“Hiç bilemiyorum,”diye itirafta bulundu Miles. “Ama bunun, neslimiz için temel bir soru haline geldiğine de inanıyorum: ‘Yaptığım şey doğru mu? Yapmam gereken şey bu mu?’ Ben de iyi bir cevabı olan birine rastlamayı bekliyorum.” Miles içkisini yudumlamadı. “Dana’yla nasıl tanıştın?”
“Bizim bölümde tanıştım. Beni kanatları altına aldı gibi bir şey. Galiba rahat bir geçiş yapmamı sağlama işini görev olarak üstlendi.”
“Yapma ya?” dedi Miles. “Bu alçak entrikaya derhal bir son vermek lazım o zaman.”
“Neye?” Paulina yine bocalamış gibiydi.
“Rahatını sağlamaya çalışmasından bahsediyorum. Ne fena. Yani geçiş yaparken başarmaya çalıştığın bir şey varsa, o da rahattan kaçmaktı herhalde, değil mi? Amacın bu olmalı.”
Paulina bir süre sessiz kaldıktan sonra, “Sen Dana’yı nereden tanıyorsun?” dedi.
“Aslında ben üniversitedeyken çıkmıştık,” dedi Miles sessizce. “Çok zaman oldu.”
Paulina Miles’ı bir kez daha yokladı. “Rahatlık hakkında şu söylediklerin; o kadar kötü bir şey mi sence rahatlık?”
“Beni ele alalım,” dedi Miles yumuşak ve kendinden emin bir sesle. “Mezuniyetinden üç yıl sonra hâlâ üniversite şehrinde olmak nasıl bir şey biliyor musun? Yataktan çıkmamak, geç kalkmak gibi bir şey. Sıcacık, keyifli ve rahat. Ama arada bir kıpırdanıp, kendi kendine, ‘İşe bak, hâlâ yatakta olduğuma inanamıyorum’ diye düşünüyorsun. Fakat sonra yine yorganına sarınıp, uykuna dönüyorsun.”
Miles omuz silkti, kaderine teslim olmuş gibi bir havayla gülümsedi ve hesabı istedi.
Pub’dan eve dönüş yolunda Miles, ana bilgisayar laboratuvarının önünden geçti. Dana içerde sessizce oturmuş, kütüphanenin veri tabanı sistemi LexisNexis’e ve daha sonra da çeşitli web arama motorlarına hayli dramatik birtakım arama terimleri girmekle meşguldü. Arama motorlarında karşısına ya sıfır ya da otuz bin arama sonucu çıkıyordu.
Dana bulması istenen şeyin bir yerlerde var olduğuna dair ciddi ve iç karartıcı birtakım şüpheler duymaya başlıyordu. Böyle bir şey gerçekten var olsaydı, dünyanın haberi olmaz mıydı? Ancak söz konusu fikre karşı duyduğu merakı bastırmakta da zorlanıyordu. Öyle baştan çıkarıcı ki, diyordu kendi kendine. Nihai bazı yanıtlar olduğunu hayal etmek çok insani bir şey. Orada bir yerlerde, bulunmayı bekleyen yanıtlar…
“Benim tarafımdan bulunmayı bekleyen,” diye düzeltti, yüksek sesle.
Tavana dek yükselen pencereden dışarı baktı. Kalın camdan yansıyan ışıkta yalnızca kendi parlak ve şaşkın yansımasını gördü. Camın gerisinde ise Miles binanın arkasından bomboş evine doğru giden sokağın gölgelerine karışmaktaydı.
Büyük Sırlar
Sabahın geç saatlerinde, yer yatağında dönüp duran Miles, vücudunun açma kapama düğmesine basarak sistemini yavaş yavaş çalıştırdı.
Önce gözleri titreşti ve açıldı. Ardından işletim sistemiyle birlikte, çeşitli zihinsel işlemler devreye girdi; kim ve nerede olduğuna dair şöyle genel bir bilgi gözden geçirildi. İşletim sistemi hızlı birkaç donanım tespiti gerçekleştirdi; mide: boş, mesane: dolu, kafa: hafif zonkluyor. Ardından uzun-süreli bellek birimlerini yokladı; istese anne babasının doğum günleri ya da 1980’deki bağımsız başkan adayının ismi gibi verileri çağırabilirdi.
Pazar sabahı başlangıç işlemlerinden gayet tatminkâr olan Miles, biraz ağ aktivitesine girmeye niyetlendi: üstünde boxer’ı ile sallana sallana odadan çıkarak, telefonunu aldı.
“Selam. Benim. Kahvaltı davetin hâlâ geçerli mi?” Tek eliyle telefonu tutarken, diğeriyle sırtını kaşıdı. “Olur, tabii. Onu da getir. Yarım saat sonra alırım sizi.”
Miles, Datsun marka arabasını Dana’nın oturduğu apartman kompleksinin park alanına yanaştırdı. Az sonra Dana ile Paulina merdivenlerde göründü ve hiç konuşmadan arabadaki yerlerini aldılar. Üçü birden parlak, berrak ve serin sabah havasını içlerine çektiler.
Miles arabayı parktan çıkardı, güneş gözlükleriyle arabanın kromu göz alırcasına parıldarken, bol şeritli, geniş ana caddede ağır ağır ilerlemeye başladılar. Tek tük arabaların ve yayaların yanından geçerek kampüsün etrafını turladıktan sonra şehir merkezine ulaştılar. Miles arabayı gölgeli ve çakıl taşlı park alanına kolaylıkla ve kusursuzca park etti. Freni çekerken gülümsedi.
“Umarım Cafe B hoşunuza gider,” dedi.
Üçü arabadan inerken, Dana, “Miles dalga geçiyor, Paulina. Cafe B şu on bin kilometrelik alanda en iyi kahvaltı veren yerdir,” dedi.
Miles ağzının suları akarak garsona, “Ben Pazar Menüsü Üç Numara’yı alayım. pastırma ve sosisi de olsun,” dedi.
“Ben de Üç Numara’yı istiyorum ama vejetaryen versiyonu olsun,” diye siparişini verdi Dana.
“Dana kansere ve kalp hastalığına yakalanmamıza yol açan masum yaratıkları yeme konusunda biraz sorunlu da. Ama fazla ince eleyip sık dokuyor, öyle değil mi? Biraz da hayatını yaşamalı.”
“Vejetaryenlerin ömrü altı yıl daha uzundur,” diye yanıtladı Dana. “Senin cenaze yemeğinde pastırma servisi yapılması için elimden geleni ardıma koymayacağıma emin olabilirsin.”
“Çok mersi,” dedi Miles. “Bu arada, Cuma akşamki araştırma maratonun nasıl gitti?”
“Tereyağından kıl çeker gibi.”
“Ee, ne araştırdığını söyleyecek misin artık bize?”
“Şu soruyu sormandan kurtulmamın tek yolu buysa, söyleyeceğim.” Dana kaküllerinin alnında biraz sallanmasına izin verdikten sonra, onları geriye attı. “Çok saçma bir şey aslında. Bu konuda konuşurken bile kendimi aptal gibi hissediyorum.”
“İtinalı sessizliğinin nedeni de bu olsa gerek,” dedi Miles, kelimeleri uzata uzata.
“Konu şu: yeni akademik danışmanım beni kayıp bir belge avına gönderdi. Ben bu belgenin sadece bir söylentiden, efsaneden ibaret olduğunu düşünüyorum. Öyle bir şey var olsa bile, eninde sonunda o koskocaman ‘ifşa edilmiş dini gerçekler’ yığınının içinde, sahteliği kanıtlanmış palavralardan biri haline gelecek.”
“Of Dana, şu baklayı çıkarır mısın artık ağzından?” dedi Miles.
Dana başını iki yana salladıktan sonra, dikkatle seçtiği kelimeleri söylemeden önce derin bir nefes aldı. “Bu belge dini bir metin. Ya da belki felsefi. 1868 ya da 1869 tarihli. Sir Charles Francis Burton diye biri tarafından yazılmış. Daha sonra da kaybolmuş; tabii eğer gerçekten vardıysa.” Dana duraksadı. “Burton’ın kim olduğunu biliyor musunuz?”
Miles hatırlamaya çalışır gibi gözlerini kıstı. Paulina ise ‘hayır’ anlamında başını salladı.
“Kısaca söylemek gerekirse, on dokuzuncu yüzyılda yaşamış bir kaşif, asker, yazar, çevirmen ve daha bir sürü şey. Nil’in kaynağını keşfetmiş, Binbir Gece Masalları’nı tercüme etmiş ve sayısız maceranın yanı sıra, Arap kılığına girip Mekke’ye sızmış.”
Yemekler servis edilirken, Dana konuşmasına ara verdi. Sonra kahvesini iştahla yudumlayarak, konuşmasını sürdürdü. “Burton 1860’larda birkaç yılını Güney Amerika’da geçirmiş. Bu sürenin yaklaşık altı ayı boyunca da, Brezilya ile Arjantin’in dağlık bölgelerinde kayıplara karışmış. O seyahatte yaptıklarına dair herhangi bir kayıt yok. Onun yerine bir sürü söylenti var. Dağlardaki haydutlarla girdiği vahşi çatışmaları anlatan hikayeler mesela.”
“Süper,” dedi Miles. Tek gözü Dana’da olduğu halde, yumurtasına girişti.
“Bir hikaye var ki, bundan daha da çılgın,” diye devam etti Dana. “Kayıp bir kabileyi keşfedişini ve o kabileyi tasvir ettiği el yazmasını anlatan hikaye. Hikayeye göre Arjantin ile Şili’yi ayıran dağda bir yerlerde, 1868’in sonlarında, Burton’ın yolu gözlerden ırak, kimsenin bilmediği bir köye düşmüş. Köyde dışarıyla ilişkisi tamamen kesilmiş bir kabile yaşıyormuş. Kabilenin ırkı ne Kızılderililer ile ne de işgalci İspanyollar ile bağlantılıymış. Üstelik halkı çok da huzurlu ve bilge bir halkmış.” Dana biraz duraksadı. “Bizlerin anlamadığı şeyleri anlarlamış.”
“Ne gibi şeyleri?” dedi Miles.
Dana yeniden duraksadıktan sonra, başı önüne eğik halde konuştu. “Bilincin doğasını. Özgür iradeyi ve ahlakı. Evrenin biçimini ve zamanın yönünü. Tanrı’ya nasıl ulaşılacağını, ruhun ölümden sonra nereye gittiğini. Hatta belki de geçmiş yaşamları.” Dana başını kaldırarak, diğer ikisine baktı. “Daha az dramatik bir söylenişi olmadığına göre şöyle diyebilirim: hayatın anlamını.”
“Vay canına.” Miles tabağını itti ve tüm dikkatini Dana’ya yöneltti.
“Her neyse, hikayeye göre bu insanlar, Burton’a tüm sırlarını gerçekliklerinden şüphe edilemeyecek şekilde göstermişler. Burton da gördüğü her şeyi kendi ağzından kağıda dökmüş.”
“Sonra da bu kayıt kayıp mı olmuş?” dedi Paulina.
“Adam öldüğünde karısı kağıtların tamamını yakmış. Genel kanı Burton’ın Güney Amerika’da öğrendiklerini yayımlamaya hiçbir zaman cesaret edemediği yönünde. Belge de yanıp kül olmuş.”
Miles kahvesini yudumladı. “Belge yok edilmişse, sen neden aramaya devam ediyorsun?”
“Ben de kendime bunu soruyorum ya.” Dana derince bir iç geçirdikten sonra sandalyesini geriye doğru itti. “Ama ben şimdi durumu tersine çevirip, sana kendi alanınla ilgili birkaç soru sormak istiyorum.”
“Olur, sor tabii.” Miles kahve fincanını değiştirdikten sonra beklentiyle Dana’ya baktı.
“Nette olan bir şeyi, web arama motorları mutlaka bulabilir mi? Yani arama motorları web’deki her şeyi bilir mi?”
“Pek öyle denemez.” Miles sandalyesinde şöyle bir kıpırdanarak, zihnini vitese taktı. “Bir dokümanın web arama indeksinde yer alabilmesi için, genellikle başka bir dokümanın ona bir link’i olması gerekir. Arama motoru örümceklerinin yaptığı şey birbiri ardına, sayfadan sayfaya link’leri takip etmek ve yol üzerinde buldukları her şeyi indekslemektir.”
“Yani, eğer bir şey herhangi başka bir şeye link’lenmemişse, indekse dahil edilmez mi?”
“Birisi onu arama motorlarına özellikle kaydetmediyse, hayır.” Miles gözlerini kısarak Dana’ya baktı. “Tahminimce bu soru, az önceki konu ile tamamen ilintisiz değil, ha?”
“Tamamen değil.” Tam o anda garson elinde hesap ile çıkageldi ve pek de üstü kapalı olmayan bir tavırla ödeyip gitmeleri gerektiğini belli etti. Kapının önünde biriken kalabalığı görmemek mümkün değildi. “Benim işe dönmem gerekiyor,” dedi Dana.
İki kızı aldığı yere bırakan Miles, Datsun’ununu kendi binasının önündeki yuvarlak park alanına park etti. Eve girdikten sonra, yaklaşan pazartesinin bulanık ve tehditkâr gölgeleri arasında gezinip durdu. Erkenden yattı ama gece rüyasında Dana’nın arkadaşı Paulina’nın Güney Amerika dağlarının tepesinden kendisine seslenerek, “Büyük Sır”rı bulduğunu anlatmaya çalıştığını gördü. Miles rüyasının içinde “Büyük Sır”ın ne anlama geldiğini hatırlamaya çalıştı.
Her Şey Dökülüyor
Dana Pazar gecesi, bir kez daha geç vakitte evine döndüğünde, loş oturma odasına sükunet dolu yıldız ışıkları dalga dalga akıyordu. Karanlığın içinden geçerek, kampüs dışındaki küçük dairesine adımını attı, sonra perdeleri ve ardındaki sürgülü kapıyı açtı.
Taze bir esinti perdeyi havalandırarak ayak bileğine dolarken, odanın aniden aydınlanan köşesinde yorgun ve yapayalnız, öylece durdu. Sırt çantasının omzundan, yer yer gölgeli oturma odasının zeminine doğru kaymasına izin verdi, ardından balkona adım attı.
Dana’nın oturduğu bina, kampüs merkezinden yarım mil uzaklıktaki bir tepenin üstüne inşa edilmişti. Mesafe ve yükseklik sayesinde, titrek ışıklarla aydınlanan üniversite binaları, hoş ve sakin bir manzara oluşturuyordu; gerisinde ışık olan her bir pencerenin parıltısını görmeyi mümkün kılacak kadar yakın, eğlence aleminin sesini ya da diğer gürültüleri duymayı engelleyecek kadar uzak bir manzara.
Dana esintinin ortasında durdu ve uzaktaki ışıklara göz gezdirdi. Paulina’yı düşündü ve manzaraya aşina olmayan gözlere TJC’nin, Hookeville’in nasıl göründüğünü hayal etmeye çalıştı. Tıp etiği alanından mezun bir öğrenci olarak, kendi yaşamını düşündü ve hevesle gerçekleştirdiği, her biri zihnin yaşamı üstüne olan tüm o okumaların, yazmaların, araştırmaların dünyaya karşı gözlerini biraz kör etmiş olmasından endişelendi. Paulina genel çerçevede hangi noktada durduğunu, tüm bunların amacının ne olduğunu sorgulamaya daha açık gibiydi.
Dana, Miles’ı ve onun iyi bir dost olabilmek için nasıl çabaladığını düşündü. Kendisi bu konuda belki de elinden geleni yapmıyordu. Yapacak öyle çok işi ve öyle az vakti vardı ki. 9 ile 5 arası (aslında 11-5 arası) dışında, Miles’ın vakti kendine aitti ve tam zamanlı öğrenci olmanın neye benzediğini unutmuş gibiydi. Yine de her ihtiyacı olduğunda onu yanında bulduğu düşünülecek olursa, Dana Miles’a hak ettiği değeri verip vermediğinden emin değildi.
Dört yıl önce sona eren birlikteliklerinden bu yana Miles, Dana’nın üstüne titrer olmuştu. Dana bunu vicdan azabına bağlıyordu. Ayrılmalarının ardında hiçbir neden yoktu; Miles ilişkiyi bitirmek için ani ve karşı konulmaz bir istek duymuştu ve Dana ne söylerse söylesin, fikri değişmemişti.
Dana iç çekti ve sigara için cebini yokladı. Esintiye rağmen sigarasını yakmayı başardı ve dumanını sakin sakin, karanlığa doğru üfledi.
Evi kampüsün güneyinde ve yüksek bir noktada konumlandığı için, felsefe departmanının binası Campbell Salonu, manzaraya hükmediyordu. Dana binanın güney cephesine bakan pencerelerden ışıkların süzüldüğünü görebiliyordu. Bunlardan biri, danışmanının ofisi olabilirdi ama Dana emin değildi.
Birçok akşamını geçirdiği o küçücük odayı zihninde gayet iyi canlandırabiliyordu. Özellikle de Profesör Jim Castrolang’in, ona keşfedilen, sonra kaybedilen ve eğer başarılı olurlarsa yeniden keşfedilecek bir belgeden bahsettiği o Ağustos gününü.
Bundan iki ay önce o gün, James Castrolang hayli kayıtsız bir tavırla, “Sir Richard Francis Burton,” demişti. “1821 ile 1890 arasında yaşadı. İngiliz kaşif, asker, antropolog, erotist, kılıç ustası, dil bilimci, çevirmen, yazar… Ama biyografik bilgilere zaten istediğin kaynaktan ulaşırsın.” Jim duraksadı, sonra küçük odayı arşınlayarak devam etti: “Ki bence fırsatın olduğunda ulaşmalısın da.”
Darmadağın masanın önünde tek başına duran sandalyede oturan Dana, bacak bacak üstüne attı. Profesörü başıyla onayladı ve birkaç dakika sonra tavsiyesini yerine getirmek üzere ana kütüphaneye yollandı.
O gece sona ermeden Dana, Richard Burton’ın, Castrolang’in sıraladığı her özelliği ve daha da fazlasını taşıdığını öğrenmiş durumdaydı: mucit, alim, coğrafyacı, araştırmacı, natüralist, dünya dinleri araştırmacısı, yetenekli bir hipnotist, Kraliyet Coğrafya Cemiyeti üyesi, Londra Antropoloji Cemiyeti kurucularından biri, Afrika’daki Tanganyika Gölü’nün kaşifi, üretken bir yazar, şair ve Binbir Gece Masalları ya da Kama Sutra gibi eserlerin çevirmeni. Ayrıca kavgacı (birçokları tarafından “Dick ” diye çağırılan) ve politik davranmayı pek bilmeyen yapısına rağmen, nihayetinde şövalye ünvanını da kazanmıştı.
Kocaman kütüphanenin uzak bir köşesine gömülü gölgelik çalışma kabininde oturan Dana, ilerleyen haftalar içinde adam hakkında okuyacağı ya da tarayacağı kitapların ilki olan Burton biyografisini sıkı sıkı kucağında tutuyordu. Burton’ın kitaptaki kuşe kağıda basılı sert ifadeli, öfkeli, kaşlarıyla gölgelenmiş yüzüne, gözlerini dikmiş bakıyordu. Adamın çehresi şimdiye dek gördüğü hiçbir çehreye benzemiyordu: hem çirkin hem yakışıklı hem büyüleyici hem de ürkütücüydü.
Dana kitabın baş kısmına dönerek, Burton’ın hayatının ilk yıllarına göz gezdirdi.
1821’de İngiltere’de doğan Burton, Fransızcanın yanı sıra İspanyolca, Portekizce, İtalyanca, Almanca ve Yunancayı da öğrendiği Fransa’da büyümüş, daha sonra İngiltere’ye dönmüştü. Ancak kavgacılığı, sarhoşluğu ve saygısızlığı yüzünden Oxford’dan atılmıştı. Ardından o sıralarda Hindistan’daki İngiliz ordusuna katılmış ve çevirmen kadrosunda işe alınmayı umarak, Bombaylı bir öğretmenden Hindu dilini öğrenmeye başlamıştı. Ayrıca Gujarati ve Sanskritçe de çalışmış ve kendisini bu çalışmalara öyle kaptırmıştı ki, meslektaşları ona, pek de muhabbet göstergesi sayılmayan “beyaz zenci” lakabını takmışlardı. Tüm bunlara rağmen Burton dil çalışmalarını sürdürmüş ve Farsça, Sindhi dili, Pencap dili, Paştu dili, Multani dili, Ermenice ve Türkçe öğrenmişti. En sonunda yirmi dokuz dil ve çok sayıda lehçeyi konuşur olmuştu.
Sindh fatihi Sir Charles Napier’nin kumandası altındaki Burton, Britanya Hint Ordusu’nda istihbarat subayı olarak çalışmış, pek çok defalar zengin bir yarı Arap yarı İranlı tacir kılığına bürünerek görev yapmıştı. Bir dükkan kiralayarak pazar yerinde oturup, insanlara sorular sorardı. Gizli kimliği sayesinde Hintlilerin gündelik yaşamını, hiçbir yabancının gözlemleyemeyeceği kadar iyi gözlemleme şansını yakalamıştı.
Bu ilginç ayrıntıları zihninde evirip çeviren Dana, sağlam ahşaptan sandalyesine çaprazlama serilerek, eskimiş kitabı kucağında dik tuttu ve burnunu ovuşturdu. Kütüphanede iki saatten fazla vakit geçirdiği halde, hâlâ Burton’ın yirmi sekizinci yaşına gelememişti. Buna rağmen adam daha o yaşta, Dana’nın hayal bile edemeyeceği şeyleri başarmıştı.
Burton kendi zamanında dahi, özellikle iki macerasıyla ünlenmişti. İlki, kutsal ve yasaklı Arap şehirleri Mekke ve Medine’ye sızdıktan sonra, Arap bir hekim kılığında kutsal haccı tamamlamasıydı. Yakalandığı takdirde, kafirlere yasaklı olan Mekke’de lime lime edileceğinin bilincinde, hilesini aylar boyu sürdürmüştü. İkinci macerası ise John Hanning Speke ile birlikte Afrika’nın ortasında Nil’in kaynağını keşfetmeleriydi. Bu keşif aylar süren bir kara seferinin sonucunda gerçekleşmiş, sefer sırasında hem kendisinin hem de Speke’in ölümlerden dönmesine neden olan yüzlerce insan ve hayvanla mücadele etmişlerdi.
Bunlar Burton’ın yalnızca en çok bilinen maceralarıydı. “Tıpkı Jefferson gibi,” demişti Castrolang ofisindeyken Dana’ya, “Burton’ın da her tarakta bezi vardı. Her şeyle ilgilenir, hiçbir şeyi anlamakta zorlanmazdı. Ancak bizim ilgilendiğimiz konu Burton’ın, resmi kayıtlara hiç girmemiş gibi görünen bir keşfi.” Castrolang bu noktada konuşmasına ara vermişti.
“Yani siz şimdi bana Burton’ın, o güne dek kimsenin keşfetmediği ve ezoterik bilgilere sahip olduklarını iddia eden bir halkı keşfettiğini mi söylüyorsunuz?” demişti Dana. Sonra da kafasını toplamak için bir an susmuştu. “Ve sözde bu insanlar 1868 ya da 1869’da bilgilerini Burton ile paylaşmışlar, adam da onlardan öğrendiği her şeyi kayda geçirmiş, öyle mi?”
“Evet,” demişti Castrolang. “Öyle olduğunu düşünüyoruz. Muhtemelen.”
“Burton’ın neyi keşfettiğini hâlâ anlayamadım galiba,” demişti Dana. “Bu belgede ne gibi ‘sorulara’ yanıt veriliyor?”
“Cevabı bilinmeyen sorulara,” diye yanıtlamıştı Castrolang, herhangi bir duygu sergilemeden ve tereddüt etmeksizin. “Örneğin, bilincin tabiatı; kaynağı ruh mudur, yoksa sadece çok karmaşık bir beyin mi? Kaderimizi belirleyen nedir, özgür irade mi, determinizm mi, hormonlar mı? Ahlakın gerçekliği nedir? Bazı şeyler gerçekten doğru, bazı şeyler de daima yanlış mıdır? Bu gezegene neden bırakıldık, tabii eğer bırakıldıysak?” Susmuş ve Dana’nın gözlerinin içine bakmıştı. “Ve bir de ‘Tanrı’nın varlığı’ sorusu. Yanıtı evet mi, hayır mı?”
Dana buna herhangi bir karşılık veremeyeceğini fark etmişti.
1865’te Burton, majestelerinin Brezilya, Santos konsolosu olarak atandı. Burada geçirdiği üç yıl boyunca üç kitap yazdı, yeni bir tür karabina icat etti, coğrafi keşif seferleri yaptı ve iç bölgelerdeki altın ve gümüş madenlerini incelemek üzere bir sefere öncülük etti. São Francisco Nehri’nde, çoğu zaman tek başına, salla 1300 mil gitti. “Tam Burton’a göre bir davranış bu,” demişti Castrolang. “İşi dışında her şeyle ilgiliymiş. Konsolosluk üç yıl boyunca başıboş kalmış.”
1867 ortalarında Rio’ya gitti ve Brezilya dağlarında keşfe çıktı. O bölge hakkında şunları söylemişti: “Tehlikeli ve kanunsuz bir yerdi ve geceleri tabanca taşımak, ayakkabı giymek kadar gerekliydi. Tanımadığınız biri sizden ateş isterse, puronuzu tabancanızın namlusuna takar, kibarca o şekilde uzatırdınız. Bundan iki taraf da gocunmazdı.”
Tehlike karşısında takınılan bu şövalyevari tavırlar, Burton’ın Amerika kıtası üzerindeki turunu keyifli kılan nedenleri de açıklıyordu: kimsenin dikkatini çekmeden üstünde bir Colt revolver ile bir Bowie bıçak taşıyabiliyordu. Gençliğinde birkaç üstaddan ders almış olan Burton, ayrıca zamanının en iyi kılıç ustalarından da biriydi. Kırım’da savaşmış, Arap çölünde bir pusudan sağ kurtulmuştu. (“Beni öldürmek için üç yüz adam gerektiğini düşünmek kadar gururumu okşayan bir şey yoktur,” diye yazmıştı.) Birkaç olayda yara da almıştı; Afrika Berbera’daki ilk keşif seferlerinden birinde, gecenin bir yarısında uyandığında, kampın Somalili savaşçıların saldırısına uğradığını fark etmişti. Kılıcıyla dövüşürken bir mızrak, iki yanağını birden delerek birkaç dişini kırmış, yüzünde kalıcı ve ürkütücü bir yara izi bırakmıştı.
“Sonra Buenos Aires’e dönüyor ve işte perde ondan sonra kararıyor,” demişti Castrolang, odayı arşınlamayı bırakarak. “Bugüne kadar hiç kimse, Burton’ın orada ne kadar kaldığını bilmiyor. Üstelik bu adam her konuyla ilgili titiz notlar alan biri: bitki örtüsü, ağaçlar, mineraller, yerel kültürler, coğrafya. Hemen her seyahatini, kırktan fazla nüshası olan bir kitaba dönüştürürdü. Zamanın önde gelen antropolog ve coğrafyacılarından biri olarak kabul edilirdi.
“Eylül 1868’den, bir sonraki yılın Mart sonuna kadar, Burton’ın tam olarak ne yaptığı bilinmiyor, ortada hiçbir kayıt mevcut değil. O dönemde hayatının kayıtlara geçmeyen tek seyahatini gerçekleştirdi. Bölük pörçük bilgiler biraraya getirildiğinde, bu seferin ancak ana hatları beliriyor. Burton, Güney Amerika’ya geçerken, William Maxwell adında bir adamla tanıştı. Daha sonra ikisi Arjantin’i karadan geçerek, Sierra de San Luiz dağlarında keşfe çıktılar. Burton tarihte bu dağları haritalandıran ilk kişiydi.
“Burton ile Maxwell, Andlar’daki bir geçitten Şili’ye geçtiler. Yıllar sonra bir dostu Burton’ın bu seyahatte dört kişiyi öldürdüğü iddiasında bulunduğunu söyledi ki bu, büyük ihtimalle doğru değildi. Burton kendini olduğundan kötü göstermeyi huy edinmişti. İnsanları hayrete düşürmeye bayılır, düşmanlarına birer şeref madalyası gözüyle bakardı.
“Santiago de Chile’de bir süre dinlendikten sonra ikili, Güney Amerika topraklarını geride bırakarak, gemiyle Peru’ya gitti.
“Kanıtlara göre Burton’ın karısı Isabel’in, kocasının nerede olduğu hakkında en ufak bir fikri yoktu,” demişti Castrolang. “Ayrıca adam ağır içiciydi. Kariyeri inişe geçmiş, tüm gençlik vaatleri, prestijsiz bir konsolusluk göreviyle son bulmuştu. Artık ellisine girmek üzereydi. Dönüşünden kısa süre sonra Lima’da bir kafede rastladığı bir yabancı, Burton’ı Şam konsolosluğuna atanması dolayısıyla tebrik etmişti. Burton bu göreve gelebilmek için hayatı boyunca çeşitli yollar denemişti. Ormanlarda avarelik ederken, göreve atandığından haberi dahi olmamıştı.
“Bunun üzerine görev yerine gitti,” diye sözünü tamamladı Castrolang. “Ormanda geçirdiği esrarengiz dönem ise kısa sürede zihinlerden silindi. Gezdiği yerlerin çoğu; Şili dağları, Uspallata Geçidi gibi, o dönemde henüz keşfedilmemişti ki günümüzde bile büyük bir kısmı keşfedilmemiş durumda. Söz konusu yerler hayli sapa araziler ve gitmeyi gerektiren bir şey de yok.”
“Pardon,” diye araya girmişti Dana, “Arjantin’de geçirdiği dönemle ilgili bir şeyler yazdıysa, ne olmuş yazdıklarına?”
“Isabel,” diye derin derin iç geçirmişti Castrolang, “Büyük ihtimalle Burton bu çalışmasının hiçbir zaman basılamayacağı kanaatine vardı. Ölümünden sonra da Isabel, adamın yayımlanmamış olan tüm yazılarını yaktı. Isabel, Burton’ın yirmi yedi yıllık çalışmalarının yer aldığı kütüphanesinde on altı gün geçirdi.” Castrolang sırtını Dana’ya dönmüş, karanlığı saklayan jaluzinin arasına parmaklarını sokmuştu.
“El yazmasının, Manuskript’in yalnızca bir ya da iki düzine sayfadan oluştuğu söyleniyor. Kadının onu hiç görmediğine bahse girerim. Belgenin başka bir şeyin içine gizlenmiş olduğuna da bahse girerim. Ancak etrafta, yazmaların bir kopyası olduğuna dair söylentiler uçuşuyor.”
“Peki,” demişti Dana, boğazı tıkanarak, “Bu belgeyi aramaya nereden başlayabileceğimiz konusunda bir fikriniz var mı?”
Castrolang jaluziden uzaklaşmış, yüzünde çocuksu ve muzır bir gülümsemeyle yeniden Dana’ya bakmıştı. Ancak gözleri ciddiyetini ele veriyordu. “İnternetten,” demişti kısaca.
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıManuskript
- Sayfa Sayısı410
- YazarMichael Stephen Fuchs
- ISBN978-605-60776-0-9
- Boyutlar, Kapak13x18 cm, Karton Kapak
- YayıneviPilli Yayınevi / 2008
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- İntihar Notlarım ~ Michael Thomas Ford
İntihar Notlarım
Michael Thomas Ford
İdam mahkûmlarını, daha sonra öldürebilmek için ölümü beklerken canlı tutuyorlar. Mahkûmları, zamanı geldiğinde yargılayabilmek için, intihar etmesinler diye gözetim altında tutuyorlar. Hiç anlamlı değil....
- Bir Erkek Olarak Yaşamım ~ Philip Roth
Bir Erkek Olarak Yaşamım
Philip Roth
Peter ve Maureen’in bir sahtekârlığın üzerine inşa edilmiş tekinsiz evlilikleri çıkışı mümkün olmayan bir bataklığa dönüşür. Maureen, yetenekli bir yazar olan Peter’ın ilham perisi...
- Şeker Portakalı ~ José Mauro De Vasconcelos
Şeker Portakalı
José Mauro De Vasconcelos
“Ne güzel bir şeker portakalı fidanıymış bu! Hem bak, dikeni de yok. Pek de kişilik sahibiymiş, şeker portakalı olduğu ta uzaktan belli. Ben senin...