Yazar Jean Daragane, Paris karmaşasını ardında bırakıp inzivaya çekildiği bir hayat yaşar. İnsanlardan mümkün olduğunca uzak durduğu, nadiren dışarı çıktığı bir düzen kurmuştur kendine. Eylül ayının sıcak bir gününde Daragane’ın huzur dolu dünyası, hiç tanımadığı birinden gelen tehditkâr bir telefonla altüst olur. Arayan kişi bir yabancıdır ve yazara, onun eski bir telefon rehberini bulduğu söyleyip, rehberdeki bir isim hakkında bilgi almak ister. Yabancıyla yüz yüze gelmeyi kabul eden Daragane, rehberdeki bu isimle ilgili hiçbir şey hatırlamaz.
Oysa eldeki veriler, kesin bir şekilde geçmişte hayatlarının kesiştiğini göstermektedir. Bir anda kendini bu gizemli yabancıyla onun güzel ve narin genç yardımcısının hayatına dolanmış bir halde bulan Daragane, münzevi yaşantısını bir kenara bırakıp iç dünyasının derinlerine gömülmüş ağır bir travmayla yüzleşmeye zorlanır. 2014 Nobel Ödüllü Patrick Modiano bu nostaljik, duyarlı ve şiirsel romanında, büyüleyici kurgusu ve benzersiz atmosferiyle unutuşun derinlerine iniyor. “Canlı, zeki, incelikli ve girift… Yeni Roman akımı kadar ‘Yeni Dalga’nın karafilmlerini de andırıyor.” Boyd Tonkin, Independent “Romandaki kesintisiz keşifler Proust’u andıran bir tavırla, en saplantılı ve büyüleyici kayıp zaman arayışlarından biri haline geliyor.” Jérôme Garcin, Le Nouvel Observateur
Neredeyse hiçbir şey. İlkin, çok hafif gelen bir böcek sokması gibi. En azından, kendi kendinizi telkin etmek için mırıldanarak, öyle dersiniz. Jean Daragane’ın evinde “çalışma odası” olarak kullandığı odada, akşamüstü saat dörde doğru, telefon çalmıştı. Odanın güneş vurmayan ucundaki kanepede içi geçmişti. Ve uzun süredir çalmadığı için yabancı gelen şu zil sesi, bir türlü susmuyordu. Neden ısrarla çalıyordu? Belki de hattın öteki ucunda telefonu kapatmayı unutmuşlardı. Sonunda yerinden kalktı, odanın, pencerelere yakın, güneşten kavrulan tarafına doğru yöneldi.
“Bay Jean Daragane ile görüşmek istiyordum.” Gevşek ve tehditkâr bir ses. İlk izlenimi bu oldu. “Bay Daragane, beni duyuyor musunuz?” Daragane telefonu kapatmak istedi. Ama ne işe yarayacaktı? Yeniden çalacaktı, hiç susmayacaktı. Telefonun kablosunu kesmedikçe… “Benim…” “Sizi telefon defterinizle ilgili arıyorum, beyefendi.” Geçen ay, Côte d’Azur’e giden bir trende kaybetmişti defterini. Evet, ancak o trende unutmuş olabilirdi. Biletini kondüktöre göstermek üzere cebinden çıkarttığı sırada kayıp düşmüş olmalıydı.
“Üzerinde adınız olan bir telefon defteri buldum.” Gri renkli kapağın üstünde KAYBOLMASI DURUMUNDA …’E GÖNDERİLMESİ yazılıydı. Daragane da, bir gün oraya adını, adresini ve telefon numarasını öylesine, düşünmeden yazmıştı. “Evinize getireyim. İstediğiniz gün ve saatte.” Evet, kesinlikle gevşek ve tehditkâr bir ses. Hatta bir şantajcı sesi, diye düşündü Daragane. “Dışarıda buluşmayı tercih ederim.” Keyifsizliğini üzerinden atmak için bir çaba göstermişti. Ancak umursamaz olmaya çalışırken sesinin buz gibi çıktığını fark etti. “Nasıl isterseniz, beyefendi.” Bir sessizlik oldu. “Yazık. Size çok yakında bir yerdeyim. Defteri elden teslim etmek isterdim.” Daragane, adamın apartmanın önünde çıkışını beklediğinden şüphelendi. Bir an önce kurtulmalıydı ondan.
“Peki, yarın öğleden sonra görüşelim,” dedi sonunda. “Nasıl isterseniz. O zaman, işyerime yakın bir yer olsun. Saint-Lazare Garı tarafında.” Telefonu kapatmak üzereydi, ama soğukkanlılığını korudu. “Arcade Sokağı’nı biliyor musunuz?” diye sordu karşıdaki. “Bir kafede buluşabiliriz. Arcade Sokağı, 42 numara.” Daragane adresi not etti. Derin bir nefes alıp ekledi, “Peki beyefendi, yarın akşam saat beşte, Arcade Sokağı, 42 numara,” dedi. Sonra karşısındakinin cevabını beklemeden, telefonu kapattı. Çok geçmeden kaba davrandığı için pişman oldu, ama bunu son birkaç günden beri Paris’in üzerine çöken, eylül ayında zor rastlanan, bunaltıcı sıcağa bağladı. Sıcak, yalnızlığını güçlendiriyordu, güneş batana kadar evde kalmaya zorluyordu onu. Hem sonra, telefonu aylardır çalmamıştı. Çalışma masasının üzerindeki cep telefonunu ise en son ne zaman kullandığını bilmiyordu. Zaten doğru dürüst kullanmasını da bilmiyordu ve tuşlarına basarken sık sık hata yapıyordu. Bu yabancı telefon etmeseydi, telefon defterini kaybettiği hiç aklına gelmeyecekti. İçinde kimlerin isimlerinin olduğunu hatırlamaya çalışıyordu. Hatta bir önceki hafta defteri temize çekmek istemiş, boş bir kâğıdın üzerine liste yapmaya başlamıştı. Bir süre sonra kâğıdı yırtmıştı. Defterdeki hiçbir ismin hayatında büyük bir önemi yoktu; önemi olanların adres ve telefonlarını yazmaya hiç gerek duymamıştı, çünkü hepsini ezbere biliyordu. Bunda “mesleki” diye nitelendirilen bağlantıların dışında fazla bir şey yoktu, güya gerekli birkaç adres ve sayısı otuzu geçmeyen isim. Artık geçersiz oldukları için birçoğunu silmek gerekiyordu. Telefon defterini kaybettikten sonra aklını en çok kurcalayan, üzerine kendi adını ve adresini yazmış olmasıydı.
Tabii, bu işin ucunu bırakabilir ve Arcade Sokağı, 42 numarada adamı boşuna bekletebilirdi. Ama o zaman bir şey havada kalacaktı, bir tehdit. Bazı öğleden sonraları yalnızlığın dibine vurduğunda telefonun çalıp tatlı bir sesin kendisiyle randevulaştığını hayal ederdi. Okumuş olduğu bir romanın başlığını anımsıyordu: Le Temps des rencontres1 . Belki de kendisi için böyle bir zaman henüz son bulmamıştı. Ama az önceki ses ona güven vermiyordu. Hem gevşek hem de tehditkâr bir ses. Evet.
Taksi şoförüne kendisini Madeleine’e bırakmasını söyledi. Hava, diğer günlere göre daha serindi, gölgede kalan kaldırımları seçmek koşuluyla yürünebiliyordu. Arcade Sokağı’nı takip ediyordu, güneşin altında sokak bomboş ve sessizdi. Sanki asırlardır buralara gelmemişti. Annesinin bu civarda bir tiyatroda sahneye çıktığını, babasının da yolun ucunda, sol tarafta, Haussmann Bulvarı 73 numarada bir ofisi olduğunu anımsıyordu. Ama tüm bu geçmiş, zamanla silinmişti… Güneşin altında kaybolan buhar gibiydi. Kafe, sokak ile Haussmann Bulvarı’nın kesiştiği yerdeydi. Boş bir salon; üzerinde rafların yükseldiği bir bar tezgâhı vardı, self servis bir lokanta ya da eski bir Wimpy’yi andırıyordu. Daragane dipteki masalardan birine oturdu. Yabancı adam randevuya gelecek miydi? Sıcak yüzünden biri sokağa, diğeri bulvara bakan iki kapı da açıktı. Sokağın öteki tarafında, 73 numaradaki büyük apartmanı gördü…
Babasının ofisindeki pencerelerden biri bu sokağa bakmıyor muydu, diye sordu kendi kendine. Hangi kattı? Hatıralar yavaş yavaş ortaya çıkıyordu, sabun köpükleri ya da uyanınca silikleşen rüya parçaları gibi. Mathurin Sokağı’ndaki tiyatronun önünde, annesini beklediği kafede ya da bir zamanlar daha çok ziyaret ettiği Saint-Lazare Garı civarında olsaydı, belleği daha taze olabilirdi. Hayır. Kesinlikle. Şehrin eski halinden eser yoktu. “Jean Daragane?” Sesi tanımıştı. Kırk yaşlarında bir adam, yanında kendisinden daha genç bir kızla önünde duruyordu. “Gilles Ottolini.” Aynı gevşek ve tehditkâr ses… Kızı işaret ederek: “Arkadaşım… Chantal Grippay.” Daragane duvar tarafındaki bankette hareketsiz duruyordu, onlara elini bile uzatmadı. İkisi karşısına oturdular. “Özür dileriz… Biraz geciktik…”
İronik bir tonla konuşuyordu, herhalde ciddiye alınmaya çalışıyordu. Evet aynı sesti; Daragane’ın bir gün önce telefonda fark etmediği çok hafif, belli belirsiz bir Güneyli vurgusu da vardı. Fildişi rengi bir teni, siyah gözleri, kemerli bir burnu vardı. Yüzü inceydi; hem profilden hem karşıdan keskin hatlıydı. “İşte emanetiniz,” dedi Daragane’a, rahatsızlığını örtmek istiyormuş gibi aynı ironik tonla. Ceketinin cebinden telefon defterini çıkarttı.
Masanın üzerine koydu, parmaklarını açarak avucuyla defterin üzerini örttü. Sanki Daragane’ın onu almasını engellemek istiyordu. Kız hafifçe geride duruyordu, dikkati üzerine çekmek istemiyor gibiydi. Otuzlu yaşlarında, saçları omuz hizasında, esmer bir kızdı. Siyah bir bluz ve pantolon giymişti. Daragane’a endişeli bir bakış attı. Elmacıkkemikleri ve çekik gözleri nedeniyle Vietnam ya da Çin kökenli olabilir mi, diye sordu kendi kendine Daragane. “Defteri nerede buldunuz?” “Lyon Garı’nın büfesinde, koltuklardan birinin altında.” Telefon defterini uzattı. Daragane cebine koydu. Côte d’Azur’e gittiği gün Lyon Garı’na erken vardığını ve birinci kattaki büfede oturduğunu hatırladı. “Bir şey içmek ister misiniz?” diye sordu, Gilles Ottolini adındaki kişi. Daragane birden onları bırakıp gitme isteği duydu. Sonra fikir değiştirdi. “Bir Schweppes.” “Sipariş alacak birisini bulmaya çalış, ben kahve isterim,” dedi Ottolini, kıza dönerek. Kız hemen kalktı. Görünüşe bakılırsa adamın dediklerini yapmaya alışıktı.
“Bu defteri kaybettiğiniz için kim bilir ne zor durumda kaldınız.” Garip ve Daragane’a küstahça gelen bir şekilde güldü. Ama belki de adamın beceriksizliği ve çekingenliğindendi. “Biliyor musunuz,” dedi Daragane, “artık neredeyse kimseye telefon etmiyorum.” Adam ona şaşkın bir bakış attı. Kız masaya geliyordu, yerine oturdu. “Bu saatte servis yokmuş. Birazdan kapatıyorlarmış.” Daragane ilk kez kızın sesini duyuyordu. Kısık bir sesi vardı, yanındaki gibi Güneyli vurgusu yoktu, daha çok Parisli aksanı vardı; hâlâ bir Paris aksanından söz edebiliyorsak tabii… “Buralarda mı çalışıyorsunuz?” diye sordu Daragane. “Pasquier Sokağı’nda bir reklam ajansında, Sweerts’de.” “Siz de mi?” Kıza doğru dönmüştü. “Hayır,” dedi Ottolini, kıza yanıtlaması için zaman bırakmadan. “Şimdilik bir şey yapmıyor.” Yeniden o gergin gülümseme. Kız da belli belirsiz gülümsedi. Daragane bir an önce oradan ayrılmak istiyordu. Hemen harekete geçmezse belki de onlardan hiç kurtulamayacaktı. “Size karşı dürüst olacağım.” Adam, Daragane’a doğru eğilmişti. Sesi daha tizdi. Daragane önceki gün telefonda hissettiği duyguya kapıldı. Evet, adam bir böcek gibi dadanmıştı. “Telefon defterinizi şöyle bir karıştırdım, sadece merakımdan…” Kız başını çevirmişti, duymuyormuş gibi yapıyordu. “Bana kızmadınız ya?” Daragane adamın gözlerinin içine baktı. Öteki de bakmayı sürdürüyordu.
“Neden kızacakmışım?” Bir sessizlik oldu. Adam gözlerini yere indirmişti. Sonra aynı metalik sesle: “Telefon defterinizde bir isim var. Onunla ilgili sizden bilgi almak isterdim…” Sesi bu kez daha alçakgönüllüydü. “Lütfen kusuruma bakmayın.” “Söz konusu kişi kim?” diye sordu Daragane sıkıntıyla. Birden yerinden kalkıp hızlı adımlarla Haussmann Bulvarı’na açılan kapıdan çıkıp gitmek istedi. Ve açık havada nefes almayı. “Guy Torstel adında biri.” Karşısındakinin tembelleşmiş hafızasını uyandırmak istercesine, ad ve soyadın hecelerini vurgulayarak söylemişti. “Kim dediniz?” “Guy Torstel.” Daragane cebinden telefon defterini çıkardı ve T harfini açtı.
Sayfanın başındaki ismi okudu, ancak bu Guy Torstel ona hiçbir şey ifade etmiyordu. “Kim olduğunu hatırlamıyorum.” “Gerçekten mi?” Adam düş kırıklığına uğramış gibiydi. “Yedi rakamlı bir telefon numarası var,” dedi Daragane. “En az otuz yıl öncesinden olmalı.” Sayfaları çevirdi. Diğer tüm numaralar güncel numaralardı. On rakamlı. Bu telefon defterini son beş yıldır kullanıyordu. “Bu isim size bir şey ifade etmiyor mu?” “Hayır.” Birkaç yıl önce olsaydı, herkesin ondan beklediği gibi nazik davranır, “Şu gizemi aydınlatmam için bana zaman verin,” derdi. Ama sözcükler bir türlü gelmiyordu.
“Daha önce üzerinde çalıştığım bir haber dosyası için birçok belge toplamıştım, içlerinde bu isim de geçiyor, nedeni bu.” Birden savunmaya geçmiş gibiydi. “Ne tür bir haber?” Daragane soruyu birden sormuştu, eski nezaket alışkanlıklarına yeniden kavuşuyor gibiydi. “Çok eski bir olay… Bununla ilgili bir makale yazmak istiyorum… Eskiden gazeteciydim de…” Ancak Daragane’ın dikkati dağılıyordu. Gerçekten bir an önce onlardan kurtulmak istiyordu. Yoksa bu adam ona hayatını anlatacaktı. “Üzgünüm,” dedi, “Torstel diye birini hatırlamıyorum. Benim yaşımda hafıza zayıflıyor. Maalesef gitmek zorundayım.” Ayağa kalktı ve ikisinin elini sıktı. Ottolini ona sert bir bakış attı, sanki Daragane ona hakaret etmiş gibi, o da sert bir karşılık vermeye hazır gibiydi. Kız ise önüne bakıyordu.
Adamın yolunu kesmeyeceğini umarak Haussmann Bulvarı’na açılan camlı kapıya doğru yürüdü. Dışarıda derin derin nefes aldı. Ne tuhaf bir fikirdi şu yabancı adamla buluşma fikri; üç aydır kimseyi görmemiş ve bundan pek rahatsız olmayan birisi için hele. Tam tersine bu yalnızlığın içinde kendisini hiç olmadığı kadar hafiflemiş hissediyordu, sabah veya akşamları tuhaf, coşku dolu anları bile oluyordu. Sanki o eski filmin başlığındaki gibi, maceralar köşe başında bekliyormuş gibi, her şey mümkünmüş gibi… Gençliğindeki yaz mevsimlerinde bile, bu yaz başından beri hissettiği hafifliği hissetmemişti. Ama bir zamanlar felsefe hocası Maurice Caveing’in kendisine dediği gibi, yazları her şey askıda kalırdı, “metafizik” bir mevsimdi yaz. Tuhaf, Caveing’in adını hatırlıyordu da şu Torstel’in kim olduğunu bilmiyordu.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıMahallede Kaybolma Diye
- Sayfa Sayısı120
- YazarPatrick Modiano
- ISBN9789750739965
- Boyutlar, Kapak, Karton kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2022
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Son Söz Aşkın ~ Julia Quinn
Son Söz Aşkın
Julia Quinn
Şahane Bir Kadının Gizli Günlüğü, Yüreğe Söz Geçmiyor, Bana Sevdiğini Söyle adlı çok okunan kitaplarından sonra yeni kitabıyla beklenen, Epsilon okurlarının zevkle takip ettiği...
- Karanlık Orman ~ Cixin Liu
Karanlık Orman
Cixin Liu
Üç Cisim Problemi’nin devam kitabı Karanlık Orman ile Dünya’yı bekleyen tehlike giderek yaklaşıyor. Dört asır sonra Dünya’yı işgal edecek olan Üç Cisimliler’e karşı hazırlıklar...
- Suhodol Köyü ~ İvan Bunin
Suhodol Köyü
İvan Bunin
Köy durağanlığın, zamanın acımasız akışına direnmenin simgesi ise Suhodol Köyü bu değişmezlik içinde değişimi izleyebilen ender yapıtlardandır. İvan Bunin’in 1912 yılında yayımladığı Suhodol Köyü...