Malibu, Ağustos 1983. Rivaların yaz sonu partisi.
Herkes meşhur Riva kardeşlere yakın olmak istiyordu. Yetenekli bir sörfçü ve süpermodel Nina, biri sörf şampiyonu diğeriyse namlı bir fotoğrafçı olan Jay ile Hud ve hepsinin gözbebeği küçük kız kardeş Kit. Bu dört kardeş Malibu’da ve hatta dünyada herkesin hayran bakışlarını üstlerine çekiyordu. Özellikle de efsanevi şarkıcı Mick Riva’nın çocukları oldukları için.
Herkesin heyecanla beklediği ve unutulmaz dedikodulara malzeme olan parti, her geçen saatle birlikte gitgide kontrolden çıkıyordu. Alkol su gibi akıyor, müzik duvarları sarsıyor, nesiller boyu bu aileyi şekillendirmiş olan aşklar ve sırlar su yüzüne çıkmaya can atıyordu.
Nina Riva, ömrünü dağılmamaya çabalayarak geçirmişti ama inşa ettiği her şey bir gecede başına yıkılacaktı.
Malibu yanıyor. Bu, Malibu’nun zaman zaman yaptığı bir şeydir. Ortabatı’nın düzlüklerini hortumlar sarar. Güney Eyaletleri’ni seller götürür. Meksika Körfezi’nde kasırgalar kopar. Ve Kaliforniya yanar. Bölge, M.Ö. 500 yılında Çumaşların yaşadığı dönemde de zaman zaman yanardı. 1800’lerde İspanyol sömürgecileri bölgeyi ele geçirdiğinde yandı. 4 Aralık 1903’te, Frederick ve May Rindge şimdilerde Malibu olarak bilinen kara uzantısını sahiplendiğinde yandı. Alevler kıyı şeridinde elli kilometre boyunca yayıldı ve Viktoryen tarzdaki yazlık evleri yok etti.
Malibu 1917 ve 1929’da, ilk film yıldızlarının oraya gitmesinden epey sonra yandı. 1956 ve 1958’de, kaykaycılar ve plaj güzelleri kıyılarına damladığında yandı. 1970 ve 1978’de, kanyonlarına hippiler yerleştikten sonra yandı. 1982, 1985, 1993, 1996, 2003, 2007 ve 2018’de yandı. Aradaki dönemlerde de. Çünkü yanmak Malibu’nun doğasında var.
Malibu’nun sınırında malıbu, 45 kilometrelik güzel manzara yazan bir tabela durur. Uzun, ince kasaba hemen hemen elli kilometrelik ince sahili kucaklayan bir bölge– okyanustan ve dağdan müteşekkildir ve Pasifik Sahili Otoyolu ya da PSO olarak bilinen iki şeritli bir yolla ikiye bölünür.
PSO’nun batısında Pasifik Okyanusu’nun kristal mavisi dalgalarına evsahipliği yapan sıra sıra kumsal uzanır. Sahil boyunca pek çok bölgede otoyolun kenarı manzara için yarışan, dar ve yüksek yazlık evlerle doludur. Sahil şeridi girintili çıkıntılı ve taşlıktır. Dalgalar canlı ve berraktır. Hava mis gibi deniz kokar. PSO’nun hemen doğusunda da devasa, çorak dağlar uzanır. Ufuk hattını doldururlar; çöl çalıları ve yabani ağaçlarla, ince çalı örtüsüyle dolu olduğundan dağlar sarımsı yeşil ve toprak rengidir. Bu topraklar kurudur. Tam bir kibrit kutusu. Rüzgârla kutsanmış ve lanetlenmiş. Yerel Santa Ana rüzgârları dağlardan ve iç kısımdaki vadilerden kıyıya doğru eser, sıcak ve kuvvetlidir. Efsaneye göre bu rüzgârlar kaos ve düzensizliğin temsilcileridir.
Ama aslında onlar sadece hızlandırıcıdır. Kuru çöl ormanında küçücük bir kıvılcım birden parlayıp kontrolden çıkabilir, turuncu ve kıpkırmızı alevler yanar durur. Toprağı yutar ve göğü saran kalın, siyah bir duman solur, güneşi kilometrelerce soldurur, kar gibi kül yağar. Bitki örtüsü çalılar, fundalıklar ve ağaçlar ve evler kulübeler, malikâneler ve bungalovlar, çiftlikler, bağlar ve tarlalar– dumana boğulur ve arkalarında kavruk bir toprak bırakır. Ama bölge yeniden gençleşir, yeni bir şeyler yetiştirmeye hazırdır. Yıkım. Ve küllerden yeniden doğma. Yangının hikâyesi.
Malibu’da 1983’te başlayan yangın kurak tepelerde değil, kıyı şeridinde çıktı. 27 Ağustos Cumartesi günü, 28150 Cliffside Yolu’nda Nina Riva’nın evinde Los Angeles tarihinin en nam salmış partilerinden biri esnasında başladı. Her yıl düzenlenen parti, gece yarısına doğru tamamen kontrolden çıktı.
Sabah 7’ye geldiğinde, Malibu’nun sahil şeridi alevlere boğulmuştu. Çünkü nasıl ki Malibu’nun doğasında yanmak varsa, o partideki birinin doğasında da ortamı ateşe vermek ve dönüp gitmek vardı.
27 Ağustos 1983, Cumartesi
Birinci Kısım
07:00 – 19:00
07:00
Nina Riva, gözlerini bile açmadan uyandı. Bilinci yavaş yavaş, sanki sabahı usulca algılıyormuş gibi yerine geldi. Gerçeği –yaklaşık on iki saat içinde yüzlerce insanın evine doluşacağını– hatırlamaya başlayana dek yatağında yattı ve göğsünün altında sörf tahtasıyla suyun içinde olduğunu hayal etti. Kendine geldiği anda, başına gelen rezaleti bu akşam gelecek olan herkesin biliyor olacağını idrak etti. Kirpiklerinin perdesini aralayıp dışarı göz atmadan inledi.
Nina dikkatle dinleseydi, falezin aşağısına çarpan okyanusun sesini –uzaktan– duyabilirdi. Kardeşleriyle birlikte büyüdüğü Eski Malibu Yolu’ndakine benzer bir ev alacağını hayal etmişti hep. PSO kıyısında, ayaklıklar üzerine yapılmış, denize doğru uzanan kırık dökük bir bungalov. Pencerelere sıçrayan deniz suyuna, yarı çürük tahtaların ve paslanmış metallerin ayağının altındaki zemini tutuşuna dair sevgi dolu anıları vardı.
Verandasında dikilmek ve suların yükselişini görmek, hemen aşağıda dalgaların gürültüyle kıyıya çarpışını duymak istiyordu. Ama Brandon bir falez üzerinde yaşamak istemişti. O yüzden de gidip Point Dume bölgesindeki falezlerde, sahil şeridinin on beş metre yukarısında kalan, hemen önünde dik ve kayalık bir yokuşun ve dalgaları kıran basamakların bulunduğu bu cam ve betondan malikâneyi almıştı.
Nina su sesini duyabilmek için kendini vererek dinledi ve gözlerini açmadı. Neden açacaktı ki? Göreceği hiçbir şey yoktu. Brandon yatağında değildi. Brandon evde değildi. Hatta Brandon Malibu’da bile değildi. Pembe alçısı ve yeşil palmiyeleriyle Beverly Hills Hotel’deydi. Günün bu erken saatinde Carrie Soto’ya sarılmış uyuyordu büyük ihtimalle. Uyandığında muhtemelen o koca ellerinden birini kaldırıp kadının saçlarını yüzünden çekecek ve boynunu öpecekti. Sonra da muhtemelen Amerika Açık için birlikte hazırlanmaya başlayacaklardı. Öf. Nina, Carrie Soto’dan kocasını çaldığı için nefret etmiyordu çünkü kocalar çalınamazdı. Carrie Soto hırsız falan değildi; Brandon Randall haindi. Nina Riva’nın Now This dergisinin nına’nın kalp yarası: amerika’nın altın çiftinin bir yarısı nasıl terk edildi manşetiyle çıkan 22 Ağustos tarihli sayısının kapağında olmasının tek nedeni Brandon’dı.
Profesyonel tenisçi kocasının onu tenisçi metresi uğruna uluorta terk etmesine ayrılmış koca bir yazı vardı. Kapak fotoğrafı yeterince pohpohlayıcıydı. O yıl Maldivler’de yaptığı bir mayo çekiminden bir kare seçmişlerdi. Üzerinde fuşya rengi, derin kesim bir bikini vardı. Koyu kahve gözleri ve kalın kaşları; güneş ışığıyla aydınlanan, azıcık ıslak görünen, hafif dalgalı uzun kahverengi saçlarıyla çevreleniyordu. Tabii bir de o meşhur dudakları vardı. Dolgun altdudağın üzerinde daha ince bir üstdudak babaları Mick tarafından meşhur edildiğinden beri verilen adla Riva dudakları.
Orijinal fotoğrafta Nina bir sörf tahtası tutuyordu. 183 cm, pervaneli, sarı beyaz Town & Country. Kapakta onu kesmişlerdi. Ama o bunlara çoktan alışmıştı. Derginin içinde Nina’nın üç hafta önce Ralphs marketlerinden birinin otoparkında çekilmiş bir fotoğrafı vardı. Beyaz bir bikini giymiş, üzerine de çiçekli yazlık elbisesini geçirmişti. Virginia Slims tüttürüyor ve elinde altılı Tab paketi taşıyordu. Dikkatle bakarsanız ağladığını anlayabilirdiniz. Hemen yanına babasının altmışların ortasından bir fotoğrafını iliştirmişlerdi. Adam uzun boylu, esmer ve geleneksel anlamda yakışıklıydı; mayosunun üzerine giydiği Hawaii gömleği ve sandaletleriyle Trancas Market’in önünde dikilmiş, bir elinde market poşeti tutarken Marlboro’sunu içiyordu. Fotoğrafların üzerine armut, rıva ağacının çok da uzağına düşmedi diye başlık atmışlardı.
Kapakta Nina’yı ünlü bir adamın terk edilmiş karısı olarak resmetmişlerdi, içerideyse ünlü bir adamın kızı. Bunu ne zaman düşünse çenesi kasılıyordu. Nihayet gözlerini açtı ve tavana baktı. Yataktan çıktığında üzerindeki külot dışında çıplaktı. Beton basamaklardan seramik döşeli mutfağa doğru ilerledi, arka bahçesine bakan sürgülü cam kapıları açtı ve verandaya çıktı. Tuzlu havayı içine çekti. Sabah saatlerinde sıcak henüz bastırmamıştı; bütün kıyı kasabalarını dolaşan rüzgâr açık denize doğru esiyordu.
Nina çimenlerin sert kenarlarını ayak parmaklarında hissederek mükemmel kesilmiş çimlerin üzerinde yürürken omzuna vuran rüzgârı hissedebiliyordu. Falezin kıyısına gelene kadar yürüdü. Oradan ufka baktı. Okyanus mürekkep mavisiydi. Güneş gökyüzüne yerleşeli daha bir saat falan olmuştu. Martılar denizin üzerinde alçalıp yükselirken tiz çığlıklar atıyorlardı. Nina iyi dalga olduğunu, Küçük Dume’a doğru berrak bir şişmenin ilerlediğini görebiliyordu. Bir dalga kümesinin gelişini ve kullanılmadan geri çekilişini izledi. Bir trajedi gibiydi. O dalgalar kendi başlarına kıyıya vuruyordu ve onları sahiplenen kimse yoktu. O sahiplenirdi. Okyanusun her zamanki gibi onu iyileştirmesine izin verirdi. Kendi seçmediği bir evde olabilirdi. Neden evlendiğini bile hatırlayamadığı bir adam tarafından terk edilmiş olabilirdi. Ama Pasifik onun okyanusuydu. Malibu onun eviydi.
Brandon’ın asla anlamadığı şey, Malibu’da yaşamanın görkeminin lüks içinde yaşamaktan değil, ham doğasından geldiğiydi. Nina’nın gençliğindeki Malibu daha kırsal bir yerdi; inişli çıkışlı tepeler, çamurlu patikalar ve mütevazı kulübelerle doluydu. Nina’nın memleketiyle ilgili sevdiği şey, karıncaların mutfak tezgâhlarında ilerlemesi, pelikanların bazen verandanın çıkıntısına pislemesiydi. Pazara atlarıyla giden komşulardan kalan at pisliği yığınları asfaltsız yolların kenarları boyunca uzanırdı. Nina bütün hayatı boyunca bu küçük sahil şeridinde yaşamıştı ve oranın değişmesini engellemek için yapabileceği çok az şey olduğunu hep biliyordu.
O gösterişsiz çiftliklerin orta sınıf mahallelerine dönüşmesini izlemişti. Sonra da kıyıdaki koca malikânelerin diyarına dönüşmüştü. Böylesine güzel bir manzarası varken, bok gibi parası olan zenginlerin ortaya çıkması an meselesiydi zaten. Asıl sürpriz, Nina’nın onlardan biriyle evlenmesiydi. Şimdi de hoşuna gitsin ya da gitmesin, bu dünyada bir hisse sahibiydi. Nina çok geçmeden arkasını dönecek ve yeniden eve girecekti. Mayosunu üzerine geçirdikten sonra tekrar eski yerine dönecek, falezin kenarından inip kumlardaki kulübeden sörf tahtasını alacaktı.
Ama o an yalnızca akşamki partiyi, kocasının onu terk ettiğini bilen onca insanla yüzleşmek zorunda olduğunu düşünüyordu. Kıpırdamadı. Henüz dönmeye hazır değildi. Onun yerine hiç istemediği falezin kenarında durdu ve daha yakın olmayı arzuladığı suya baktı; sonra da sessiz yaşamında ilk kez rüzgâra karşı çığlık attı.
“Burada kal.” Jay Riva, CJ-8’inden indi, girişten atladı, çakıl taşlı
araç yolunda yürüdü ve ablasının evinin kapısını çaldı.
Cevap yoktu.
“Nina!” diye seslendi. “Kalktın mı?”
Aile benzerliği çarpıcıydı. Jay de Nina gibi ince ve uzundu ama
cılız değildi, daha güçlüydü. Kahverengi gözleri, uzun kirpikleri
ve kısa, dağınık kahverengi saçları ona aileden gelen bir tür yakışıklılık veriyordu. Sörfçü şortu, solmuş tişörtü, güneş gözlüğü ve
parmak arası terlikleriyle tam da olduğu gibi görünüyordu: Şampiyon bir sörfçü.
Jay kapıyı bir kez daha, bu kez biraz daha yüksek sesle çaldı.
Hâlâ cevap yoktu.
Nina yataktan çıkana kadar kapıyı çalabilirdi. Çünkü ablasının
eninde sonunda kapıya geleceğini biliyordu. Ama şimdi Nina’ya
pislik yapmanın zamanı değildi. Arkasını dönüp Wayfarer gözlüğünü tekrar taktı ve jipine yürüdü.
“Bu sabah sadece ikimiziz,” dedi.
“Onu uyandırmalıyız,” dedi Kit. “Bu dalgaları kaçırmak istemez.”
Minik Kit. Jay arabayı çalıştırdı ve üç aşamalı dönüşüne başladı, arkadaki çubuklarının kıpırdamamasına dikkat etti. “O da bizimle aynı hava durumuna bakıyor,” dedi. “Şişmeyi biliyor. Kendi başının çaresine bakabilir.”
Kit bunu düşünerek pencereden dışarı baktı. Daha doğrusu arabanın kapısı olsaydı bir pencere olabilecek olan yerden dışarı baktı.
Kit ince, ufak tefek ve sıkı yapılıydı; tamamen kastan ve bronzlaşmış tenden ibaretti. Limon suyu ve güneş ışığıyla rengi açılmış uzun kahverengi saçları, burnuna ve elmacıkkemiklerine dağılmış çilleri, yeşil gözleri, dolgun dudakları vardı. Ablasının zarafet ve rahatlıktan yoksun minyatür bir versiyonu gibiydi. Güzel ama belki bir parça tuhaf. Tuhaf ama belki güzel. “Canının sıkkın olmasından korkuyorum,” dedi Kit nihayet. “Evden çıkması gerek.”
“Canı sıkkın falan değil,” dedi Jay, mahalleyle PSO’nun kesiştiği noktaya yaklaşırken. Önce soluna, sonra sağına bakarak dönüşünü ayarlamaya çalıştı. “Terk edildi, o kadar.” Kit gözlerini devirdi. “Ashley’yle ayrıldığımızda…” diye devam etti Jay. Şimdi PSO üzerinden kuzeye doğru ilerliyorlardı; dağ etekleri sağlarında, engin, berrak ve masmavi okyanus sollarında kalıyordu. Rüzgâr o kadar çok uğulduyordu ki Jay bağırmak zorunda kaldı. “Çok üzülmüştüm ama sonra aştım. Tıpkı Nina’nın da yakında aşacağı gibi. İlişkiler böyledir.” Jay, Ashley ondan ayrıldığında neredeyse iki hafta boyunca böyle bir şeyin gerçekleştiğini bile kabul etmeyecek kadar üzüldüğünü unutmuş gibiydi.
Ama Kit bundan bahsederek kendi aşk hayatından söz açılması riskini göze almayacaktı. Yirmi yaşındaki Kit henüz kimseyle öpüşmemişti. Üstelik bu gerçeğin ağırlığını her gün, her an hissediyordu ve kimileri diğerlerinden daha şiddetliydi. Konu aşk olduğunda abisi onunla genelde karşısında bir çocuk varmış gibi konuşurdu ve Kit de kızarırdı – kısmen utançtan kısmen de öfkeden. Araba kırmızı ışığa yaklaşırken Jay yavaşladı. “Bak sana söylüyorum, muhtemelen şu anda ihtiyacı olan tek şey suya girmek,” dedi Kit. “Nina iyi olacak,” diye yanıtladı Jay. Kavşakta başka kimse olmadığından ışık değişmediği hâlde gaza basıp devam etti. “Hem Brandon’ı hiç sevemedim zaten,” dedi Kit. “Yoo, sevdin,” dedi Jay, gözünün ucuyla kardeşine bakarak. Haklıydı. Kit onu sevmişti. Çok sevmişti. Hepsi sevmişlerdi.
Araba hızlanırken rüzgâr gürledi ve Jay bir U dönüşü yaparak arabayı County Line’da yolun kenarına; sörfçülerin yıl boyunca takıldıkları, Malibu’nun en kuzey ucundaki geniş bir kum düzlüğüne çekene kadar ikisi de konuşmadı. Güneybatıdan gelen şişmeyle birlikte içinde sörf yapılabilecek kadar oyuk dalgalar olacaktı. Belki fazla eğimli olurlarsa biraz gösteriş bile yapılabilirdi. Jay, iki Amerika Birleşik Devletleri Sörf Şampiyonası’nda birincilik ve üçüncülük kazanmıştı. Yıllar içinde üç kez Surfer’s Monthly’nin kapağına çıkmıştı. O’Neill’la bir sponsorluk anlaşması. RogueSticks’ten Riva marka kısa sörf tahtası serisi tasarlama teklifi. Aynı yıl ilk Triple Crown’a katılacaklar arasında favori olmuştu. Jay, harika olduğunun farkındaydı.
Fakat aynı zamanda ilgi çekmesinin kısmen babasının kimliğinden kaynaklandığını da biliyordu ve bazen bu ikisi arasındaki ayrımı fark etmek o kadar da kolay olmuyordu. Mick Riva’nın gölgesi çocuklarının her birinin üzerine düşüyordu. “Şu çaylaklara bu işin nasıl yapılacağını göstermeye hazır mısın?” dedi Jay.
Kit hınzır bir tebessümle başını salladı. Jay’in kibri onu hem kızdırıyor hem de eğlendiriyordu. Belirli bir kesim için Jay, anakaradaki gelecek vadeden sörfçüler içinde en heyecan verici isim olabilirdi. Ama Kit için havası giderek bayatlayan abisiydi sadece. “Evet, hadi gidelim,” dedi. Nazik görünümlü yüzü ve kalçalarına kadar inmiş bir dalgıç kıyafetiyle kısa boylu bir adam, arabadan inen Jay’le Kit’i fark etti. Seth Whittles. Saçları ıslak ve arkaya atılmıştı. Bir havluyla yüzünü kuruluyordu. “Selam dostum, bu sabah seni burada görebileceğimi tahmin etmiştim,” dedi Jeep’inin yanından dolaşan Jay’e. “Şu an tüpler tam bir klasik.” “Elbette, elbette,” dedi Jay.
Seth, Jay’den bir yaş küçüktü ve okulda da bir alt dönemiydi. Şimdi, yetişkinliklerinde ikisi de aynı çevrede takılıyor, aynı noktalarda sörf yapıyorlardı. Jay’in içinde Seth’e karşı zafer kazanmış gibi bir his vardı. “Büyük parti bu gece, ha?” dedi Seth. Sesinde çok hafif bir meydan okuma tınısı vardı ve Kit o an Seth’in davetli olduğundan emin olmaya çalıştığını anladı. Adam konuşmasını sürdürürken onunla göz göze geldi ve kızın varlığını daha yeni fark ediyormuş gibi gülümsedi.
“Hey,” dedi.
“Selam.”
“Evet, dostum, parti,” dedi Jay. “Tıpkı geçen seneki gibi Nina’nın
Point Dume’daki evinde.”
“Harika, harika,” dedi Seth bir gözüyle hâlâ Kit’i izlerken.
Seth ve Jay konuşmaya devam ederken Kit arkadan sörf tahtalarını çıkardı ve ikisini de yere bıraktı. Onları kıyıya doğru sürüklemeye başladı. Jay ona yetişti. Kendi tahtasını kardeşinin ellerinden aldı.
“Anladığım kadarıyla Seth bu akşam geliyor,” dedi Jay.
“Fark ettim,” dedi Kit, ipini ayak bileğine bağlarken.
“O… seni kesiyordu,” dedi Jay. Daha önce kimsenin Kit’e o şekilde baktığını görmemişti. Nina’ya sürekli bakıyorlardı tabii ama
Kit’e değil.
Jay küçük kız kardeşine bir kez daha, farklı bir gözle baktı. Ne
yani, şimdi birden seksi falan mı olmuştu? Bu soru üzerine düşünmeye bile katlanamadı.
“Her neyse,” dedi Kit.
“İyi adamdır ama bu çok tuhaf,” dedi Jay. “Birilerinin küçük kız
kardeşime gözlerimin önünde öyle bakması.”
“Ben yirmi yaşındayım, Jay,” dedi Kit.
Jay kaşlarını çattı. “Yine de…”
“Eh, neyse, zaten Seth Whittles’la öpüşeceğime öleyim daha
iyi,” dedi Kit ayağa kalkıp tahtasını kavrarken. “Bu yüzden uykuların falan kaçmasın yani.”
Jay, Seth’in düzgün görünümlü bir adam olduğunu düşündü. Hoştu da. Durmadan birilerine âşık olur, onları yemeğe falan götürürdü. Kit’in Seth Whittles’la olması iyi fikirdi. Jay bazen onu hiç anlamıyordu.
Hazır mısın?” diye sordu Kit. Jay başıyla onayladı. “Hadi gidelim.” Birlikte, daha önce hayatları boyunca sayısız kez yaptıkları gibi dalgaların içine doğru ilerlediler – bedenlerini tahtanın üzerine bıraktılar ve kollarıyla suyu yararak yan yana ilerlediler. Bir avuç insan çoktan sıraya girmişti. Ama dev dalgaların yanından geçerken, sudaki adamlar Jay’in onlara doğru ilerleyişini izlerken Jay’in nasıl öne çıktığı rahatlıkla görülebilirdi. Sıra gevşedi, yer açtı. Jay ve Kit en tepede tahtalarının üzerinde doğruldu.
Tüm kardeşleri uzunken, en zekileri olan Hud Riva kısaydı, diğerlerinin bedeni esnekken o tıknazdı, diğerleri yaz boyunca bronzlaşırken o güneş yanığı olurdu. Yaptığı şeyin gerçek sonuçlarını anlamak için fazla zekiydi. PSO’nun on iki kilometre güneyindeydi, Zuma Kumsalı’na kurallara aykırı şekilde park edilmiş bir Airstream’in içinde kardeşinin eski sevgilisi Ashley’ye oral yapıyordu. Tabii o bunu böyle ifade etmezdi. Ona kalırsa eylemin adı sevişmekti. Kalp denen organ bu olaya fazlasıyla müdahildi, neredeyse her nefesine, öyle ki aşktan daha ucuz bir şey olamazdı.
Hud, Ashley’nin tek gamzesini, yeşil-altın sarısı gözlerini ve altın-altın saçlarını seviyordu. Antropoloji diyememesini, ona sürekli Nina ve Kit’in nasıl olduğunu sormasını ve en sevdiği filmin Er Benjamin olmasını seviyordu. Ancak güldüğünde görebileceğiniz o tek kırık dişini seviyordu. Hud’ı ona bakarken yakalarsa utanır, eliyle ağzını kapar ve daha da çok gülerdi. Hud, onun bu hâlini de seviyordu.
O anlarda Ashley sık sık ona vurur ve gözlerinde sabit bir kıvılcımla, “Kes şunu, beni utandırıyorsun,” derdi. O böyle yapınca, Ashley’nin de onu sevdiğini anlardı Hud. Ashley ona sık sık geniş omuzlarını ve uzun kirpiklerini sevdiğini söylerdi. Ailesinden farklı görünmesini hep sevmişti. Yeteneğine hayrandı – dünyaya onun fotoğraf makinesinin objektifinden baktığında, kendi gördüğünden daha güzel bir dünya görürdü. Sörfçülerin daldığı o tehlikeli sulara öylece girebilmesine ama elinde bilmem kaç kiloluk bir fotoğraf makinesiyle yüzmesine ya da bir Jet Ski’de dengede kalıp mükemmel ışığı ve Jay’in sörf tahtasında yaptığı hareketi yakalayabilmesine hayrandı.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Genç Yetişkin Romantik
- Kitap AdıMalibu’da Son Parti
- Sayfa Sayısı384
- YazarTaylor Jenkins Reid
- ISBN9786258387223
- Boyutlar, Kapak13,5x21 cm, Karton Kapak
- YayıneviYabancı Yayınevi / 2022
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Kâğıt Prenses – Royal Serisi 1. Kitap ~ Erin Watt
Kâğıt Prenses – Royal Serisi 1. Kitap
Erin Watt
Royal Ailesi seni mahvedecek. Ella Harper ne olursa olsun hayatta kalmayı başarırdı. Tüm hayatını annesinin peşinde oradan oraya sürüklenerek ve bir gün bu çamurun...
- Marvellous Ways’in Bir Yılı ~ Sarah Winman
Marvellous Ways’in Bir Yılı
Sarah Winman
Günleri tükenmeden önce kalbinde hâlâ yeşerecek yeni sevgiler vardı. Seksen dokuz yaşındaki Marvellous Ways, neredeyse bütün hayatını ücra bir koyda tek başına geçirmişti. Son...
- Romanovlar’ın Son Evi ~ John Boyne
Romanovlar’ın Son Evi
John Boyne
“Rusya’yı çürüyen bir nar gibi düşünmüşümdür hep. Kokuşmuş içini saklayan, dıştan kırmızı ve nefis; ama ikiye bölünce, çekirdekleri ve taneleri kapkara, iğrenç, önüne saçılır....