Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Mago
Mago

Mago

Ayla Çınaroğlu

Düşünüp duruyordu Minik Mago, bu böyle sürüp gidemezdi. Bu karanlık mağarada, yapayalnız daha ne kadar dayanabilirdi? Yaşamını burada tek başına geçirmek istemiyordu. Adı “Minik…

Düşünüp duruyordu Minik Mago, bu böyle sürüp gidemezdi. Bu karanlık mağarada, yapayalnız daha ne kadar dayanabilirdi? Yaşamını burada tek başına geçirmek istemiyordu. Adı “Minik Mago”ydu, ama artık büyümüştü. Bir çıkar yol bulmalıydı mutlaka. Sonunda cesaretini topladı ve insanların arasına karıştı. Sıra dışı özellikleri sayesinde Mago insanların arasında fark edilmeden yaşayabilecek miydi?

– I –

“Uvvv!.. Hava ne kadar da soğuk bugün.” Minik Mago, sırtında kalın kara paltosuyla, ısınmak için bir aşağı bir yukarı gezinip duruyordu mağarasının içinde. Dalgındı, düşünceliydi. Dudağına takılıp kalmış şarkısını, babasından öğrendiği o eski şarkıyı mırıldanıp duruyordu bir yandan:

“Hey, hey, hey
Haydi çocuklar, gelin,
Gelin çocuklar, hey, hey
Gelin, gülün, eğlenin.
Hey, hey, hey,
Haydi çocuklar gelin,
Gelin çocuklar, hey, hey,
Burda her şey, her şey sizin.”

Düşünceleri anası ve babası üstüneydi hep. Onları düşünmemek mümkün müydü!.. Başka kimi vardı ki düşünecek? Çocukluğunda, tüm geçmişinde onlardan başkası olmamıştı ki yakınında. Evet, hiç, ama hiç… A, yoo, tabii ki Çipçip’i yok sayamayız. O zaman şöyle demeliyiz: Anasıyla babasından ve Çipçip’ten başka hiç kimse olmamıştı yakınında. Anası ve babası… Ah, keşke şimdi yaşıyor olsalardı. Yaşıyor olsalardı da Mago’ya bir akıl verselerdi, bir yol gösterselerdi. Kararsızdı. Çok sıkılıyordu, çok… “Ah Çipçip ah,” diye seslendi kırgın bir sesle, “sen bir akıl verebilseydin bana, biraz yardım edebilseydin ne iyi olurdu.” Çipçip, yerleştiği köşede, kuru otların arasından kısık bir sesle: “Cik…” demekle yetindi yalnızca. Bu konuda başka ne yapabilirdi ki? Düşünüp duruyordu Minik Mago, bu böyle sürüp gidemezdi. Bu karanlık mağarada, bu yapayalnız yaşama daha ne kadar dayanabilirdi? Kaç kış daha göğüs gerebilirdi bu acımasız soğuk havalara? Bütün yaşamını burada, tek başına geçirmek istemiyordu. Adı ‘Minik Mago’ydu ama kendi minik değildi artık; büyümüştü. Bir şeyler düşünmeli, bir çıkar yol bulmalıydı mutlaka. “Acaba?”

– II –

Minik Mago’nun babası İrimaymun, bir hayvanat bahçesinde dünyaya gelmişti. Annesinin sıcacık kucağını, sevgi dolu bakışlarını hayal meyal anımsayabiliyordu yalnızca. Çünkü henüz küçücük bir bebekken annesinden ayırmış, yaşlı bir hayvan terbiyecisine satmışlardı onu. Terbiyeci, Kıkır Amca adında biriydi. Çiroz balığı gibi zayıf, patlak mavi gözlü bir adamdı ve öylesine komikti ki, karşısında bir an bile gülmeden duramazdınız. En somurtuk çocuk bile, o konuşmaya başlayınca, başlardı kıkır kıkır gülmeye. O zaman da Kıkır Amca gözlerini yuvalarında fırıldak gibi çevirerek, “Kıkır kıkır kıkırdar, çorabı düşmüş burnu akar,” deyince, çocuk önce gerçekten akıyor mu diye burnunu, sonra da düşmüş mü diye çorabını yoklardı. Bunun bir şaka olduğunu anlayınca da artık iyice makaraları koyuverirdi. İşte zaten bu yüzden de adı ‘Kıkır Amca’ydı ya… Kıkır Amca’nın karısı, onun aksine şişman, iri yarı, asık suratlı bir kadındı. Ama o da Kıkır Amca gibi iyi yürekliydi.

Küçük, tek katlı, derme çatma bir evde yaşıyorlardı. Bir de yetişkin oğulları vardı. Ama ne yazık ki işe yaramaz hayırsızın biriydi o. Ayda yılda bir, o da para koparmak için uğrardı eve. Anlaşılan Kıkır Amca, oğlunun eğitiminde pek de başarılı olamamıştı. Kim bilir, belki de hayvanlara uyguladığı katı yöntemleri kullanmaya kalkmıştı oğlunu eğitmek için. Sonunda, çok geç de olsa hatasını anlamıştı. Ama artık oğlu için yapabileceği pek bir şey yoktu. Bu yüzden de bütün sevgisini hayvanlara vermişti. Hatasını, belki de böylece düzeltmeye çalışıyordu.

Onlara karşı eskiden uyguladığı yöntemi bırakmıştı; daha doğrusu ustasından öğrendiği gibi hayvanları korkutarak, aç bırakarak, acı çektirerek terbiye etmeye çalışmıyordu artık. Daha başka, daha insanca bir iletişim kurmaya çalışıyordu. Çoğu zaman başarıyordu da bunu. Sevgi ve anlayışla yaklaşarak yaptırıyordu istediklerini. Özellikle İrimaymun’u öyle sevdiler ki… Kıkır Amca da karısı da küçük bir bebeğe bakar gibi baktılar, sevip okşadılar onu. Doğrusu İrimaymun da sevilmeyecek gibi değildi, şirin mi şirin bir hayvandı. Kıkır Amca önce ‘Kıkırık’ adını vermek istedi ona. Ama karısı karşı çıktı: “Kıkırık da neymiş? Sana seslendiğimde o koşup gelecek, ona seslendiğimde de sen. Senin komikliğin hepimize yeter. Takacaksan doğru dürüst bir isim tak, şöyle ciddi bir şey…” Doğrusu Kıkır Amca’nın gönlü ‘Kıkırık’ta kalmıştı. Ama, karısı da haksız değildi hani, onun önerisini de yabana atmak olmazdı. Sonunda ‘İrimaymun’ adını uygun gördüler.

Aslında o sıralarda minicikti, ufacıktı daha. Ne var ki, garip bir yapısı vardı. Maymun mu desek, şempanze mi, goril mi?.. Hepsinin karışımı bir şeydi sanki. Gövde yapısı, büyüdüğünde irikıyım bir hayvan olacağını düşündürüyordu. Zaten biraz da bu yüzden, ‘Kıkırık’tan vazgeçip ‘İrimaymun’ demişlerdi ona. Ama daha sonraları, İrimaymun’un gelişimi hiç düşünmedikleri, olağanüstü bir biçimde gerçekleşti. Öyle ki, bu yüzden onu ‘maymun’ sözcüğüyle çağırmayı içlerine sindiremediler. Kendi aralarında kısaca ‘İrimay’ demeyi yeğlediler. Doğrusunu söylemek gerekirse önceleri, minicik bir bebekken oldukça yaramazdı İrimay’cık.

Söz dinlemiyor, hiçbir şey anlamak, öğrenmek istemiyordu. Lastik bir top gibiydi. Garip sesler çıkararak zıplıyor, atlıyor, kendini yerden yere vuruyor, yerlerde yuvarlanıyordu. Kuşkusuz bunları annesini özlediği için yapıyordu. Onun o sımsıcak kollarını, o sevecen bakışlarını unutmak kolay mıydı ya? Ama bir süre sonra, bu yaşlı karı kocanın da kendisini sevdiğini, gerçekten sevdiğini sezmeye başladı. Annesinin gözlerindeki o hoşgörü dolu, o sevecen bakışlar vardı onların da gözlerinde; sevgiyle okşayan ellerinde annesinin sıcaklığını duyar gibiydi. Ona, en sevdiği, en güzel yiyecekleri elleriyle yediriyor, onunla şakalaşıp oynuyorlardı. Hele bir gün, İrimay’cık parmağını kapıya sıkıştırdığında, acı içinde kısık haykırışlarla ağlarken, kadıncağızın gözlerinin de yaşardığını fark etti; evet, o da ağlıyordu. Yaşlı kadın gözyaşları içinde gelip sıkışan parmağını öptü. Sonra da büyük gürültüler kopararak çalışan,hurdası çıkmış buzdolabından birkaç parça buz çıkarıp acıyan parmağının üstüne koydu. O an acısı diniverdi İrimay’ın. İşte gene o an, düşünmeye başladı. Düşünmeye başlamak… Düşünmek… çok tuhaf, çok anlatılmaz bir duyguydu.

Düşünmek, yeniden doğmak gibi bir şeydi. İçinde bir şeyler yavaş yavaş ışığa kavuşuyor, aydınlanıyordu. Her şeyi bir başka türlü görmeye, anlamaya başlıyordu. Olaylar, davranışlar birer anlam kazanıyordu. Kimi küçük olay ve davranışların, diğer olaylar ve davranışlarla bağlantılarını keşfediyordu birer birer. Evet, işte böylece düşünmeye başladı. Yoo, şimdi haksızlık etmeyelim. Burada küçük bir ayraç içinde, “Diğer hayvanlar da düşünebilirler mi, düşünemezler mi?” bilemediğimizi belirtelim. Ancak, eğer düşünüyorlarsa bile, bu insanca bir düşünme değildir herhalde. Oysa İrimay insan gibi düşünmeye, yani mantığını kullanarak düşünmeye başlamıştı.

Terbiyecisi eğer istese ona zorla, onu döverek, aç bırakarak her istediğini yaptırabilirdi. Bu mümkündü. Ama öyle yapmıyordu Kıkır Amca, buna gerek görmüyordu; hep sevgiyle, anlayışla, sabırla yaklaşıyordu ona. Kıkır Amca’nın karısı da onunla böyle yakından ilgilenmeyebilir, insanı canından bezdiren şımarıklıklarına katlanmayabilirdi. Yemeğini yedirmek için uğraşmayabilir, elini ağzını temizlemek için elinde sabunlu bezle arkasından koşmayabilirdi. Onu bu denli seven, değer veren kişileri üzmesi, yorması doğru olmazdı. Bunca içten sevgi, ancak sevgiyle yanıtlanabilirdi; yanıtlanmalıydı.

Giderek uysallaştı, Kıkır Amca’nın sözlerini dinlemeye, anlamaya ve gerektiği gibi davranmaya başladı. Böyle davrandığı zaman da kendini çok daha iyi, mutlu hissettiğini algıladı. Çok geçmeden de ailenin bir parçası oldu. Kıkır Amca ve karısı onu gerçek çocuklarıymış gibi sevdiler. İrimay’cık biraz hastalansa, kadıncağız üzülür, iki gözü iki çeşme ağlardı. Kıkır Amca da onu bir an önce iyileştirmek için çırpınır, bildiği yöntemler işe yaramazsa hemen veterinere koşardı. En sevdiği yiyecekleri bulup getirirlerdi ona.

Oysa hiç de varlıklı değillerdi. Kötü günler için kıyıda köşede birikmiş üç kuruş paraları olsa, onu da hayırsız oğullarına kaptırıyorlardı. Belli ki kendi karınlarını bile doyurmakta güçlük çekiyorlardı. Onları tek mutlu eden şey, İrimay’ın yetenekleriydi. Günler geçtikçe İrimay gerçek bir insan gibi davranmasını öğreniyordu. Kıkır Amca ve karısıyla aynı masaya oturarak hiç dökmeden yemeğini yiyor, sonra da gidip elini ağzını sabunla yıkıyordu güzelce. Sofranın kurulmasında ve toplanmasında yardımcı oluyor, yatağını topluyor, düzeltiyordu. Söylenen her şeyi anlıyor, istenen şeyleri götürüp getiriyor, yardımcı oluyordu ev işlerinde. Eh, taşan enerjisiyle, koşup sıçramalarıyla zaman zaman küçük kazalara neden olmuyor değildi. Kimi zaman da bir küçük kazanın gerçek bir kaza mı, yoksa yaşlı karı kocayı biraz neşelendirmek için yapılmış bir şaka mı olduğunu kestirmek mümkün olmuyordu, ama olsun.

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Roman (Yerli)
  • Kitap AdıMago
  • Sayfa Sayısı104
  • YazarAyla Çınaroğlu
  • ISBN9786059604888
  • Boyutlar, Kapak13,5x19,5, Karton Kapak
  • YayıneviTudem Yayınevi /

Yazarın Diğer Kitapları

  1. En Büyük Takım Bizim Takım ~ Ayla ÇınaroğluEn Büyük Takım Bizim Takım

    En Büyük Takım Bizim Takım

    Ayla Çınaroğlu

    Kartalspor taraftarı bir baba, Bahçespor taraftarı kızı ve oğluyla beraber bir derbi maçına giderse ne olur? Üstelik maçı aynı tribünde izleyecekler… İki küçük Bahçespor...

  2. Uzay Güzeli ~ Ayla ÇınaroğluUzay Güzeli

    Uzay Güzeli

    Ayla Çınaroğlu

    Bora, kedisi Minnoş ve sevgili halası uzaylılar tarafından kaçırılırlar. Uzaylıların kötü bir niyeti yoktur aslında; tek istedikleri “güzel” sözcüğünün anlamını öğrenmektir. Peki sahiden ne...

  3. Beyaz Benekli At ~ Ayla ÇınaroğluBeyaz Benekli At

    Beyaz Benekli At

    Ayla Çınaroğlu

    Demek ki bu küçücük renkli sevimli insancıklar, tıpkı şeker gibi, akide şekeri gibi eriyip yok olacaklardı. Çok duygulanmıştım. Onların böyle, küçük bebekler gibi ağlaşmalarına...

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. Aşkın Meali 1 – Yusuf ve Züleyha ~ Sinan YağmurAşkın Meali 1 – Yusuf ve Züleyha

    Aşkın Meali 1 – Yusuf ve Züleyha

    Sinan Yağmur

    Kuyu. Zindan. Dünya. Ahiret. Kur’an-ın en güzel kıssasında dört kelime, dört kapıyı açıyordu: İman. Aşk. Sadakat. Vuslat… Üç gömlek. Üç yürek. Yakup. Yusuf ve...

  2. Şato “Gizli Devletin Şifresi” ~ Ergün DilerŞato “Gizli Devletin Şifresi”

    Şato “Gizli Devletin Şifresi”

    Ergün Diler

    Türkiye’nin gerçek efendileri kim, nerede, nasıl toplanıyor, bu kitapta okuyacaksınız… Ankara-İstanbul yolunun 67. kilometresinde ne var? Hilalin dalgalanmasını engelleyen gizli efendinin adı nerede saklı?.....

  3. Yara ~ Kadri ÖztopçuYara

    Yara

    Kadri Öztopçu

    Daha önce iki öykü kitabını yayımladığımız Kadri Öztopçu’dan bu kez bir roman. Yara, sert, acımasız bir çocukluk öyküsünü anlatıyor. Romanın anlatıcısı, alabildiğine renkli bir...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur