Mário de Sá-Carneiro’nun başyapıtı!
Bu roman üç baskın takıntıyı bir araya getiriyor:
intihar, aşk ve delilik.
1914 yılında yayımlanan roman, Portekiz Edebiyatın’ın en önemli eserlerinden biri olarak kabul görmektedir.
Roman, masumiyetini kanıtlamak için bir kitap yazan mahkûm Lucio’nun hikâyesini içermektedir. Ancak Lucio, hikâyesini anlatmak için mahkûmiyetinin üzerinden on yıl geçmesini bekler.
Lucio en yakın arkadaşının karısının sevgilisi olur, ama kadının tek sevgilisi kendisi değildir. Hatta kadın yaşamıyor bile olabilir.
*
… böylece belirsiz bir şekilde iki kişiydik, her ikimiz de diğerinin aslında kendisi olup olmadığından, o belirsiz diğer olayın, var olup olmadığından emin değildik.
Fernando Pessoa Yabancılaşma Ormanında
*
On yıl boyunca işlemediğim bir suçtan dolayı hapis yattıktan sonra, karşı koymayı bile denemediğim, artık hayata ve hayallere karşı duyarsızlaşmış, umut edecek hiçbir şeyi kalmamış ve arzuları tükenmiş biri olarak, nihayet itirafımı yapmaya, yani masumiyetimi kanıtlamaya geldim.
Bana inanmayabilirsiniz, hatta inanmayacağınızdan eminim. Ama bu, pek de önemli değil. Ricardo de Loureiro’yu öldürmediğimi dünyaya anlatmak gibi bir ilgim artık yok. Ailem yok; aklanmaya ihtiyacım yok. Kaldı ki, son on yılını hapiste geçirmiş biri için aklanmanın mümkün olmadığını basitçe söylemek yeterlidir.
Ve yazdıklarımı okuduktan sonra bana, “Ama neden o zaman sesini çıkarmadın? Neden mahkemede masumiyetini kanıtlamadın?” diye soranlara şu şekilde cevap vereceğim: Savunmam geçersizdi. Kimse bana inanmazdı. Ve bir yalancı veya bir delinin yerine konmanın ne anlamı vardı ki? Ayrıca, içinde bulduğum olayların beni öylesine perişan ettiğini de belirtmeliyim ki hapis cezası ihtimali, bana neredeyse hoş bir fikir gibi görünüyordu. Unutulmayı, huzuru, uykuyu vaat ediyordu. Hayatımın mahvolmuşluğuna bir son, bir nokta koyuyordu sadece. Tek istediğim, davanın bitmesi ve cezamın başlamasıydı.
Geri kalan her şey için, dava hızlıca sonuçlandı. Zaten mesele, oldukça açık ve basit görünüyordu. Ne bir şey inkâr ettim ne de itirafta bulundum. Fakat sessizlik rıza göstermektir. Üstelik, herkes bana karşı bir tür sempati de duyuyordu.
Suç, o dönemin gazetelerinin şüphesiz yazdığı gibi, bir “aşk cinayeti”ydi; tam anlamıyla “Cherchez la femme” denilecek bir olaydı. Üstelik kurban bir
şairdi, bir sanatçı. Olayın içindeki kadın ise ortadan kaybolarak kendini daha da romantik bir figür håline getirmişti. Kısacası, gizemli bir kahraman olmuştum, bu da cazibeme cazibe katıyordu. Tüm bu nedenlerle, savunmanın muhteşem konuşmasını da unutmamak gerek, jüri hafifletici sebepler olduğuna karar verdi ve bu yüzden cezam oldukça kısa kesildi.
Ah, ne kadar da kısa bir süreydi, özellikle de benim için. O on yıl, on ay gibi geçti. Zira, tüm hayatını tek bir âna sığdırmış biri için, zamanın hiçbir anlamı yoktur. En derin acıyı çektiğinizde, bir daha hiçbir şey sizi acıtamaz. En yoğun duyguları tattığınızda, bir daha hiçbir şey sizi harekete geçiremez. Gerçek şu ki, çok az insan böylesine doruk bir an yaşamıştır. Yaşayanlar ise ya benim gibi yapıp yaşayan ölüler kervanına katılırlar veya çoğunlukla kendi yaşamlarına son veren hayal kırıklığına uğramışlardan biri olurlar. İçtenlikle söyleyebilirim ki böylesi bir âmı yaşamamanın daha büyük bir mutluluk olduğunu iddia edemem. Yaşamayanlar, en azından bir tür zihinsel huzurun tadını çıkarabilirler. Ancak gerçek şu ki herkes böylesi bir aydınlanma ânını umut eder. Bu yüzden hiç kimse gerçekten mutlu değildir ve işte bu nedenle, her şeye rağmen, böyle bir ânı yaşamış olmaktan gurur duyuyorum.
Ama bu spekülasyonlar yeterli. Ben bir roman yazmıyorum. Sadece olayların açık bir şekilde ortaya konulmasını istiyorum. Fakat, eğer amacım açıklık ise, yanlış bir yolda ilerlediğim izlenimine de kapılmıyor değilim. Üstelik, ne kadar net olmayı amaçlasam da itirafımın (bundan eminim) tamamen tutarsız, rahatsız edici ve açıklıktan çok uzak görüneceğini biliyorum.
Yine de bir şeyin garantisini verebilirim: Ne kadar küçük veya önemsiz gibi görünse de tek bir detayı bile atlamayacağım. Benim açıklamaya çalıştığım türdeki durumlarda, aydınlanma ancak birçok olgudan doğabilir ve ben yalnızca olgular sunacağım. İnsanlar bu olgulardan istedikleri sonuçları çıkarabilirler. Kendim içinse, asla böyle bir çabaya girişmedim. Eğer deneseydim, şüphesiz deliye dönerdim.
Şerefim üzerine bir kez daha söylüyorum ki burada yazdıklarım gerçeğin ta kendisidir. Bana inanıp inanmamanızın bir önemi yok. Ne kadar inanılmaz görünse de size anlatacağım şey mutlak gerçektir. İtirafım, yalnızca bir olgular beyanıdır.
1895 civarında, nasıl olduğunu pek bilemesem de, Paris Üniversitesi’nde Hukuk okumaya veya daha doğrusu Hukuk okumamaya başladım. Ergenlik dönemimden beri biraz da sürüklenen biriydim ve hayatımda çeşitli “gayeler” edindikten sonra, her birini sırayla terk ederek, Avrupa’yı görme arzusu beni ele geçirdi. Kendimi Paris’e, Avrupa’nın başkentine gitmeye karar vermiş buldum. Kısa süre içinde belirsiz sanatsal çevrelerin içine karıştım ve Lizbon’da az çok tanıdığım Gervásio Vila-Nova, sürekli yoldaşım hâline geldi. O, büyük bir sanatçı olamamanın trajedisini yaşayan veya daha doğrusu başarısızlığa mahkûm bir sanatçının tuhaf bir figürünü çerçeveliyordu.
Onun uzun, zayıf ve köşeli bedeninde rahatsız edici bir şeyler vardı; hem histerik, uyuşturucu etkisi oluşturan bir kadınsılığı hem de solgun bir çileciliği aynı anda ve çelişkili bir şekilde çağnıştırıyordu. Uzun saçları, yüzünden geriye doğru düştüğünde, geniş, sağlam ama son derece solgun alnını ortaya çıkardığında, insanın zihninde saçkıran giysiler ve aşırı perhiz imgeleri canlanıyordu; ancak saçları alnının üzerine dalgalar hâlinde döküldüğünde, bir tür şefkat, altın sarısı vecdlerin ve ince öpücüklerin iç gıcıklayıcı şefkatini çağrıştırıyordu. Her zaman siyah giyinirdi, rahipleri andıran uzun ceketler tercih ederdi ve bu izlenim, dar ve boynu saran bir yakayla daha da pekişirdi. Almı saçıyla yahut bir şapkayla örtüldüğünde, yüzünde hiçbir esrarengizlik kalmazdı, tam tersine, yüzü oldukça sıradandı. Ama tuhaf bir şekilde, bedeninde gizemli bir şeyler vardı; belki ay ışığının aydınlattığı gecelerde bir Sfenks’i andıran şeyler. Hafızalara kazınan, onun gerçek yüz hatlan değil, tuhaf kişiliğiydi. Her kalabalıkta dikkat çekerdi, gözler ona döner, hakkında konuşulurdu, oysa ilk bakışta, görünüşünde pek de dikkate değer bir şey yok gibiydi: Kıyafetleri, hafif abartılı bir kesime sahip olsa da siyahtı; saçları uzun olsa da aşırı denecek kadar değildi; şapkası, yün bir bere, elbette tuhaftı, ama birçok sanatçının taktığından pek de farklı değildi.
Filhakika, Gervásio Vila-Nova’nın etrafında bir aura vardı. Sokakta gördüğünüzde, “Bu adam kesinlikle önemli biri olmalı,” dedirten insanlardan biriydi.
Kadınlar ona düpedüz hayrandı. Uzun boylu ve kibirli şekilde bir kafeye girdiğinde, büyülenmiş bir hâlde onu izlerlerdi… Ancak ona daha çok, kendi cinslerinden mücevherlerle süslenmiş, olağanüstü güzel birine bakar gibi bakarlardı.
“Bilirsin, sevgili Lúcio,” derdi bana sık sık, “ben asla sevgililerime sahip olmam, onlar bana sahip olurlar.” Konuşurken, içindeki alev daha da parlardı. Parlak bir muhabbet ustasıydı, sayısız dil yanlışına, hatalarına (ki bunları tutkuyla ve her seferinde başarıyla savunurdu), itici ama yine de görkemli fikirlerine, paradokslarına ve yalanlarına rağmen sevilesi biriydi. Üstün bir insandı, bunda hiç şüphe yoktu; hafızalarımıza kazınan, bizi rahatsız eden ve takıntı haline getiren o nadir insanlardan biriydi. O bir ateşti, saf bir ateş!
Ancak 0, duygularla değil de akılla değerlendirildiğinde, ne yazık ki aurasının ötesinde bir şey olmadığı hemen fark edilirdi; belki de fazla parlak olan dehâsı, kendini tüketecek, bir esere dönüşmeden kalacak ve sonunda dağılacak, parçalara ayrılacak, yanıp kül olacaktı. Ve aslında tam da böyle oldu. Başarısızlıktan kaçınmayı başardı, çünkü kendini yok etme cesaretini gösterebildi.
Böylesi biri için şefkat duymak imkânsızdı (her ne kadar derinlerde mükemmel bir insan olsa da), fakat yine de bugün bile, birlikte yaptığımız sohbetleri, kafelerde geçirdiğimiz geceleri özlemle hatırlıyorum ve kendimi, Gervásio Vila-Nova’nın kaderinin gerçekten en güzel kader olduğuna ve onun büyük bir sanatçı, dâhiyane bir sanatçı olduğuna ikna edebiliyorum.
Arkadaşımın sanat dünyasında birçok bağlantısı vardı: her ülkeden yazarlar, ressamlar ve müzisyenler tanırdı. Bir sabah, odama girdi ve şöyle dedi:
“Dün, sevgili Lúcio, son derece ilginç, Amerikalı bir kadınla tanıştırıldım. Olağanüstü zengin ve Avenue du Bois de Boulogne’da, sırf kendisi için özel olarak inşa ettirdiği bir malikanede yaşıyor, daha önce iki büyük binayı, sırf istediği için yıktırmış. Büyüleyici bir kadın. Beni onunla tanıştıran kişi, mavi camlı gözlükleri olan o Amerikalı ressamdı. Kimden bahsettiğimi biliyorsun değil mi? Adını hatırlayamıyorum… Neyse, her öğleden sonra Pavillon d’Armenonville’de bulunabilir. Orada çay içiyor. Onunla tanışmanı isterim. Ne demek istediğimi o zaman anlayacaksın. Büyüleyici bir kadın!”
Ertesi gün sıcak ve güneşli geçti, o muhteşem kış öğleden sonralarından biri, masmavi gökyüzüyle çevrili… Bir fayton kiralayıp o ünlü restorana doğru yola çıktık. Oraya vardıktan sonra biraz oturduk ve….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıLucio'nun İtirafı
- Sayfa Sayısı156
- YazarMario de Sa-Carneiro
- ISBN9786259788647
- Boyutlar, Kapak 13,5x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviYedinci Kat Yayınları / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Mahrem Macera ~ Cheıkh Hamidou Kane
Mahrem Macera
Cheıkh Hamidou Kane
“Bir sabah büyük bir gürültüyle uyanan tek ülke değildi Diallobe ülkesi. Tüm siyah kıta gürültülü sabahı yaşamıştı bir bir. Garip bir şafaktı! Batı’nın sabahı,...
- Sana Gül Bahçesi Vadetmedim ~ Joanne Greenberg
Sana Gül Bahçesi Vadetmedim
Joanne Greenberg
İçine doğduğu dünyanın kurumlarıyla bağdaşmayı öğrenemeyen, iletişimsizliğin karanlığında yaşayan on altı yaşındaki bir genç kızın öyküsü… Sana Gül Bahçesi Vadetmedim, deliliğin, resmi tanımıyla akıl...
- Son Av ~ Jean Christophe Grange
Son Av
Jean Christophe Grange
KARA ORMAN’DA SON AV BAŞLADI… ARDINDA HİÇBİR İZ BIRAKMAYAN AVCI KİM? Komiser Niémans, yardımcısı Ivana Bogdović’le Alsace bölgesinde işlenen vahşi bir cinayeti çözmeye gider....