Târih, bugünü anlamak ve analiz etmek bakımından gereken ipuçlarını bizlere sunar. Târihçi ise, bu ipuçlarını birleştirerek, geçmişin ışığında günümüzü aydınlatır. Geçmişle bugün arasında gider gelir.
Madalyonun Arka Yüzü’ne Birinci Dünya Savaşı ve Çanakkale cephesi hakkındaki yazılarıyla başlayan Cemil Koçak; ardından tek-parti döneminin politik tartışmalarına değiniyor. Kitabın ilerleyen bölümlerinde ise, CHP-devlet bütünleşmesine, tek-partinin otoriterliğine, Serbest Fırka’nın âkıbetine, Halkevleri tartışmasına, hâlâ süren demiryolu mu, karayolu mu tartışmalarına, arada bir yeniden filizlenen uçak sanâyi tartışmalarına ilişkin analizlerini okurlarla buluşturuyor.
Yakın târih alanındaki araştırmalarıyla tanınan Cemil Koçak, Madalyonun Arka Yüzü’nü göstermek üzere bir yol haritası daha sunuyor. Bu kitap, tek taraflı ve âdetâ ezberlenmiş bir öyküyü yeniden kuruyor. Geçmişin yalnızca geçmişte kaldığını; “bizim”le artık bir alâkasının kalmadığını düşünenler varsa eğer; bugünün geçmişin içinde şekillendiğini, yoğrulduğunu ve “biz”i ortaya çıkardığını hatırlamalıyız. Geçmişin gölgesinde veyâ ışığında yaşamaya devâm ediyoruz çünkü…
SUNUŞ
Star gazetesinde yayınlanan haftalık târih yazılarımı, yine belirli bir bütünsellik taşımasına dikkat ederek, kitap hâlinde yayınlamayı sürdürüyorum. Elinizdeki bu derleme, gazete yazılarımın son kitabıdır. Bu kez de yine yakın Türkiye târihinin tartışmalı ve pek bilinmeyen noktalarına dikkat çekmeyi umuyorum. Yakın târihimiz konusundaki tartışmaların, genellikle ezberlenmiş ve klişe hâline gelmiş ve çok kez belirli bir siyâsi pozisyonla özdeşleşmiş temelde gelişmesini izlemek, doğrusunu söylemek gerekirse, çok can sıkıcı olmaya devâm ediyor. Oysa asıl yapılması gereken iş, yakın târihimizin bugünü anlamlandıran bir şekilde yeniden yazılmasından geçiyor. Bâzen, hattâ hayli sık bir şekilde bunun ne işe yarayacağı soruluyor. Doğru ve haklı bir soru… Fakat bu sorunun iknâ edici bir yanıtı verilmeden, daha geniş kesimleri, üstte yazdıklarım konusunda iknâ etmek de mümkün olmayabilir. Bu bakımdan öncelikle bu soruya iknâ edici bir yanıt verilmelidir. Benim yanıtım ise basit: Bugün içinde yaşadığımız toplumu anlamak, analiz etmek ve günün meseleleri hakkında derinlemesine bir fikir sâhibi olabilmek için, muhakkak geçmişin bize intikâl ettirdiği bu târihsel sürecin bütün boyutlarını bilmek zorundayız. Ne bu süreçten ne de sonuçlarından, elbette yaşayan nesiller sorumlu değildir. Fakat bu târihsel plânda meseleyi ortadan kaldırmaz; çünkü sonuçta, bütün nesiller, kendilerine âid olmayan, kendilerinden çok önce başlamış olan süreçlerin sonuçlarına katlanmak zorundadırlar.
Dahası; yeni nesiller, kendilerini içinde buldukları meselelerin, sâdece kendi nesillerinin meselesi olmadığını da ancak bu şekilde kavrayabilirler. Kendilerinden önceki birkaç neslin de aynı meselelerle karşı karşıya kalmış olduklarını ve her neslin kendi ölçüsünde verdiği kararlar neticesinde, bu meselelerle başa çıkmaya çalıştığını da bilmelidirler. İşte, bu karmaşık ve çetrefilli süreç sonucunda bugünü oluşturmuş bulunuyoruz. Ve dahası; yeni nesiller de bu meseleler karşısında geliştirdikleri çözüm formülleriyle, tıpkı kendilerinden öncekilerin yaptığı gibi, aldıkları kararlarla, kendilerinden sonraki nesillerin “eski meseleler”le nasıl karşılaşacaklarını belirlemiş olurlar; bundan da öteye, yeni meseleleri ortaya çıkarırlar. Bir sonraki nesilde ise, “yeni meseleler”, çoktan “eski meseleler” olmuştur bile… Türkiye’nin yaklaşık son yirmi yılda içinden geçtiği ekonomik, sosyal, siyâsal, kültürel süreç de güncel perspektifin dışına çıkılarak bakılabilirse, çok önemli ve târihsel boyutlu bir döneme tekâbül etti. Bu sürece nasıl gelindiğini anlamak bile, tek başına önemliyken; bütün bu sürecin çok boyutlu unsurlarını kavrayabilmek için; işte tam bu noktada, geçmişin bilgisine sâhip olmak, çok önemli bir husustur. Evet, özetlemek gerekirse; târih, bize bugünü anlamak ve analiz etmek bakımından gereken ipuçlarını sunması açısından önemlidir ve târihçinin bir görevi de; bize bu ipuçlarını sunmaktır. Bu kitaba; 2015 yılında 100. yıldönümünü andığımız Birinci Dünyâ Savaşı ile ilgili yazılarımla başlıyorum. Ardından, her zamanki gibi, tek-parti döneminin politik tartışmalarına değiniyorum. Bu yazılarımı okuyanlar; Atatürk döneminde de elitler arasındaki politik ve kişisel anlaşmazlıkların boyutlarını daha yakından tanıma fırsatını bulacaklardır diye ümit ediyorum. Güncel politik tartışmaların iki ana eksenini gözden kaçırmamalıyız: Bizde karayolu politikasına karşı uzun yıllar süren demiryolu tartışmasının nasıl klişe argümanlarla sürdürüldüğüne iyi bir örnek de karayolu politikasının başlangıç noktasını saptamak olmalıdır. Ardından da arada bir yeniden filizlenen, uçak sanâyi tartışmalarını gündeme getiriyorum. Kayseri’de gerçekten de bir uçak sanâyi kurulmuş muydu sorusuna yanıt verilmeden önce bu yazımın okunmasını tercih ederdim doğrusu… Çünkü bir ara günlük tartışmalarda epey yer almıştı da ondan… Yoksa hâlâ alıyor mu? Bu kitabımda -bir kez daha- Madalyonun Arka Yüzü’nü göstermeye çalışıyorum. Tek yanlı anlatılmış ve âdetâ ezberlenmiş bir öyküyü yeniden kurmaya gayret ediyorum. Geçmişin yalnızca geçmişte kaldığını ve “bizim”le artık bir alâkasının kalmadığını düşünenler varsa eğer; bugünün geçmişin içinde şekillendiğini, yoğrulduğunu ve “bizim” öyle değil de böyle olmamıza neden olduğunu anlatmaya çalışıyorum. Geçmişin gölgesinde yaşamaya devâm ediyoruz çünkü…
CEHENNEME YOLCULUK:
HARBİ UMÛMÎNİN 100. YILDÖNÜMÜ
SAVAŞI HAZIRLAYAN DİP AKINTILARI…
ALMANYA’YA SÖMÜRGE LÂZIM
OLUNCA…
Târihçiler açısından yıldönümleri kaçınılmaz gündem
konusudur.
Nitekim bu yıl 100. yıldönümü vesilesiyle Birinci Dünyâ
Savaşı dünyânın pek çok yerinde târihçilerin bütün
yönleriyle yeniden masayla yatırdıkları bir konu oldu.
Maalesef bizde ise bir literatür patlaması henüz yaşanmadı.
Zamânında Harbi Umûmî olarak adlandırılan büyük dünyâ savaşının ilk olduğu, daha o sırada tabiî ki bilinemezdi. İkinciyle karşılaşıldığında bunun ilk olduğu belli olmuş oldu. Savaş, âdetâ “geliyorum” demişti. Son on yılları yakından izleyenler, âdetâ yanardağın içten içe kaynamakta olduğunu herhâlde fark etmişlerdi. Yine de gönüllerinden geçen herhâlde bu değildi. Savaşın nedenleri nelerdi acaba? Bu soruyu sınav sorusu olarak sorarsak, sınav süresini birkaç güne kadar çıkarmak gerekir. Çünkü nedenleri uzun bir liste tutacaktır. Yine de en temel meseleleri hatırlayabiliriz.
Sömürgecilik yarışı
19. yüzyılın ikinci yarısından itibâren on yıllar boyunca sürecek sömürgecilik yarışı çoktan başlamıştı bile. Avrupa’da sanâyi devrimini gerçekleştirmiş olan ülkeler, başta İngiltere ve Fransa, dünyânın geri kalanında, Asya’da, Afrika’da, tarımsal toplumları kendi topraklarına katmışlardı bile… Sanâyi devrimi, bunu gerçekleştirenlerle gerçekleştiremeyenler arasındaki güç dengesini bir daha geri dönüşü olmayacak şekilde temelinden bozmuştu. Sanâyi devriminin yarattığı sonuçlar, sanâyi ülkelerinin diğerleri üzerinde askerî hegemonyasını mutlaklaştırmıştı. Hiçbir şey onlarla rekâbet edebilecek durumda değildi artık… Bu bakımdan çok kısa süre içinde dünyânın çok büyük bir kısmı, çok küçük bir bölümünün eline geçti. Onun egemenliğinde ona tâbi oldu. İngiltere ile Fransa ise milyonlarca kilometre kare toprağı sömürge olarak ele geçirmişti. İki ülke arasındaki rekâbet uzun yıllar sürdü; sonunda kurulan statükonun devâmında anlaştılar. İngilizFransız anlaşması bu düzenin sonsuza kadar süreceğini düşündürtebilirdi; ama öyle olmadı. Almanya, ulusal devletini çok geç kurabildi. Avrupa’da bunu en geç başarabilen ülkeydi. İtalya’dan hemen sonra. Almanya, 1871 yılında Avrupa’nın en güçlü kara ordusu olarak bilinen Fransa’yı dize getirerek bunu başarabilmişti. Zâten sanâyi devrimini daha önceden büyük ölçüde tamamlamış bir ülke olarak, hızla sömürge yarışına katılma gereğini hissetti.
Sanâyi ülkelerine sömürge lâzım
Almanya’nın da İngiltere ve Fransa kadar sömürgeye ihtiyacı vardı. Nihâyetinde sanâyi ülkelerinin büyük miktarda hammaddeye ihtiyâcı vardı. Onu besleyecek sürekli ve düzenli bir hammadde akışı olmadan sanâyi çalışamazdı. Üstelik bunun sömürgelerden sağlanması, hammaddenin ucuza gelmesine ne neden oluyordu. Mısır’ın pamuğu meselâ, İngiltere’nin tekstil sanâyiini besliyordu. Sömürgelerin faydası bununla da sınırlı değildi. Sanâyi ürünlerinin sâdece sanâyileşmiş ülkelerde pazara çıkması yeterli değildi. Bol ve ucuz sanâyi üretiminin aynı zamanda ve daha geniş oranda bu sömürge topraklarındaki pazarlarda da satılması gerekiyordu. Böylece sistem tamamlanmış oluyordu. Ama Almanya da sanâyi ülkesi olarak aynı rekâbet içindeydi; ama dezavantajı çoktu. Ata sözünün dediği gibi, sömürgecilik yarışında erken kalkan yol almış; İngiltere ile Fransa çoktan dünyâyı paylaşmıştı. Geriye kalan kırık dökük yerler ise, Almanya’yı tatmin etmekten çok uzaktı. Almanya, sona kalmış ve dona da kalmıştı. Bu bakımdan Almanya, bir süre sonra bu dünyâ düzenini kendisine karşı bir haksızlık olarak görmeye başladı. İki büyük devâsa devlete, İngiltere ile Fransa’ya dönerek, dünyânın “daha âdil” paylaşılmasını istedi. Kendisine de hakkı olanın verilmesi gerekiyordu. Aksi hâlde, bu düzenin değiştirilmesi için mücâdele etmeye kararlıydı.
Almanya’nın atakları
Almanya, Avrupa’nın tam ortasında büyük bir kara devleti olarak doğmuştu. Eğer dünyâ çapında bir sömürge imparatorluğu kurmak istiyorsa, kısa sürede güçlü bir donanmaya sâhip olması gerektiğini anladı. Tıpkı İngiltere ve Fransa’nın sâhip olduğuna benzer modern bir donanma kurmak üzere hızla harekete geçti. Dünyâ denizlerine hâkim olmadan bu rekâbette yer alamayacağını anlamıştı.
Almanya, yalnız da kalmamalıydı. İki devâsa güçle yanında müttefik olmadan tek başına kalmanın bu rekâbette dezavantaj oluşturacağını biliyordu. Bunun için önce Avusturya-Macaristan’ı yanına aldı. Böylece Avrupa’nın ortasında Kuzey Buz denizinden İtalya’ya kadar olan devâsa topraklarda iki büyük kara ordusunu birleştirmiş oldu. Aslında aklında Rusya’yı da yanına almak vardı. Denedi de… Ama olmadı. Çünkü Rusya da, Avrupa’nın sanâyileşmekte geri kalmış ülkesi olarak, kendi gücü oranında ve belki de o oranı da aşan şekilde bu sömürge avında iddiâlıydı. Uzak doğuda, Çin’de, Mançurya’da, Osmanlı’nın doğu Anadolu toprakları üzerinde, boğazlarda; daha da ötesi Balkanlar’da ısrarlı talepleri vardı. Almanya, Balkanlar konusunda Moskova ile Viyana’yı elinden geldiğince uzlaştırmaya çalıştıysa da, bunu başaramadı. Balkanlar, bu iki büyük ülkenin bir araya gelmesini engelleyen başlıca paylaşılamayan topraklardı. Almanya’nın nihâyet bir tercihte bulunması gerekiyordu ve o da Rusya’yı dışarıda bırakmaya karar verdi. Rusya da, kendisine daha geriş ikramlarda bulunan ve bunu vadeden diğer rakip gruba katılmaya karar verdi. Böylece İngiltere ile Fransa, Rusya ile ittifak kurdu. Avrupa’da önemli bir üçgen kapanmıştı. Bu üçgeni bir kapana da benzetebiliriz; şöyle ki: Şimdi üç büyük kara ve donanma gücü, Avrupa’nın ortasında kendilerine meydan okuyan iki büyük devleti batısından ve doğusundan çevrelemişti. Sınırlanmış ve âdetâ hapsedilmişti. Meydan okumaya devâm ederse, bu üç büyük güç tarafından boğulabilirdi.
Askerî kamplaşmalar
İşte böyle, Avrupa’daki kutuplaşma, kamplaşma ve siyasî rekâbetten askerî rekâbete dönüş, 20. yüzyıla damgasını vuracak şekilde hazırlanmıştı. Artık Avrupa, bir boks ringini andıracak şekilde, kırmızı köşe ile mavi köşenin kavgasına hazırdı. Bundan böyle her anlaşmazlık, ayrı bir kriz, her kriz, ayrı bir rekâbetin parçası olarak kendisini gösterecektir. Endüstri toplumlarının askerî gücü de o zamana kadar görülmemiş ölçüde genişlemiş ve artmıştı. O kadar güç yoğunlaşması olmuştu ki savaş başlamadan önce bunu ölçmek ve tahmin etmek imkânı bile yoktu. Diğer ülkelere gelince; İtalya, bu iki kamp arasında epey tereddüt etti. Onun da kendine göre talepleri vardı. Önce bu taleplerini her iki kampın kendisine ne ölçüde sunacağını test etmek istedi. İtalya, özellikle Kuzey Afrika’da ve küçük Asya’da toprak talebinde bulunuyordu. Ama Viyana ile anlaşmazlık içindeydi. Onun bu talebini karşılayacak gruba katılmaya karar verdi. Önceleri epey süre Almanya ile flört ettiyse de, savaş başlayıncaya kadar ağırdan aldı; savaş başlayınca da hangi tarafın kazanacağından emin olmadan adım atmaktan çekindi. Nihâyet en sonunda doğru tercihte bulunacak ve Almanya karşıtı cepheye katılacaktır.
Milliyetçilikler volkan gibi patlarken…
Ulusal onur, ulusal gurur ve onun yarattığı patlamalar, genellikle ilk silâh sesinden hemen önce duyulan son sözlerdir. Avrupa askerî kamplaşmanın ikiz kardeşi milliyetçi öfke patlamalarına da sahne oluyordu. Alman milliyetçiliği, yanardağı şeklinde patlamış ve her yöne kül ve duman püskürtüyordu. Asıl büyük patlamanın çok yakında olduğunu âdetâ haber vererek… Yeni doğmuş pek çok Balkan ülkesi, çok uzun yıllardan beri milliyetçilik kıskacı altında kalmıştı. Osmanlı’dan daha dün denecebilecek kadar yakın bir târihte ayrılmayı başaran Balkan devletleri, çok kısa bir süre önce Balkan savaşlarında birbirleriyle de kıyasıya, âdetâ ölümcül bir rekâbet içinde olduklarını zâten belli etmişlerdi. Nasıl olmasınlar ki her birinin kendine göre bir millî dâvâsı vardı. Yunanistan, karşı kıyılarla birlikte Büyük Yunanistan; Bulgaristan Yunanistan üzerinden yeniden Ege’ye çıkan bir Büyük Bulgaristan; Sırbistan ise, Viyana’nın el koyduğu toprakların dışında büyük Sırbistan idealini millî hedef olarak ortaya koymuştu. Elbette; bu küçük devletler “ateş olsa cürmü kadar yer yakar”dı diyecek olanlar çıkabilir. Belki… Fakat işin bir başka yönü daha vardı; bu patlamaya hazır volkanların son itici gücünü de yine büyük devletler oluşturuyordu. Rusya, Sırbistan’ın arkasında, onu Avusturya-Macaristan’a karşı koruma sözüyle duruyordu; Viyana ise Berlin’le ittifakı içinde güven içindeydi. Sırp milliyetçiliği Avusturya-Macaristan veliahtını suikâstle öldürürken, herhâlde bir dünyâ savaşına yol açmak amacında değildi; yanardağların topluca püskürmesine yalnızca küçük bir vesile kaldığını da bilmiyordu. Cehenneme açılan kapının kilidi kırılmıştı. Ama hiç kimse bunun cehenneme açılan kapı olduğunun farkında değildi yalnızca…
SAVAŞ ALANLARINDA
KÜÇÜK VE KANLI BİR GEZİNTİ…
MUHTEŞEM VE HIZLI ZAFER FİKRİ
SİPERLERDE ERİYORDU
Savaş, ona katılanlar açısından âdetâ kutsaldı. Kutsandı da…
Militarizmin, şovenizmin kaynayan bir kazan içinde eridiğine
tanık olundu. Kısa zamanda büyük zaferler kazanılacağına
ilişkin beklentiler, bütün başkentlerde geniş yığınlara
vadedilen en önemli şeydi.
Savaşa güle oynaya katılanlar, eğer sağ kalabildilerse,
ruhlarını kaybederek geri döndüler.
Daha savaştan yıllar önce Alman genelkurmayı bir savaş plânı hazırlamıştı bile… Bu plânın birkaç temel ilkesi vardı. İlk ilke, Alman ordusunun aslâ iki cephede birden aynı anda savaşmaması gereğiydi. Somut olarak yazarsam; Almanya, hem Fransa sınırında batıda; hem de aynı zamanda doğuda, Rus sınırında savaşmayacaktı. Bunu tek tek ve sırasıyla yapacaktı; önce Fransa’ya saldıracak, onu altı hafta içinde yenecek, Pâris’i alacaktı. Neden altı hafta diye soracak olursanız; çünkü Berlin, Rusya’nın ordusunu en erken altı hafta içinde seferber hâle sokup, onu Alman ve Avusturya-Macaristan sınırına kadar getirebileceğini hesaplamıştı. Almanya’nın aksine Rusya’nın ulaşım alt yapısı gelişmemişti çünkü… Rus ordusu sınıra varıncaya kadar Batı Cephesi’nde işini bitiren Alman ordusunun, gelişmiş Alman demiryolu sistemiyle doğuya kaydırılması gerekiyordu. İkinci altı haftada da Rusya dize getirilecekti. Almanya’nın savaşı kazanması, yıldırım hızına bağlıydı.
Almanya için kötü senaryo
Eğer bu plân tutmazsa, Alman kurmaylarına göre, Almanya’nın savaşı kaybetmesi sâdece zamâna kalırdı. Çünkü, İngiltere ile Fransa, geniş sömürgelerinden bitmez tükenmez kaynak bulabilirdi. Hammadde ve gıdâ kaynaklarına erişimi çok yüksekti. Oralardan asker de devşirebilirdi. Oysa, Almanya’nın böylesine bir imkânı bulunmuyordu. Berlin, elindeki stoklarla idâre etmek zorundaydı. Dışarıdan lojistik destek sağlaması âdetâ imkânsızdı. İngiliz ve Fransız donanmaları, gerek Kuzey Buz denizinde, gerekse Akdeniz’de Alman lojistik ulaşımını rahatça engelleyebilirdi. Dahası, Almanya ile AvusturyaMacaristan’ı aç bırakabilirdi. Onların donanma gücü, hattâ denizaltıları bile, bu ambargoyu delmeye yetmezdi. Bu bakımdan savaşın uzaması Almanya açısından ölümcüldü.
Almanya zarını atıyor
Suikâsttan hemen sonra kendisine uzatılan ültimatomun bir maddesini reddettiği için Avusturya-Macaristan, derhâl Sırbistan’a saldırdı; Rusya, söz verdiği küçük Sırbistan’ın yardımına koşmak için seferberlik ilân etti. Berlin açısından kum saati akmaya başlamıştı; işte tam o anda… Rusya’nın bu karârını geri alması için epey çaba harcandı, fakat Moskova kararlıydı. Berlin, seferberlikle birlikte Rusya’ya savaş ilân etti. Elini çabuk tutmalıydı çünkü… Sonra birer gün arayla da İngiltere ile Fransa’ya… Alman ordusu, bütün gücüyle Fransa’ya yüklendi. Belçika ve Lüksemburg üzerinden de Fransa’ya girdi. Pâris’e bayağı da yaklaştı; fakat Marne’da durduruldu. Sonra burayı da geçmek için çok gayret etti, ama başaramadı. Verdün ve Somme önlerinde de aynı şey başına gelecektir.
“Batı Cephesi’nde yeni bir şey yok”
Birçoğumuz Erick Maria Remarque’ın ünlü Batı Cephesi’nde Yeni Bir Şey Yok romanını herhâlde hatırlayacaktır. Filmi de çekildi. Alman gençlerinin, okullarından ayrılarak, nasıl büyük bir heves, kahramanlık, onur ve erkeklik duygusuyla, kendilerine yönelik savaş propagandasından etkilenerek, kolay bir zafer için ülkeleri, vatanları uğruna cepheye gönüllü olarak gittiklerini ve cephede yaşadıklarını, tek tek nasıl öldüklerini anlatan bu romanın son satırlarında kahramanımız, “sükûnet” içindeki cephede vurularak öldüğünde, resmî tebliğin bu soğuk satırlarını, romanına isim olarak almıştı.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Siyasal Tarih Tarih Türkiye
- Kitap AdıMadalyonun Arka Yüzü
- Sayfa Sayısı408
- YazarCemil Koçak
- ISBN9786050838114
- Boyutlar, Kapak13,5x21, Karton Kapak
- YayıneviTimaş Tarih / 2021