“İnsanların olmadığı bir yere gidip bir başıma yaşamak istiyorum.”
Japonya’nın en tanınmış ve en saygı duyulan yazarlarından biri olan, Üç Köşeli Dünya, Gönül ve Ardından gibi eserlerin yazarı Natsume Soseki’nin Joyce ve Beckett’in eserlerini andıran kitabı Madenci insanın muğlak doğası üzerine absürdist bir roman.
İntiharın eşiğinde, varlıklı bir genç adam doğup büyüdüğü Tokyo’yu terk ederek yollara düşer. Bir bakır madenine işçi arandığını öğrenince orada çalışmayı kabul eder. O güne kadar içinde yaşadığına hiç benzemeyen bir dünyaya adım atan genç adam hem insan ruhunun hem de madenin derinliklerine doğru sıradışı bir yolculuk yapacaktır.
Bir süredir bir çam korusunun içinde yürüyorum. Resimlerde göründüklerinden daha uzunlar. O kadar çoklar ki ilerleyip ilerleyemediğimi kestiremiyorum bile. Çamlar bir gelişme göstermediği sürece ne kadar yürürsem yürüyeyim bunu anlamam da imkânsız. Daha en başında olduğum yerde kalmalı ve gözümü onlara dikip kim önce gülecek diye beklemeliydim.
Dün akşam saat dokuz sularında Tokyo’dan ayrıldım. Tüm gece çıldırmışçasına kuzeye doğru yürüdüğümden yorgun düştüm, uykum geldi. Ne param vardı ne de kalacak yerim. Bu yüzden zifiri karanlıkta kagura* sahnesine tırmanıp biraz kestirdim. Bana nedense Haçiman** tapınaklarını anımsatmıştı. Soğukla birlikte gözlerimi açtığımda gökyüzü daha aydınlanmamıştı. Uyandıktan sonra başka bir yere sapmadan buraya kadar gelmiş olsam da bu uçsuz bucaksız çamların arasında yürüyecek dermanım yok.
Ayaklarım gitgide ağırlaşıyordu. Sanki şişen baldırlarıma küçük demir çekiçler bağlanmış da her adımda kemiklerimi kırıyordu. Astarlı kimonomun kuyruğunu yürüdüğüm için doğal olarak içe kıvırmıştım. Dahası altıma içlik pantolon dahi giymemiştim. Normal şartlarda bu hâlimle yarış bile yapardım ama etrafta bu kadar çam ağacı varken hiç almayayım.
Yol kenarında küçük bir çayevi vardı. Kamış perdelerinin arasından baktığımda kilden yapılma ocağın üzerinde paslı bir çaydanlık gözüme ilişti. Katlanır tabureler sokağın iki adım ötesine kadar taşmıştı. Tepelerinden birkaç çift hasır sandalet sarkıyordu. Üzerindekinin hanten* mi yoksa dotera** mı olduğunu anlamadığım kimonolu bir adam, sırtı bana dönük oturuyordu.
Oturup dinlensem mi yoksa çekip gitsem mi diye düşündüm. Yanından geçerken gözümün ucuyla baktığım ve üzerindekinin hanten mi dotera mı olduğunu hâlâ anlamadığım adamın bana doğru döndüğünü fark ettim. Tütünden kömür karası olmuş dişlerini, kalın dudakları arasından göstererek gülümsüyordu. Tam bu durumdan biraz ürkmeye başlamıştım ki adamın yüzü birden ciddileşti. Sanki az önceye kadar çayevinin yaşlı hanımıyla keyifle sohbet ediyormuş da bakışlarını öylesine sokağa çevirdiğinde bana rastlamış gibi görünüyordu. Neyse ki karşı taraf eski hâline döndü de ben de rahat bir nefes aldım. Kendimi rahatlamış hisseder hissetmez yeniden ürpermeye başladım. Adam ciddi yüz ifadesiyle orada ciddi bir şekilde otururken bakışları ağzımdan burnuma, oradan alnıma, oradan da yavaş yavaş başıma doğru tırmandı. Kasketimin siperinden geçip başımın tam tepesine ulaştığını düşündüğüm sırada bakışları yeniden yavaşça aşağı indi. Bu sefer yüzümü es geçti. Göğsümden göbeğime kadar indi ve orada biraz oyalandı. Göbeğimin oralarda metal tokalı cüzdanım, içinde de otuz iki sen* para vardı. Gözleri, mavi beyaz desenli kimonomun üzerindeki bu cüzdana kilitlenmişti. Ardından pamuklu bel kuşağımı aşıp kasıklarıma kadar indi. Kasıklarımın altında yalnızca çıplak bacaklarım vardı. Ne kadar bakarsa baksın, görülmeye değer değillerdi zaten. Sadece normale göre biraz daha ağırlaşmışlardı o kadar. Ağırlaşmış bacaklarıma uzun uzun baktıktan sonra gözleri nihayet siyah lekelerle kaplı ayak parmaklarımın bulunduğu getamın** tabanına indi.
Bunu böyle yazdığımda, sanki uzun bir süre orada dikilmişim de bana bakması için ona davetiye çıkarmışım gibi gelebilir ama hiç de düşündüğünüz gibi olmadı. Aslında göz bebekleri kıpırdanmaya başladığı an çayevinde dinlenme fikrinden vazgeçmiştim. Niyetim bir an önce oradan uzaklaşmaktı. Ancak görünen o ki ne yapmak istediğimi biliyor olmak da pek yeterli değilmiş. Tam ayak parmaklarımı büküp getalarım üzerinde dönerken gözleri hareket etmeyi bıraktı. Ne yazık ki karşımdaki adam benden hızlı davranmıştı. Gözlerinin üzerimde böyle dikkatle gezinmesi sizde bu durumun uzun sürdüğü algısını yaratıyorsa çok yanılıyorsunuz demektir. Bakışlarının dikkatli ve sakin olduğunu inkâr etmiyorum ama fevkalade hızlıydılar da. Çayevinin önünden geçerken tek düşünebildiğim bir çift gözün ne kadar tuhaf hareket edebildiğiydi. Öyle bile olsa, onun beni böyle izlemesine fırsat vermeden hızlıca arkama dönmenin bir yolunu bulabilseydim keşke. Sanki bir yerden kovulduktan sonra, “Hadi ben müsaadenizi isteyeyim,” deyip kalkmışım gibiydi. Kendimi aptal gibi hissediyordum. Karşımdaki benden üstündü.
Yürüdüğüm ilk dokuz on metre boyunca garip bir şekilde öfkeli hissettim fakat bu nahoş duygu silindi gitti diye düşünürken bacaklarım tekrar ağırlaştı. İşte bu bacaklar. Ne de olsa onlara bağlı küçük demir çekiçlerle yürüyorum. Çevik olmam beklenemez tabii. O gözlerin beni yavaşça delip geçmesinin sebebinin benim yavaş mizacım olduğu da söylenemez. Böyle düşündüğümde öfkem anlamsız gelmeye başlıyor.
Ayrıca böyle şeyleri dert edecek durumda değilim. Hem bir kere evden kaçmıştım. Ne olursa olsun geri dönmeye de niyetim yok. Tokyo’da bile kalamam. Taşraya yerleşmeyi de düşünmüyorum. Şimdi peşimdedirler. Durup dinlensem beni yakalarlar. Dertlerim beynimi kemirirken nereye gidersem gideyim hiç kimse bana yardım edemez. Bu yüzden sadece yürüyorum ama aklımda gidecek belirli bir yer olmadan yürüdüğüm için sanki büyük, bulanık bir fotoğraf yüzümün önünde havada asılı duruyormuş gibi hissediyorum. Üstelik bu bulanıklığın ne zaman dağılacağına dair hiçbir işaret yok. Sadece yol boyunca belirsiz ve sonsuz bir şekilde uzanıyor. Yaşadığım sürece -belki elli belki altmış yıl- ne kadar yürürsem yürüyeyim, ne kadar koşarsam koşayım şüphesiz yine önümde uzanmaya devam edecek. Of, bu çok canımı sıkıyor. Önüme uzanan bu belirsiz geleceği aşmak için yürümüyorum. Yerimde duramadığımdan yürüyorum. Hem aşmaya çalışsam bile aşamayacağımı zaten biliyorum. Dün gece dokuzda Tokyo’dan ayrıldığımda bütün bunları çoktan kabullendiğimi sanıyordum ama yürümeye başladığımdan beri kendimi huzursuz hissediyorum. Bacaklarım iyice ağırlaştı. Sıralanmış çam ağaçları midemi bulandırıyor ama bacaklarımdan ya da çamlardansa canımı en çok yakan midemdeki acı. Ne için yürüdüğümü bilmiyorum fakat yürümezsem tek bir saniye bile yaşayamayacağımı hissettirecek kadar nadir bir acı.
Sadece bu da değil. Yürüdükçe daha da derine, içinden asla çıkamayacağım bulutlu bir dünyaya dalıyor gibiyim. Geriye dönüp baktığımda, üzerinde güneşin parladığı Tokyo’nun çoktan bambaşka bir dünyanın parçası olduğunu görebiliyorum. Bu dünyada olduğum sürece elimi de ayağımı da uzatsam ona ulaşamıyorum. Sanki iki farklı dünya gibiler. Yine de sıcacık ve aydınlık Tokyo eskisi gibi gözümün önüne geliyor, onu görebiliyorum. Öyle berrak ki gölgelerin arasından çıkıp ona seslenmek istiyorum ama ayaklarımın beni götürdüğü yer tam tersi. Bir hiçlik. Geriye kalan ömrümün müsaade ettiği ölçüde önümde uzanan bu hiçliğin içinde kaybolmuş bir şekilde dolaştığım için çaresiz hissediyorum.
Bu bulutlu dünyanın bulutlarla daha da istila edilmesi, bana ayrılan sürenin geri kalanı boyunca önümdeki yolu kapatarak orada olmaları… Bu fikre katlanamıyorum. Çünkü öylece yerimde dururken endişeye kapılıp ileri doğru bir adım atarsam, bu aynı zamanda endişenin içine doğru bir adım attığım anlamına gelir. Endişe tarafından kovalanıp çekiştirilirken ve hareket etmekten başka çarem yokken ne kadar yürürsem yürüyeyim hiçbir şey çözüme kavuşmayacak. Ömür boyu çözülmemiş endişeler içinde yürümeye devam edeceğim.
Keşke bulutlar her adımımda daha da karanlığa gömülse. O zaman zaten karanlık olan bir yerden daha da karanlık olana doğru adım atabilirim. Böylece çok geçmeden dünyam zifiri karanlığa gömülür, kendi gözlerimle kendi bedenimi göremez hâle gelirim herhalde. Öyle olsa ne güzel olurdu.
Gittiğim yol bana yardımcı olmayı reddediyor gibi. Ne aydınlanıyor ne de karanlığa gömülüyor. Hep yarı aydınlık yarı karanlık arasında bir yerde. Hep yarı aydınlık yarı karanlık arasında bir yerde, kaybolmayan bir endişe sisi içinde. Bu şekilde yaşamanın manası yok biliyorum ama yine de ölemem. İnsanların olmadığı bir yere gidip bir başıma yaşamak istiyorum. Bunu da yapamazsam iyisi mi…
Garip gelecek ama bu “iyisi mi…” düşüncesi beni korkutmuyor. Şimdiye kadar, Tokyo’da olduğum süre boyunca, birçok kez “iyisi mi…” dediğim şeylere teşebbüs ettiğim ve düşüncesizce davrandığım durumlar olmuştu. Ancak vücudumun korkudan zonklamadığı tek bir sefer dahi yoktu. Sonrasında neredeyse yapacağım şey yüzünden dehşete kapılıp tir tir titrer, yapmadığıma şükrederdim ama bu sefer başından beri ne bir zonklama ne de bir titreme vardı. O kadar endişeliydim ki zonklamalar ve titremeler beni kendi hâlime bırakmış gibiydi. Muhtemelen kendi içimde bu “iyisi mi” dediğim şeyi hemen o an gerçekleştirmek zorunda olmadığımı bilmenin rahatlığını yaşıyordum. Yarın, ertesi gün ya da duruma göre bir hafta sonra da gerçekleştirebilirdim. İşler istediğim gibi gitmezse bunu süresiz olarak erteleyebilirdim. Belki de, “Ertelesem bile yolumdan dönmem,” diye düşündüğümden hafife almış da olabilirim. Farkına bile varmadan ister Kegon Şelalesi ister Asama Dağı Krateri* olsun, daha gidilecek çok yolum olduğunu da hissetmiş olabilirim. Yolun sonuna gelmeden kimse korkuyu hissetmez. Bu yüzden “iyisi mi…” dediğim şeye teşebbüs etmem gerektiğini düşündüğüm oluyordu. Bir yüzü bulutlarla örtülü bu dünya ıstırap verici ve bu ıstıraptan o zonklamayı hissetmeyecek ölçüde kaçma umudunuz olduğunu düşünüyorsanız ayaklarınız ağırlaşmış olsa da öne doğru bir adım atmaya değer. Anlaşılan kendim için en azından bu kadarına karar vermiştim ama bunu ancak o olaydan sonra psikolojik durumum üzerine yaptığım çözümlemeler sayesinde fark ettim. O sırada tek düşündüğüm karanlığa doğru yürümekti. Karanlık bir yere gitmeliydim. O yeri bulmak için tüm gayretimle yürümeye başlamıştım. Şimdi düşündüğümde gülünç gelse de hayatta bazı anlar vardır ki bize kalan tek tesellinin ölümü amaç edinip yola devam etmek olduğunu kabul etmek zorunda kalırız. Tabii ki bunu hissetmemiz için amaçladığımız ölümün oldukça uzakta olması gerekir. En azından ben öyle olması gerektiğine inanıyorum. Çünkü yakınımızdayken bizim için bir teselli olmaktan çıkacaktır. Bu ölümün doğasında var.
“Tek isteğim karanlığa gitmek, gitmek zorundayım,” diye düşünerek kafamda bulutlarla kaplı bu düşüncelerle yürürken biri arkamdan seslendi. Ruhumun, etrafta ne kadar başı boş dolaşırsa dolaşsın çağrıldığında hâlâ bir yerlere ait olduğunu görmek çok tuhaf. Hiç düşünmeden arkamı döndüm. Bunun ruhumun verdiği bir yanıt olduğununayırdına dahi varamadım. Ancak arkama dönünce bir şeyi fark ettim. Çayevinden daha kırk metre bile uzaklaşamamıştım. Az önce üzerindekinin hanten mi dotera mı olduğunu anlamadığım adam dükkânın önündeki yola çıkmış, tütünden kararmış dişlerini ortaya seren büyük sırıtışıyla bir gayret bana sesleniyordu.
Dün gece Tokyo’dan ayrıldığımdan beri kimseyle iki kelam etmemiştim. Birinin benimle konuşmaya çalışacağı aklımın ucundan bile geçmezdi. Konuşulacak biri olmadığımdan emindim. Bu ani seslenişin hemen ardından çarpık dişlerini göstererek gülümseyen adam durmaksızın bana el sallamaya başladı. Dalgınlıkla arkama döndüğüm zaman hissettiğim o sisli duygu dağıldı ve ben daha ne olduğunu anlamadan bacaklarım adama doğru hareket etmeye başladı.
Doğrusunu söylemem gerekirse, adamın ne yüzü ne kıyafetleri ne de hareketleri hoşuma gitmişti. Özellikle az önce gözlerini üzerime dikmesi, nedense göğsümde bir tiksinti duygusu filizlendirmişti. Daha çayevinden kırk metre bile uzaklaşmamışken bu duygunun neden kaybolup gittiğini, hatta karşımdakine bir sıcaklık besleyerek niye arkamı döndüğümü ben de bilmiyorum. Karanlık bir yere gitmem gerektiğini düşünüyordum fakat çayevine doğru yürümeye başladığımda hedefimin tam tersi istikametinde yol alıyordum. Bu da demek oluyordu ki karanlıktan bir adım daha uzaklaşıyordum. Yine de bu uzaklaşma, sebebini bilmediğim bir şekilde beni mutlu etmişti. O zamandan beri o kadar çok şey deneyimledim ki her seferinde bunun gibi çelişkilerle karşılaştım. Bunlar sadece benim başıma gelmiyor. Bu günlerde karakter diye bir şeyin olmadığını düşünüyorum. Romancılar genellikle, “Şöyle karakter yazdım, böyle karakter yarattım,” diyerek böbürlenir; okuyucular da o karakterler hakkında bilmiş bilmiş konuşur. Sanırım yazarlar yalanlar yazmaktan okuyucular da o yalanları okumaktan zevk alıyor. Aslında gerçek karakter diye bir şey yoktur. Doğrular, bir romancının konu alabileceği şeyler değildir. Yazmayı deneseler dahi bunu bir romana dönüştüremeyeceklerdir. Gerçek insanları çözümlemek garip bir şekilde zordur. Tanrıların bile böyle bir durumda eli kolu bağlı kalıNe yaparsam yapayım bir şeyleri çözümleyip sonuca vardıramadığım için diğer insanların da benim gibi mıymıntı olduğunu varsayarak hemen sonuca varıyorum. Eğer öyleyse onlardan özür dilemeliyim.
Her neyse, arkamı dönüp üzerindekinin pamuklu lacivert iplikten dokunmuş bir dotera olduğunu yeni anladığım adamın yanına gidince sanki yıllardır tanışıyormuşuz gibi dost canlısı bir sesle, “Merhaba delikanlı,” dedi. Geniş çenesini hafifçe yakasının içine doğru çekerek gözlerini alnımın etrafında bir yere dikmişti.
Adamla aramdaki mesafeyi koruyarak esmer iki bacağım üzerinde dikilirken kibarca, “Buyurun, ne istemiştiniz?” diye sordum. Normalde olsa bu adam gibi birine, hele ki bana delikanlı diye seslenmişse, memnuniyetle cevap verecek türden biri değildim. Cevap vermem gerekse bile, en fazla “Evet?” ya da “Ne var?” derdim. Ancak sadece o ana mahsus, dotera giyen bu adamın korkunç fizyonomisi yüzünden ikimiz de aynı seviyede insanlarmışız gibi hissetmiştim. Bunun sebebi bir çıkar elde etme umuduyla alçakgönüllü davranmaya çalışmam da değildi. O da karşılığında kendini benimle eşit gören bir tonda, “Çalışmak ister miydin?” diye sordu. O ana dek, hayatta karanlığa gitmekten başka bir çarem olmadığını tüm benliğimle kabul etmiştim. Dolayısıyla bu ani teklif karşısında ne diyeceğimi bilemedim. Baldırlarım kasılmış, ağzım bir aptal gibi açılmıştı. Boş bakışlarla karşımdaki adama bakıyordum. Adam ikinciye sordu.
“Çalışmak ister miydin? Hem zaten çalışmadan olur mu hiç.”
Sorusunu tekrarladığında cevap verebilecek kadar durumu kavramıştım.
“Fark etmez.”
Cevabım buydu. Kafamın -en azından bu cevap ağzımdan çıkacak kadar- kendini toparlamış olması, geçici bir süreliğini de olsa basit ama kademeli bir süreçten geçtiğini gösteriyordu Nereye gittiğimi ben de bilmiyordum ama kimsenin olmadığı bir yere gitmek istediğimden emindim. Yine de arkama dönüp dotera giyen bu adama doğru yürümeye başlamış, yürürken de kendime karşı belli belirsiz bir suçluluk duygusu hissetmiştim. Ne de olsa bu adam da bir insandı. İnsanların olmadığı bir yere gitmesi gereken ben, insanların olduğu tarafa doğru çekilmiştim. Öyle ki bu, insanların birbirlerine duydukları çekim kuvvetinin ne derece güçlü olduğunu kanıtlamakla birlikte, kendi arzularıma yüz çeviremeyecek kadar iradesiz olduğumu da kanıtlıyor. Lafı uzatmaya gerek yok. Karanlığa doğru gitmek niyetindeydim ama dürüst olmam gerekirse gönülsüzce gidiyordum. Eğer bir şey beni o karanlıktan çekip çıkaracak ve gerçek dünyada kalmamı sağlayacaksa bir an bile tereddüt etme den bu fırsatı değerlendirirdim. Neyse ki dotera adam beni çekip çıkarmıştı ve ayaklarım sakince gerisin geri yürümeye başlamıştı. Başka bir deyişle, nihai hedefime ettiğim alçakça bir ihanetti bu biraz. Dotera adam konuşmaya, “Çalışmak ister miydin?” diye sormak yerine, “Dağlara mı yoksa kırlara mı gidiyorsun delikanlı?” diye başlasaydı bir anlık rehavete kapılıp unutmaya başladığım.
o hedefi hatırlar ve o karanlık ve ıssız yere duyduğum korkuyla dehşete düşerdim. Karanlığa dönmeye çalışsam da içimde çoktan dünyevi arzular filizlenmişti. Dotera giyen adam bana seslendikçe ve ben ona yaklaşabildiğim kadar yaklaştıkça bu dünyevi arzular her adımımda daha da büyüyor gibi görünüyordu. Nihayetinde, adamın tam karşısında iki baldırım üzerinde dimdik durduğum vakit bu dünyevi arzuların doruğa ulaştığı andı. İşte o anda bana çalışmak isteyip istemediğimi sordu. O paspal görünümüne rağmen psikolojik durumumu ustaca istismar ettiği bir davetti onunkisi. Bu beklenmedik soruyla bir süre sersemlemiş olsam da sersemliğimden uyandığım gün ben de bu dünyanın insanı olacağım. Bu dünyanın insanı olduğum sürece yemek yemek zorundayım. Yemek için de çalışmak zorundayım.
“Fark etmez.”
Bu cevap hiç zorlanmadan ağzımdan çıkıverdi. Sonra dotera adam , “Ben de öyle düşünmüştüm zaten,” diyen bir yüz ifadesi takındı. Ne tuhaftır ki kendimi başımı sallayarak bu ifadeyi onaylarken buldum.
“Fark etmez ama tam olarak nasıl bir işten bahsediyorsunuz?” diye ekledim.
“Çok para kazanacaksın, garanti ediyorum. Gerçekten çalışmak istiyor musun peki?” diye sordu keyifle.
Yüzünde neşeli bir gülümsemeyle vereceğim cevabı bekliyordu.
Gülümseme ona ait olduğundan sevimli hiçbir yanı yoktu. Gülmek için yaratılmış bir yüz değildi. Yine de o gülümseme şekli bana garip bir şekilde tanıdık tanıdık geldi.
….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Edebiyat Japon Edebiyatı Roman (Yabancı)
- Kitap AdıMadenci
- Sayfa Sayısı248
- YazarNatsume Soseki
- ÇevirmenGökçenur Güner
- ISBN9786052652374
- Boyutlar, Kapak12,5x19,5 cm, Karton Kapak
- Yayıneviİthaki Yayınları / 2023
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Hırçın Sevgilim ~ Nicola Cornick
Hırçın Sevgilim
Nicola Cornick
SERVET VE İTİBAR EVLİLİĞİ ATEŞLİ BİR AŞKA DÖNÜŞEBİLİR Mİ? “Seni yarın serbest bırakcağıma söz veriyorum Düğün saati geçtikten sonra.” Nat Waterhouse, bir varisle evlenmek...
- Bir Süpermarketin Hikâyesi ~ Dimitris Sotakis
Bir Süpermarketin Hikâyesi
Dimitris Sotakis
“İnsanın alışveriş yaparken neye ihtiyacı var? Lunaparktaki bir çocuk gibidir o, evet budur! İyi tasarlanmış ürünler, güler yüzlü çalışanlar, görkemli bir gün sözü veren...
- Yalnız Gezenin Düşleri ~ Jean Jacques Rousseau
Yalnız Gezenin Düşleri
Jean Jacques Rousseau
Fransız Aydınlanması’nın ‘aykırı’ sesi Rousseau, edebiyatın geleneksel türleri içinde kendisine kolayca bir yer bulamayan bu ‘anı’ ile ‘roman’ arası metinde, hayatı ile bir son...