Raymond Carver, çağdaş Amerikan edebiyatının niteliğini yükselten Kirli Gerçekçilik akımının öncüsü. Öykünün bugün de anayurdu olan Amerikan edebiyatında akla ilk gelen birkaç öykücüden biri. Sıkıntılı bir hayatın sonunda, 1988’de genç yaşta öldü. Ama günümüz öykücüleri onu bugün, geçmişte olduğundan çok daha iyi okuyor. Raymond Carver bizde de okurların ve edebiyat dünyasının çok sevdiği ve nitelikli edebiyat dendiğinde el üstünde tuttuğu yazarlardan. Amerikan taşrasını, sıradan insanın yalnızlığını, insanların bazen içlerinde büyüyen kötücül duyguları, kadın ve erkek arasındaki çatışmayı, beyazların siyahlara ettiklerini, acı ve buruk anları hayatın sıradan parçalarıymışçasına anlatır Carver. Can yakıcı durumları önemsizmiş gibi dile getirirken öylesine içe işler ki, bir daha unutulmaları olanaksızlaşır. Son kertede yalınlaştırdığı dili, önce ayrıntılardan alır gücünü, sonra da yeni okumalarla zenginleşen gizli anlamlarını açığa çıkarabilme gizil gücünden. Raymond Carver okumadan geçen bir ömür yalandır… SEMİH GÜMÜŞ
İçindekiler
Şişko ……………………………………………………………………… 13
Komşular ………………………………………………………………… 19
Olacak İş Değil ………………………………………………………… 27
Onlar Senin Kocan Değil …………………………………………… 33
Sen Doktor musun? …………………………………………………. 41
Baba ………………………………………………………………………. 51
Kimse Bir Şey Söylemezdi …………………………………………. 53
Yirmi Dört Hektar …………………………………………………… 71
Alaska’da Ne Var? ……………………………………………………. 85
Akşam Okulu ………………………………………………………… 101
Koleksiyoncular ……………………………………………………… 109
Ne Yapıyorsunuz San Francisco’da? …………………………… 117
Öğrencinin Karısı …………………………………………………… 127
Kendini Benim Yerime Koy ……………………………………… 137
Jerry, Molly ve Sam ………………………………………………… 157
Neden, Tatlım? ………………………………………………………. 173
Ördekler ………………………………………………………………. 181
Buna Ne Dersin? ……………………………………………………. 189
Bisikletler, Kaslar, Sigaralar ………………………………………. 199
Arabanın Gerçek Kilometresi Bu mu? ……………………….. 211
İçindekiler
12
İşaretler ………………………………………………………………… 223
Lütfen Sessiz Olur musun, Lütfen? …………………………… 231
ŞIŞKO
Arkadaşım Rita’nın evinde oturmuş, kahve ve sigara içiyor ve ona olayı anlatıyorum. İşte ona anlattıklarım: Sakin bir çarşamba günü akşam saatlerinde Herb, şişman adamı benim servis bölgeme oturtuyor. Bu şişman adam şimdiye dek gördüğüm en şişman insan, yine de düzgün görünümlü ve yeterince iyi giyimli. Onunla ilgili her şey iri. Ama en net hatırladığım, parmakları. Yaşlı çiftle ilgilenmek için onunkine yakın masada durduğumda, önce parmakları dikkatimi çekiyor. Normal bir insanın parmaklarının üç katı büyüklüğünde görünüyorlar… uzun, kalın, pürüzsüz parmaklar. Diğer masalarımla ilgileniyorum, dört işadamından oluşan bir grup, çok talepkâr; dört kişilik bir grup daha, üç erkek ve bir kadın; bir de bu yaşlı çift. Leander şişman adamın suyunu doldurdu, ben de seçimini yapmadan önce karar vermesi için şişman adama bol zaman tanıyorum. İyi akşamlar, diyorum. Ne alırdınız? diyorum. Rita, adam iriydi, hem de nasıl. İyi akşamlar, diyor. Merhaba. Evet, diyor. Sanırım sipariş vermeye hazırız, diyor. Konuşma tarzı… nasıl derler, tuhaf. Ve arada sırada hafif bir puflama sesi çıkarıyor.
Sanırım sezar salatasıyla başlayacağız, diyor. Sonra bir kâse çorba, yanında da ekmek ve tereyağı, mümkünse. Kuzu pirzola alacağım galiba, diyor. Ve çiğ kremalı fırın patates. Tatlıyı sonra düşünürüz. Çok teşekkürler, diyor ve mönüyü bana uzatıyor. Tanrım, Rita, ne parmaklardı ama. Hızlı adımlarla mutfağa gidip siparişi Rudy’ye iletiyorum, asık yüzle alıyor. Rudy’yi bilirsin. Rudy çalışırken böyledir. Ben mutfaktan çıkarken, Margo… Sana Margo’dan söz etmiş miydim? Rudy’nin peşinde koşan? Margo bana, Şişman arkadaşın kim? Tam bir tombalak, diyor. Bu, olayın bir parçası. Bence gerçekten bir parçası.
Sezar salatayı masasına götürüyorum, her hareketimi izliyor, bir yandan da ekmek parçalarına tereyağı sürüp bir kenara koyuyor, sürekli o puflama sesini çıkararak. Her neyse, o kadar tedirgin oluyorum ki su bardağını çarpıp deviriyorum. Çok üzgünüm, diyorum. Acele işe şeytan karışır. Çok üzgünüm, diyorum. İyi misiniz? Hemen komiye temizletirim, diyorum. Önemli değil, diyor. Bir şey yok, diyor ve pufluyor. Endişelenmeyin, bizce sakıncası yok, diyor. O gülümseyip elini sallarken ben Leander’i getirmek için uzaklaşıyorum, salatayı servis etmek için geri döndüğümdeyse, şişman adamın ekmek ve tereyağının hepsini yediğini görüyorum. Biraz sonra, ona biraz daha ekmek getirdiğimde, salatasını bitirmiş. O sezar salataların büyüklüğünü biliyor musun sen? Çok naziksiniz, diyor. Bu ekmek fevkalade, diyor. Teşekkürler, diyorum. Gerçekten çok iyi, diyor, bunda ciddiyiz. Böyle ekmeği pek sık bulamıyoruz, diyor. Nerelisiniz? diye soruyorum. Daha önce sizi buralarda gördüğümü sanmıyorum, diyorum.
Unutulacak biri değilmiş, diye araya giriyor Rita, bıyık altından gülerek. Denver, diyor. Merak etsem de, konu hakkında daha fazla bir şey söylemiyorum. Çorbanız birkaç dakika içinde gelir efendim, diyor ve çok talepkâr dört işadamından oluşan grubumun son dokunuşlarını yapmak üzere uzaklaşıyorum. Çorbasını servis ederken, ekmeğin yine ortadan kaybolduğunu görüyorum. Tam o sırada son ekmek parçasını ağzına götürüyor. İnanın bana, diyor, her zaman böyle yemeyiz, diyor. Ve pufluyor. Bizi bağışlayın, diyor. Aklınıza böyle şeyler getirmeyin lütfen, diyorum. Bir insanın yemek yiyip keyif aldığını görmek hoşuma gider, diyorum. Bilmiyorum, diyor. Sanırım böyle de diyebilirsiniz. Ve pufluyor.
Peçeteyi düzeltiyor. Sonra kaşığını alıyor. Tanrım, amma şişman! diyor Leander. Elinde değil, diyorum, o yüzden kapa çeneni. Masaya bir sepet daha ekmek ve biraz daha tereyağı koyuyorum. Çorba nasıldı? diyorum. Teşekkürler. İyiydi, diyor. Çok iyiydi, diyor. Peçeteyle dudaklarını silip çenesine hafifçe dokunuyor. Sizce de içerisi sıcak mı, yoksa bana mı öyle geliyor? diyor. Hayır, içerisi sıcak, diyorum. Belki de paltomuzu çıkarırız, diyor. Buyurun, diyorum. İnsan rahat etmeli, diyorum. Doğru, diyor, çok, çok doğru, diyor. Ama biraz sonra hâlâ sırtında paltosu olduğunu görüyorum.
Kalabalık gruplarım gitti, yaşlı çift de öyle. Mekân boşalıyor. Şişman adama pirzolasını ve fırın patatesini, yanında da biraz daha ekmek ve tereyağı servis ettiğim sırada, kalan son kişi o. Patatesine bol miktarda çiğ krema döküyorum. Çiğ kremasının üzerine domuz jambonu ve frenksoğanı serpiyorum. Biraz daha ekmek ve tereyağı getiriyorum. Her şey yolunda mı? diyorum. Güzel, diyor ve pufluyor. Mükemmel, teşekkürler, diyor ve yine pufluyor. Afiyet olsun, diyorum. Şeker kâsesinin kapağını kaldırıp içine bakıyorum. Başını sallıyor ve ben uzaklaşana dek bana bakmayı sürdürüyor. Şimdi biliyorum, bir şeyin peşindeydim. Ama neyin, bilmiyorum. İhtiyar yağ tulumundan ne haber? Dizlerinin bağını çözecek, diyor Harriet. Harriet’ı bilirsin. Tatlı olarak, diyorum şişman adama, Green Lantern Special var, soslu bir puding keki; cheesecake, vanilyalı dondurma ve ananaslı sorbe de var. Sizi geç bırakmıyoruz, değil mi? diyor, puflayarak ve endişeli görünerek. Bırakmıyorsunuz, diyorum.
Tabii ki bırakmıyorsunuz, diyorum. Acele etmeyin, diyorum. Siz kararınızı verirken ben de size biraz daha kahve getireyim. Size karşı dürüst olacağız, diyor. Ve koltuğunda kıpırdıyor. Special’ı isteriz, ama bir porsiyon vanilyalı dondurma da alalım. Bir damlacık çikolata şurubuyla, mümkünse. Aç olduğumuzu size söylemiştik, diyor. Tatlısıyla bizzat ilgilenmek için mutfağa gidiyorum ve Rudy, Harriet senin sirkten şişman bir adam bulduğunu söylüyor, diyor. Doğru mu? Rudy önlüğünü ve başlığını çıkarmış, ne demek istediğimi anlıyorsan eğer.
Rudy, adam şişman, diyorum, ama bütün hikâye bu değil. Rudy gülmekle yetiniyor. Şişkoya abayı yakmış gibi geldi bana, diyor. Tam o anda mutfağa giren Joanne, sözlerine dikkat etsen iyi olur Rudy, diyor. Kıskanıyorum, diyor Rudy, Joanne’e. Special’ı ve koca bir kâse vanilyalı dondurmayla yanında çikolata şurubunu şişman adamın önüne koyuyorum. Teşekkürler, diyor. Bir şey değil, diyorum… ve duygulanıyorum. İster inanın ister inanmayın, diyor, her zaman böyle yememişizdir. Bana gelince; yerim, yerim ve kilo alamam, diyorum. Kilo almak isterdim, diyorum.
Hayır, diyor. Seçme şansımız olsaydı, hayır. Ama seçme şansımız yok. Sonra kaşığını alıp yiyor. Başka? diyor Rita, sigaralarımdan birini yakıp sandalyesini masaya yaklaştırarak. Bu hikâye giderek ilginçleşiyor, diyor Rita. Hepsi bu. Başka bir şey yok. Tatlılarını yiyor, sonra da oradan ayrılıyor, sonra da biz eve gidiyoruz, Rudy ile ben. Ne şişkoymuş ama, diyor Rudy, yorgun olduğunda hep yaptığı gibi gerinerek. Sonra gülmekle yetiniyor ve televizyon izlemeye geri dönüyor. Çay suyu koyuyor ve duş alıyorum. Elimi karnıma koyuyor, çocuklarım olsaydı ve içlerinden biri böyle şişman görünseydi ne olurdu diye merak ediyorum. Suyu çaydanlığa boşaltıyorum; fincanları, şeker kâsesini, yarı yarıya dolu kutuyu hazırlayıp tepsiyi Rudy’ye götürüyorum. Sanki konuyu düşünüyormuş gibi, küçükken şişman bir çocuk tanırdım, diyor Rudy, iki tane şişman çocuk, gerçekten şişman çocuklar. Duba gibiydiler,Tanrım. Adlarını hatırlamıyorum. Şişko; o çocuğun tek adı buydu. Ona Şişko derdik, bitişiğimde oturan çocuğa. Komşuydu.
Öbür çocuk sonradan ortaya çıktı. Adı Titrek’ti. Öğretmenler dışında herkes ona Titrek derdi. Titrek ile Şişko. Keşke resimleri olsaydı, diyor Rudy. Söyleyecek bir şey bulamıyorum, böylece çayımızı içiyoruz ve çok geçmeden kalkıp yatağa gidiyorum. Ruddy de kalkıyor, televizyonu kapatıyor, sokak kapısını kilitliyor ve düğmelerini çözmeye başlıyor. Yatağa girip kenara kadar kayıyor ve orada karınüstü yatıyorum. Ama hemen, ışığı söndürüp yatağa girer girmez, Rudy başlıyor.
Benim isteğim dışında olsa da, sırtüstü dönüp biraz rahatlıyorum. Ama şöyle bir şey oluyor: Üzerime çıktığında, birden kendimi şişman hissediyorum. Müthiş derecede şişman hissediyorum, öyle şişman ki Rudy minicik kalıyor, varla yok arası. Tuhaf bir hikâye bu, diyor Rita, ama ne anlam çıkaracağını bilmediğini görebiliyorum. Moralim bozuk. Ama bunu ona açmayacağım. Zaten çok şey anlattım. Bekleyerek oturuyor, narin parmakları saçlarını karıştırıyor. Neyi bekliyor? Bilmek isterdim. Aylardan ağustos. Hayatım değişecek. Hissediyorum.
KOMŞULAR
Bill ve Arlene Miller mutlu bir çiftti. Ama ara sıra, bulundukları çevrede bir tek kendilerinin yerinde saydığını hissediyorlardı; Bill’e kala kala muhasebecilik görevleriyle ilgilenmek kalmıştı, Arlene ise ufak tefek sekreterlik işleriyle uğraşıyordu. Bazen bu konuyu konuşurlardı, çoğunlukla komşuları Harriet ve Jim Stone’un hayatıyla kıyaslama yaparak. Miller’lara göre, Stone’lar daha dolu ve daha parlak bir hayat yaşıyorlardı. Stone’lar her zaman yemeğe çıkar, evde eğlenir ya da ülkede Jim’ in işiyle bağlantılı bir yerlere seyahat ederlerdi. Stone’lar, Miller’ların karşısında, koridorun öbür tarafında oturuyorlardı. Jim makine parçaları satan bir şirkette pazarlamacıydı ve sık sık iş gezilerini keyif gezileriyle birleştirmeyi başarırdı; bu sayede Stone’lar on günlüğüne evden ayrılıp akrabaları ziyaret etmek için önce Cheyenne’e, sonra St. Louis’e giderlerdi. Onların yokluğunda, Miller’lar Stone’ların dairesine göz kulak olur, Kitty’yi besler ve çiçekleri sularlardı. Bill ile Jim arabanın yanında el sıkıştılar. Harriet ile Arlene birbirlerinin dirseklerini tutup dudaklarına küçük bir öpücük kondurdular. “İyi eğlenceler,” dedi Bill, Harriet’a. “Eğleneceğiz,” dedi Harriet. “Size de iyi eğlenceler çocuklar.”
Arlene başını salladı. Jim ona göz kırptı. “Hoşça kal Arlene. Kocana iyi bak.” “Bakarım,” dedi Arlene. “İyi eğlenceler,” dedi Bill. “Emin ol eğleneceğiz,” dedi Jim, Bill’in kolunu hafifçe kavrayarak. “Tekrar teşekkürler çocuklar.” Stone’lar arabayla uzaklaşırken el salladılar, Miller’ lar da el salladılar. “Keşke yerlerinde olsaydık,” dedi Bill. “Tanrı biliyor ya, bir tatil ikimize de iyi gelirdi,” dedi Arlene. Dairelerine çıkan merdiveni tırmanırlarken Bill’ in kolunu tutup kendi beline doladı. Akşam yemeğinden sonra Arlene, “Unutma, Kitty’ ye ilk akşam ciğer ezmesi verilecek,” dedi. Mutfak kapısının eşiğinde durup Harriet’ın ona geçen yıl Santa Fe’ den getirdiği elişi masa örtüsünü katladı. Bill, Stone’ların dairesine girerken derin bir nefes aldı. İçerinin havası şimdiden ağırlaşmıştı ve belli belirsiz tatlıydı. Televizyonun üzerindeki güneş biçimli saat sekiz buçuğu gösteriyordu. Harriet’ın saatle birlikte eve gelişini, Arlene’e göstermek için holü geçişini hatırladı; pirinç gövdeyi kollarının arasına almış, sanki bir bebekmiş gibi pelür kâğıdın arasından onunla konuşuyordu.
Kitty yüzünü onun terliklerine sürdü ve sonra yan tarafına döndü, ama Bill mutfağa gidip pırıl pırıl kurutmalığa istiflenmiş konserve kutulardan birini seçince, hemen ayağa fırladı. Kediyi mamasını didiklerken bırakan Bill banyoya yöneldi. Aynada kendine baktı, sonra gözlerini kapadı, sonra yeniden baktı. İlaç dolabını açtı. Bir hap kutusu bulup üstündeki etiketi okudu –Harriet Stone. Doktorun önerdiği gibi günde bir tablet– ve cebine attı.
Tekrar mutfağa gitti, bir sürahi su alıp oturma odasına döndü. Sulamayı bitirdi, sürahiyi kilimin üstüne koydu ve içki dolabını açtı. Arkadaki Chivas Regal şişesine uzandı. Şişeden iki yudum aldı, dudaklarını gömleğinin koluna sildi ve şişeyi yerine koydu. Kitty kanapede uyuyordu. Bill ışıkları söndürdü, kapıyı yavaşça kapatıp kontrol etti. İçinden bir ses, bir şey bıraktığını söylüyordu. “Nerede kaldın?” dedi Arlene. Bacaklarını kıvırıp altına almış, televizyon seyrediyordu. “Kitty’yle oynadım,” dedi ve onun yanına gidip göğüslerine dokundu. “Haydi yatağa hayatım,” dedi.
Ertesi gün Bill yirmi dakikalık öğle tatilinin sadece on dakikasını kullandı ve beşe çeyrek kala çıktı. Tam Arlene otobüsten inerken, arabayı otoparka park etti. Arlene’in binaya girmesini bekledi, sonra merdiveni koşarak çıkıp onu asansörden inerken yakaladı. “Bill! Tanrım, ödümü patlattın. Erkencisin,” dedi Arlene. Bill omuz silkti. “İş yoktu,” dedi. Arlene, kapıyı açsın diye anahtarını Bill’e verdi. Bill onun peşinden içeri girmeden önce koridorun karşı tarafındaki kapıya baktı. “Haydi yatağa,” dedi. “Şimdi mi?” Arlene güldü. “Sana ne oldu böyle?” “Hiç. Elbiseni çıkar.” Bill onu beceriksizce tuttu ve Arlene, “Yüce Tanrım, Bill,” dedi. Bill kemerini çözdü. Daha sonra Çin yemeği getirttiler, gelince de iştahla, konuşmadan yediler ve plak dinlediler. “Kitty’yi beslemeyi unutmayalım,” dedi Arlene. “Tam da onu düşünüyordum,” dedi Bill. “Hemen giderim.”
Kedi için bir kutu balıklı mama seçti, sonra sürahiyi doldurdu ve sulamaya gitti. Mutfağa döndüğünde, kedi, kabının içini tırmalıyordu. Gözlerini dikip bir süre Bill’e baktıktan sonra, üstünde yattığı kâğıtlara geri döndü. Bill bütün dolapları açtı ve konserveleri, baklagilleri, paketli yiyecekleri, kokteyl ve şarap kadehlerini, porselenleri, tencere ve tavaları inceledi. Buzdolabını açtı. Burnuna kereviz kokusu geldi, çedar peynirinden iki ısırık aldı ve bir elmayı dişleyerek yatak odasına yürüdü. Yatak muazzam görünüyordu, kat kat yere inen kabarık, beyaz bir yatak örtüsü seriliydi. Bir komodinin çekmecesini açtı, yarı boş bir sigara paketi buldu ve cebine tıkıştırdı. Sonra gömme dolaba ilerledi ve tam onu açarken sokak kapısı çalındı.
Giderken banyoya uğrayıp sifonu çekti.
“Nerede kaldın?” dedi Arlene. “Bir saatten fazladır
buradasın.”
“O kadar oldu mu?” dedi Bill.
“Evet, oldu,” dedi Arlene.
“Tuvalete gitmem gerekti,” dedi Bill.
“Kendi tuvaletin var,” dedi Arlene.
“Tutamadım,” dedi Bill.
O gece yine seviştiler.
Sabah Arlene’e işyerini aratıp hasta olduğunu, gelemeyeceğini söyletti. Duş aldı, giyindi ve hafif bir kahvaltı yaptı. Bir kitaba başlamaya çalıştı. Yürüyüşe çıktı ve kendini daha iyi hissetti. Ama bir süre sonra, elleri hâlâ ceplerinde, daireye geri döndü. Belki kedinin dolaşmasını duyarım umuduyla Stone’ların kapısında durdu. Sonra kendi kapısından girdi ve anahtarı almak için mutfağa gitti. İçerisi onun dairesinden daha serin gibiydi ve de daha karanlık. Bitkilerin havanın sıcaklığıyla bir ilgisi olup olmadığını merak etti. Pencereden dışarı baktı, sonra da yavaş yavaş her bir odadan geçerek gözüne takılan her şeyi inceledi, dikkatle, teker teker. Kül tablalarını, mobilya parçalarını, mutfak aletlerini, saati gördü. Her şeyi gördü. Sonunda yatak odasına girdi ve kedi ayaklarının dibinde belirdi.
Onu bir kez okşadı, banyoya götürdü ve kapıyı kapadı. Yatağa uzanıp gözlerini tavana dikti. Bir süre gözleri kapalı yattı, sonra elini kemerinin altına soktu. Hangi gün olduğunu anımsamaya çalıştı. Stone’ların ne zaman döneceklerini hatırlamaya çalıştı, sonra da dönüp dönmeyeceklerini merak etti. Yüzlerini ya da konuşma ve giyim tarzlarını hatırlayamıyordu. İç çekti ve bir gayret yuvarlanarak yataktan indi, şifoniyerin üzerinden uzanıp aynada kendine baktı. Gömme dolabı açıp bir Hawaii gömleği seçti. Bermuda şort bulana dek bakındı, düzgünce ütülenmişti ve verev dokunmuş kumaştan kahverengi, bolca bir pantolonun üzerine asılmıştı. Kendi giysilerinden kurtulup şortla gömleği üzerine geçiriverdi. Yeniden aynaya baktı. Oturma odasına gidip kendine bir içki koydu ve yudumlayarak yatak odasına geri döndü. Mavi bir gömlek, koyu renk bir takım elbise, mavi-beyaz bir kravat, siyah Oxford ayakkabılar giydi. Kadeh boşalmıştı, bir içki daha almaya gitti.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Çağdaş Dünya Edebiyatı Öykü
- Kitap AdıLütfen Sessiz Olur musun, Lütfen?
- Sayfa Sayısı256
- YazarRaymond Carver
- ISBN9789750714382
- Boyutlar, Kapak12,5x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2019
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Bu Sorular Tam Benlik ~ Sümeyra Balıkçı
Bu Sorular Tam Benlik
Sümeyra Balıkçı
“Bu sorular tam benlik” diyenler el kaldırsın! Matematik sorularının çözüldükçe bağımlılık yapabileceğini ileri süren Sümeyra Balıkçı’nın kaleme aldığı Bu Sorular Tam Benlik, ilkokul matematik dersi kazanımlarını heyecan...
- Küçük Prens ~ Antoine de Saint-Exupery
Küçük Prens
Antoine de Saint-Exupery
Altı yaşındayken Gerçek Öyküler adlı, balta girmemiş ormanlardan söz eden bir kitapta korkunç bir resim görmüştüm. Boğa yılanının bir hayvanı nasıl yuttuğunu gösteriyordu. Resmi...
- Tuş ~ Haldun Taner
Tuş
Haldun Taner
Tuş, Kızıl Saçlı Amazon, Made in USA, İki Komşu, Eller, Kaptanın Namusu, Bir Motorda Dört Kişi, Allegro ma non troppo, Bir Kavak ve İnsanlar,...