O bir sosyal bilim zanaatkârı. Görüyor, seziyor, araştırıyor! Toplumu sekülarizm, Marxizm, feminizm gibi meta anlatılarla ‘sorgulamak’ yerine, onu ince işçilikle anlamaya, kavramaya çalışıyor. Toplumun DNA’sına bakarak ayrıntılardan bütünü resmetmeye gayret ediyor. Yeni bir toplumsal muhayyilenin yollarını açmak için, varolan zihinsel kalıpları, kemikleşmiş dili, algıyı kırıyor, oyunu bozmaktan haz alıyor. Kendi cemaati tarafından ‘yok sayılmak’ pahasına başörtüsü gibi, mahrem gibi ‘marjinal’ konularla ilgileniyor. Ama apoletli bilim çevrelerince marjinal olarak yaftalanan bu konular bir zaman sonra ‘ana akım’ oluveriyor. Ve Nilüfer Göle öngörülerinde haklı çıkıyor. Ona karşı çıkanlar sobeleniyor. 1970’lerin aceleci devrimci Türk solu, başörtülüleri ‘gerici’ tırnağına hapsedenler, ‘Batı dışı modernlik olamaz’, ‘modernle mahrem yan yana gelemez’ diyenler…
Bu kitap bir anlamda Göle’nin akademisyen olarak hangi sırat köprülerinden geçtiğinin öyküsü. Onun entelektüel biyografisi… Fonda ise ‘yeni tespitler’ var. Darbelerle, AKP’yle, 68 gençliğiyle, mahremiyetle, feminizmle, kadınla, öteki Avrupa’yla ilgili tespitler. Ve tabii ki İslam ve Müslümanlarla ilgili fütürist öngörüler. Göle “Müslümanlık Avrupa’yı belirleyecek” diyor. Okuyucuyu İslam’ın söz sahibi olduğu bir dünya deseninin derinliklerine davet ediyor.
ÖNSÖZ
BİR ZANAAT OLARAK SOSYAL BİLİM
“Özne olmak, kendini bir nesne olarak görebilmektir…”‘
Nilüfer Göle ile söyleşi yaparak bu kitabı hazırlamam istendiğinde ilk aklıma gelen elbette Modern Mahrem’den aklımda kalanlardı. Kitabı ilk okuduğumda henüz başörtülüydüm,.. Bir başörtülü olarak beni dışına taşmak istediğim bir çerçevenin, yani modernitenin kıyısına oturtuyor, başörtüsünün bu çerçevenin merkebine yapacağım yolculuğun bileti olduğunu ima ediyordu. Bu imada rahatsız edici iki yön vardı: öncelikle başımı örterek dile getirdiğim iddianın pek de kastettiğim manayı taşımayabileceğin i getiriyordu akla… İkinci olarak da, o çalışmanın yapıldığı gruba dahil olmasam da bir araştırmanın nesnesine dönüşüvermiştim. İkinci okuyuşumda artık başörtülü değildim, ama kamusal alanla sınırlıymış gibi görünen başörtüsü yasağının, başörtülü kızların özel alanlarına nasıl bir müdahale anlamı taşıdığını araştırıyordum. Derdim kamusal alanla özel alan arasında var olduğu söylenen sınırların aslında çok da manalı olmadığını gösterebilmekti. Bunun için üniversiteye giden ya da hazırlanan başörtülü kızlarla konuşuyor, taleplerinin aslında ne denli normal ve sıradan olduğunu görüyordum. Başlarını örtmeyen diğer yaşıtları gibi kariyer, daha nitelikli tüketim ve daha iyi evlilikler istiyorlardı. Eğitim, bütün bunlara kestirmeden yapılacak bir yolculuğun biletiydi ve onlardan esirgeniyordu… Kitabı üçüncü kez bu söyleşiye hazırlanırken okuduğumda ise geçmişte bu kitapla neden bu kadar çok kavga ettiğimi düşünmek durumunda kaldım. Kavganın sebebi kendimi sobelenmiş hisset m emdi.
Göle’nin diğer kitaplarını bu his eşliğinde okudum. Doktora tezi niteliğindeki Mühendisler ve İdeoloji de 19704er solunu sobeliyordu sanki. Devrimci acelecilik, yapı taşları tornadan geç iril m işçe si ne aşırı şekillendirilmiş bir toplum tahayyülüne sebep olmuştu. Devrim o kadar aciliyeti olan bir meseleydi ki, toplumu kavramaya uğraşmak için kaybedilecek zaman ve enerji birer “lüks tüketim” malzemesiydi. Araştırması 12 Eylül 1980 tarihine birkaç gün kala bitirilen çalışma, 1980’lerden 1970’lere bakan ilk ciddi araştırma olarak geçti kayıtlara.
İslam’ın Yeni Kamusal Yüzleri, öğrencilerle yapılan bir atölye çalışmasının sonucuydu. 1990’larla birlikte ortaya çıkmaya koyulan yeni yaşam ve algılama formları bir yandan tarif ediliyor, bir yandan kendini üretme ve meşrulaştırma mekanizmaları inceleniyordu. Göle artık yalnızca araştırmıyor, formüle ettiği sorulan paylaşarak toplumu kavrama çabasına öğrencilerini de ortak ediyordu.
Melez Desenler, islam’la modernlik arasındaki alışverişin ortaya koyduğu ve akla gelebilen tüm “mühendisçe” projelerden taşan toplumsal bir yönelime ve oluşa işaret ediyordu. Kamusal alandan cumhuriyetin olanca gücüyle bertaraf edilen, o alanın dışındaki işlevleri de kendi haline bırakılmayan İslam, toplumsal ve siyasal taleplerle ve elbette yepyeni bir desenle ortaya çıkmış, üstelik sahip olduğu canlılıkla baskın bir desene dönüşmüştü… Nasıl olmuştu bu?
İç İçe Girişler’de ise, tüm önceki çalışmalarda tohumları atılan “Batıdışı modernlik” kavramsallaştırması klişeleşen modernite araştırmaları ardında saklanmış daha genel bir desenin arayışına giden ilk adımdı. İslam ve Avrupa arasındaki ilişkilerin artık karşılaşmanın çok ötesine geçtiğini, bu iki “medeniyet” çerçevesinin birbirini dönüştürmeye, yeniden tanımlamaya koyulduğunu söylüyordu açıkça.
Bu söyleşiyi yapmak için Nilüfer Göle’yi yaklaşık 10 gün boyunca, İç İçe Girişlerde formüle ettiği Avrupa “desenfnin derinliklerine inmek üzere kurduğu atölyede ziyaret ettim, European Research Councilden (Avrupa Araştırma Konseyi ERC) aldığı dört yıllık bir destekle kendisi dahil olmak üzere 9 kısılık bir ekip kurmuş. Avrupa şehirlerinde İslam’a ilişkin tartışına gündemlerin nasıl şekillendiğini, bu tartışmaları şekillendiren kesimlerin temsilcileriyle mülakatlar ve grup çalışmalar yaparak anlamaya çalışıyorlardı. Elde edilen tüm bilgi, bütün söyleşiler, görüntüler ve toplantılar bu atölyede elden geçiriliyordu. Nilüfer Göle söyleşinin burada yapılmasını çok önemsiyordu. Daha ilk günden itibaren konusu sosyal bilim de olsa araştırmanın bir zanaat olduğunu vurguluyordu. Bu vurgu başlangıçta bana çok tuhaf geldi. Zanaat bir kavram olarak hayli demodeydi. Eski olan ancak müzelerde ya da müzayedelerde boy gösterebiliyor, koleksiyoncuların ilgisine mazhar olabiliyorsa yeniden değerlenebiliyordu. Öte yanda ise bilim vardı. Yüzyıllar boyunca insanlığın elbirliğiyle ürettiği ağır bir karizmatik güce ve yüke sahipti. Bu sayede, Göle’nin kurduğu türden bir atölyeden çıkabilecek ürünü “zanaat” kavramıyla karşılaştıramayacak kadar güçlü bir biçimde meşrulaştırabilir, dolaşım değerini artırabilirdi. Üstelik önüne “sosyal” sıfatı eklendiğinde kazanacağı stratejik ve elbette politik değer “bilim” sözcüğünü daha bir “kullanışlı” kılabilirdi. Şu durumda yapılan işi “atölye” ve “zanaat” kelimeleriyle tanımlamak “bilim” sözcüğünün sağlayacağı kolaylaştırıcılıktan vazgeçmek anlamına geliyordu.
Göle’nin daha ilk sorumu soramadan sosyal bilim apolet ilişkisinden söz etmesi de ilginçti. Kafamdaki söyleşi kurgusu bu cevabı en sonda almamı gerektiriyordu. Amacım, mevcut nehir söyleşilerin biraz dışına çıkmak, toplum hakkında bu kadar çok şey söyleyen biriyle, o şeyleri nasıl olup da söylediğini konuşmaktı. Çünkü yapılan pek çok araştırmanın değeri, ortaya koyduğu sonuçların medyatik karşılık bulma potansiyeliyle ölçüldüğünden, aslında o bilginin meşruiyet zeminini oluşturan yöntem kenarda kalıyordu. Nilüfer Göle’yle asıl konuşmak istediğim ne bildiği, neden araştırdığı değil, nasıl öğrendiğiydi… Onu o bilgiye, analize götüren ilk soruyu nasıl formüle ediyordu? Hangi teorik kaynaklardan yola çıkıyor, toplumu hangi araçlarla gözlemliyor, asıl önemlisi o bilgiyi kamusallaştırırken kullanacağı dili nasıl kurguluyordu? Çünkü konu toplum olduğunda ve araştırmacının da şöyle ya da böyle o topluma dahil ve ilişik olduğu göz önünde bulundurulduğunda bütün bunlar ciddi bir siyaset sorununa dönüşüyordu… Merak ettiğim de Nilüfer Göle’nin, bu son derece kişisel siyaset sorununu nasıl çözdüğüydü…
Söyleşi bittiğinde anladığım şey zanaat ve atölye sözcüklerinin bu sorunun çözümüne ne denli yardımcı olduklarıydı. Göle, kendisini bir “zanaatkar” olarak tanımlıyordu. Tftintem. bir zanaatkarın her şeyiydi. Çünkü ancak bu şekilde emeğiyle ortaya koyduğu şeyi savunabilir, o ürünün ardında durabilir, ona sahip çıkabilirdi. Atölye dediği mekân öğrenciler ve araştırmayla elde edilen ürünün meşruiyet zeminiydi aynı zamanda. Yöntem orada şekilleniyordu. Bu süreç araştırmayı, araştırmacının kişiliğinden koparmasa bile ondan bağımsızlaştırmaya, vakti geldiğinde anonimleştirmeye yarıyordu.
Öte yandan atölye alabildiğine mahrem bir alandı. Zira araştırmacı kendi yöntemiyle ve o yöntemle elde ettiği bilgiyle orada yüzleşiyor, hesaplaşıyor, kendisini gözden geçiriyor, gerekirse sorularını yeniden formüle ediyor ve nihayet dilselleştiriyordu. Söyleşi boyunca sorduğum sorular Göle’nin o atölyede aslında neler biriktirdiğini anlamaya yönelikti. Çünkü bir araştırmacıyı özgün kılanın yararlandığı teorik çerçeveler değil, sorusunu görme ve formüle etme biçimi olduğunu düşünüyordum. Bu biçimler ise dilediği kadar kamusal bir figür olsun, araştırmacının kendi kişisel tecrübesinden ortaya çıkıyordu. O son derece kişisel tecrübeye anlam verme ve onu aslında içine doğulan, onunla birlikte olunan toplumsal “desen”de bir yere oturtma çabası idi sosyal bilimi mümkün kılan. Zira, kitaplar ancak kitaplardan edindiğiniz bir soruyu cevaplamanıza yetebilir. Her an değişmekte olan bir toplumu anlayabilmek için topluma ve onunla ilişkilenmenizi sağlayan kişisel tecrübenize ihtiyaç duyarsınız. Bu ilk çıkış noktasının sizden geçip toplumsal bir bilgiye dönüşmesi ise ancak iyi kurgulanmış, kavrayıcı bir yöntemle mümkün olabilir.
Bu nedenle söyleşi boyunca Nilüfer Göle’nin hangi kişisel tecrübelerden, kendisine ilişkin hangi gözlemlerden yola çıkıp sözgelimi “Modern Mahreme, “Melez Desen’e, “Batı dışı modernite”ye ulaştığını anlamaya çalıştım. Çünkü ilk bakışta onun içine doğduğu toplumsal katmanın “Modern Mahrem”in alanıyla bir ilgisi yokmuş gibiydi. Bu soru cevaplanırken “yakınlık” ve “farklılık” kelimeleri devreye girdi. Farklılık mutlaka “Ötekileştirme”nin aracı olmak zorunda değildi.
Bu sözcüklerin kavramsallaştırılabilmesi, Göle’nin millet…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Felsefe-Sosyoloji-Psikoloji
- Kitap AdıMahremin Göçü
- Sayfa Sayısı241
- YazarProf. Dr. Nilüfer Göle
- ISBN6054325429
- Boyutlar, Kapak13,5x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviHayy Kitap / 2011