Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Haykırış
Haykırış

Haykırış

Lu Xun

Haykırış, modern Çin’in en önemli edebiyatçılarından Lu Xun’un kaleminden çıkan ve dönemin acılarını, değişim arzusunu ve devrimci fikirlerini güçlü bir şekilde yansıtan kısa hikâyelerden…

Haykırış, modern Çin’in en önemli edebiyatçılarından Lu Xun’un kaleminden çıkan ve dönemin acılarını, değişim arzusunu ve devrimci fikirlerini güçlü bir şekilde yansıtan kısa hikâyelerden oluşuyor. 20. yüzyılın başlarındaki toplumsal ve politik çalkantılar içinde yaşamış bir entelektüel olarak Lu Xun, Çin’in imparatorluktan cumhuriyete ve komünist rejime geçiş sürecindeki sorunları cesurca dile getiriyor. Ülkenin geri kalmasında temel etkenler olduğunu düşündüğü geleneksel kültür ve yaşam tarzına karşı edebiyatı bir uyanış ve değişim aracı olarak gören Lu Xun, 1919’daki 4 Mayıs Hareketi’nden Marksist dünya görüşünü benimseyen komünistlere kadar pek çok devrimci harekete ilham veren hikâyeleriyle şimdi Türkçede.

Edebiyatın gücü ve toplumsal değişim üzerindeki etkisini Modern Çin edebiyatının öncülerinden birinde görmek için Lu Xun’un Haykırış’ını sizlere sunuyoruz…

İÇİNDEKİLER
Önsöz 7
Yazarın Önsözü 9
haykırış
Delinin Günlüğü 17
Kong Yiji 31
İlaç 37
Yarın 47
Küçük Bir Olay 55
Saç Hakkında Hikâye 59
Huzursuzluk 65
Memleketim 75
AQ’nun Esas Hikâyesi 87
Ejderha Kayığı Festivali 135
Beyaz Işık 145
Tavşan ve Kedi 151
Ördek Komedisi 157
Köy Oyunu 161
Aynaya Bakarken 173

ÖNSÖZ

Fikirleriyle modern Çin’in inşasına ilham veren ve 20. yüzyılın en etkili edebiyatçılarından biri olan Lu Xun tarafından kaleme alınan bu eser, dönemin acılarını dile getirmek ve değişim ihtiyacını haykırmak amacıyla yazılmış kısa hikâyelerden oluşmaktadır. Asıl adı Zhou Shuren (1881-1936) olan ve elit bir aileden gelen Lu Xun, Çin’in hanedanlıktan cumhuriyete, hatta komünist rejime geçiş sürecindeki pek çok çalkantılı döneme şahitlik etmiş bir entelektüeldir. İmparatorluk döneminin son yıllarında ülkenin kalkındırılması amacıyla yurtdışına gönderilen ve modern bir eğitim alan pek çok genç gibi Çin’in temel probleminin geleneksel ruh, kültür ve yaşam tarzından kaynaklandığını düşünmüş, çözümü ise değişim, yenilenme ve modernleşmede görmüştür.

1911’de imparatorluk rejiminin yıkılıp cumhuriyetin kurulmasını büyük bir heyecanla karşılasa da burjuvazinin hâkim olduğu yeni hükümetin halkın açlığı, çaresizliği ve sefaletine çözüm üretememiş olması onda büyük bir hayal kırıklığına sebep olmuştur. Çin halkının, geçmişin ve geleneğin inşa ettiği demirden bir evde uyuduğu ve ölüme mahkum edildiğini düşünen Lu Xun, edebiyatı kitleleri uyandırma aracı olarak kullanmak istemiştir. Bu amaçla edebiyatta modernleşme hareketini başlatarak yalnızca iyi olaylardan, mutlu ailelerden bahseden, kahramanlarını bilge kişiler ya da krallardan seçen ve sadece eğitimli kesimin anlayabileceği bir dil kullanan Klasik Çin edebiyatının aksine, eserlerini herkesin anlayabileceği halk dilinde (bai-hua) yazmış; sıradan insanların acılarını dile getiren, kötülüğü, zor hayatları gündeme taşıyan ve devrimci fikirler içeren metinler kaleme alarak 1920’lerden itibaren modern Çin edebiyatının öncülerinden olmuştur.

Çin halkının yükselişini aktif mücadele sayesinde baskıdan kurtulmakta gören Lu Xun, yazdığı hikâyelerle ilk olarak cumhuriyeti yeniden inşa etmek isteyen 4 Mayıs 1919 hareketine, sonrasında ise milliyetçiler için olduğu kadar Marksist bir dünya görüşünü benimseyen komünistlere de ilham kaynağı olmuştur. Her ne kadar hem milliyetçi hem de komünistlere karşı sert eleştiriler getirmiş olsa da fikirleri her iki gruba da ilham vermiştir. Lu Xun’un büyük bir hayranı olan Mao Zedong, onun yazılarını komünist partinin fikirlerine uyarlayarak politik amaçlarına paralel şekilde kullanmıştır.

20. yüzyılın başlarındaki Çin’in toplumsal ve politik çalkantıları içerisinde yazılmış olan bu eser, çok çalışmaktan, yoksulluktan ve sefaletten bunalmış sıradan insanların, toplumsal ve kültürel dönüşümlerin yaşandığı bir dönemde verdikleri yaşam mücadelesini cesurca ortaya koymaktadır. Türkiye’nin de benzer dönüşümlerden geçtiği bir dönemi tasvir eden Lu Xun’un hikâyeleri, ülkemiz okurlarına hiç de yabancı gelmeyecektir.

Sadece bir edebî eser değil, aynı zamanda bir düşünce ve farkındalık manifestosu olan “Haykırış”, Lu Xun’un içten ve etkileyici anlatımıyla okuyucuyu hem düşündürecek hem de harekete geçirecek bir etki uyandırmaktadır. Bu çeviriyle birlikte, Türk okurunun Lu Xun’un eşsiz dünyasına adım atacak olması oldukça heyecan verici…

Esra Çifci

yazarın önsözü

Gençken de çok hayal kurardım, çoğunu unuttum ama bundan dolayı üzülmüyorum. Hatıralar insanı mutlu etse de bazen yalnızlığa mahkûm edebilir. Ruhunun iplerini, geçip gitmiş yalnızlık zamanlarında sallamanın ne anlamı var ki? Hatta benim azabımın nedeni tamamen unutamamış olmam. Tam da bu unutamadığım anılar, Haykırış’ın ortaya çıkmasına neden oldu.

Dört yılı aşkın bir süredir, neredeyse her gün rehin dükkanlarına ve eczanelere girip çıkıyordum. O zamanlar kaç yaşında olduğumu unuttum. Boyum neredeyse eczanenin tezgâhı kadardı ama rehin dükkanının tezgâhı boyumun iki katıydı. Boyumun iki katı bir tezgâha kıyafetleri veya takıları verir ve aşağılanmış bir duyguyla parayı alırdım. Ardından uzun zamandır hasta olan babama ilaç almak için benimle aynı boydaki tezgâha giderdim. Eve döndükten sonra da birçok şeyle uğraşmam gerekirdi, çünkü reçeteyi yazan doktor çok ünlüydü ve verdiği reçeteler de bir tuhaftı: kışı geçirmiş kamış kökü, üç yıl kırağı tutmuş şeker kamışı, bir çift cırcır böceği ve meyve veren bir garip ağacın kökü… Bunlar, bulunması kolay şeyler değildi. Babamın hastalığı yine de günden güne ağırlaştı ve sonunda vefat etti.

Varlıklı bir aileden yoksulluğa düşenler, sanırım dünyanın nasıl bir yer olduğunu daha iyi anlarlar. Bu yüzden olsa gerek başka yollardan yürümek, başka yerlere kaçmak ve farklı insanları görmek için N’ye gidip oradaki K okuluna girmek istiyordum. Annem beni ikna edemeyince sonunda gitmeme izin verdi ve bir şekilde sekiz akçe bulup harçlık olarak verdi. Ama yine de ağlamadan edemedi. Bu anlaşılabilirdi, çünkü o zamanlar geleneksel eğitim almak, imparatorluk sınavlarına katılmak doğru yolken, ecnebilerin okullarında okuyanlar yolunu kaybetmiş insanlar olarak görülürdü. Toplum, onları ruhlarını yabancı şeytanlara satmış kişiler gibi addeder, alay ederek sataşır ve onları dışlardı. Üstelik bu şekilde annem uzun bir süre oğlunu göremeyecekti. Ben bunlara aldırış etmedim ve sonunda N’ye gidip K okuluna girdim. Dünyada felsefe, aritmetik, coğrafya, tarih, resim ve jimnastik gibi derslerin var olduğunu bu okulda öğrendim. Fizyoloji öğretilmiyor, ama “Vücut Üzerine Yeni İnceleme” ile “Kimya ve Hijyen Üzerine” kitaplarını tahta baskılarından okuyorduk. Tabiplerin yorumlarını ve reçetelerini öğrendiklerimle karşılaştırdığımda, Çin tıbbının kasıtlı yahut kasıtsız bir tür aldatıcı olduğunu yavaş yavaş anladım. Aynı zamanda aldatılan kişiler ve onların ailelerine sempati duydum. Tercüme edilmiş tarih kitaplarından Japon Restorasyonunun en çok Batı tıbbından etkilenilerek gerçekleştiğini öğrendim.

Bu temel bilgiler ışığında, Japonya’nın kırsal bölgesindeki bir tıp fakültesine kaydoldum. Hayalim çok güzeldi, mezuniyetten sonra dönüp babam gibi yanlış tanı konulan hastaları tedavi etmeyi planlıyordum. Savaş sırasında askerî doktor olacaktım ve aynı zamanda Çin halkının restorasyona olan inancını artırmaya çalışacaktım. Mikrobiyoloji öğretimi şimdi ne yönde gelişti bilmiyorum, ama o zamanlar mikroorganizmaların şeklini göstermek için fotoğraf slaytları kullanılıyordu. Bazen ders erken bittiğinde öğretmen, manzara veya güncel olaylarla ilgili görselleri göstererek arta kalan zamanları değerlendirirdi. Rus-Japon Savaşı zamanıydı ve doğal olarak savaşla ilgili birçok görüntü oluyordu. Bu derste sınıf arkadaşlarımın alkış ve heyecanlı bağırışlarına katılmak zorunda kalırdım. Bir keresinde, bir görüntüde uzun zamandır görmeye hasret kaldığım Çinlileri gördüm. Ortada biri bağlanmıştı, etrafında izleyenlerin çoğu fizik yapıları güçlü ama ruh hâlleri perişan görünen kişilerdi. Açıklamaya göre bağlanan kişinin kafası halk önünde kesilmek üzereydi; Rusya lehine ajanlık yaptığı için. Etrafını saranlar da bu gösteriyi izlemeye gelen insanlardı.

Eğitim yılı henüz bitmeden Tokyo’ya geldim. Çünkü o andan itibaren tıbbın önemli bir konu olmadığını, vatandaşlar ne kadar sağlıklı ve güçlü olurlarsa olsunlar, aptal ve cahil kaldıkları sürece düşüncesiz bir şekilde başkalarının gösteri malzemeleri ve seyircileri olmaktan kaçınamayacaklarını anladım. Bu yüzden az ya da çok kişinin hastalanması veya ölmesini talihsizlik saymaya pek gerek yoktu; ilk önceliğimiz onların ruhlarını değiştirmek olmalıydı. Bunu yapmanın en iyi yolunun doğal olarak edebiyat ve sanatı teşvik etmek olacağını düşündüm. Böylelikle edebiyat ve sanatı teşvik etmek üzere bir hareket başlatmayı planladım. Tokyo’daki Çinli öğrenciler arasında hukuk, siyaset, kimya hatta polislik ve endüstri okuyanlar çoktu, ama edebiyat ve güzel sanatlarda okuyanlar yok denecek kadar azdı. Böyle olmasına rağmen birkaç yoldaş bulma şansım oldu ve gerekli birkaç kişiyi de davet ettim. Görüşmelerden sonra atmamız gereken ilk adım elbette, adı “Yeni Hayat” anlamına gelen bir dergi çıkarmak oldu. O zamanlar çoğumuz muhafazakâr düşünceli olduğumuz için dergi adını Xin Sheng koyduk.

Yeni Hayat’ın yayın dönemi yaklaşırken yazarlarımızın bazıları çekildi, ardından sermaye de sona erdi ve sonunda sadece tanınmamış üç kişi kaldık. Kuruluşumuz talihsiz olduğu için, başarısız olduğumuzda da söylenecek bir şey yoktu elbette. Daha sonra bu üç kişi de kendi kaderlerinin peşinde koşmak zorunda kaldı ve gelecek hayaller üzerinde sohbet etmeye fırsat bulamadık. Böylelikle Yeni Hayat’ımız hiç başlamadan sona ermiş oldu.

Hiç olmadığı kadar canım sıkılmaya başladı. Başta nedenini bilmiyordum ama sonra düşündüm ki, bir insanın görüşünün onaylanması onu ileriye doğru iter, reddedilmesi ise mücadeleye yönlendirir. Eğer biri, insanlar arasında tek başına haykırıyorken bunu kimse umursamazsa, ne lehine ne de aleyhine hiçbir şey söylenmezse, o kişi uçsuz bucaksız bir çölde kaybolmuş gibi çaresiz kalıyormuş, bu ne kadar da üzücü bir durum! Bu yüzden ben yalnızlıktan başka bir şey hissedememiştim.

Gün geçtikçe derinleşen yalnızlık, büyük bir zehirli yılan gibi ruhumu yavaş yavaş sarıyordu.

Tarifsiz üzüntülerime rağmen kırgın da değildim. Çünkü bu deneyim beni düşündürdü ve kendimi tanımamı sağladı. Kollarını kaldırıp bir haykırışla çevrede yankı oluşturabilecek bir kahraman olmadığımı anlamıştım.

Bana ıstırap veren bu yalnızlığımdan kesinlikle kurtulmam gerekiyordu ve çeşitli yöntemlerle ruhumu uyuşturmaya çalıştım. Topluma karıştım ve eski kafalı kişiler gibi yaşamaya çalıştım. Hatırlamak istemediğim daha birçok üzücü olay yaşadım veya izledim. Onlarla birlikte beynimin de çamur, toz ve duman arasında kaybolmasını istedim. Bu uyuşturma yöntemim işe yaramış olmalı ki, artık gençliğimdeki heyecanım ve açık fikirliliğim kalmamıştı.

S Sarayı’nın üç odası vardı. Efsaneye göre geçmişte bir kadın avludaki akasya ağacına asılarak intihar etmişti. Artık bu akasya ağacı ulaşılamayacak kadar yüksekti ve bu evde de kimse yaşamıyordu. Birkaç sene burada kalarak eski elyazması eserleri kopyaladım ve araştırdım. Pek gelen giden olmazdı ve eski eserler de önemli meseleler veya fikirler içermiyordu. Bu nedenle hayatım sessizce geçiyordu ve böyle olmasından memnundum. Sivrisineklerin çok olduğu yaz gecelerinde akasya ağacının altında yelpazeyi sallayarak oturur, yoğun yaprakların arasındaki boşluklardan mavi gökyüzüne bakardım. Başım ve boynuma bazen soğuk akasya böcekleri düşerdi.

O zamanlar, eski arkadaşım Jin Xinyi ara sıra uğrardı, sohbet ederdik. Büyük iş çantasını kırık masanın üzerine koyar, paltosunu çıkarıp karşıma otururdu. Avludaki köpekten korkmuş olmalıydı ki kalbi sanki patlayacakmış gibi atıyordu.

— Bunları kopyalamanın ne faydası var? – diye sordu bir akşam eski bir elyazması nüshasını karıştırırken ciddi bir tavırla.

— Aslında hiç faydası yok.

— O zaman ne anlamı var?

— Bir anlamı da yok.

— Bence bir şeyler yazman lazım…

Ne demek istediğini anlamıştım. Onlar Yeni Gençlik adında bir dergi çıkarıyorlardı, ama sanırım kimse desteklemiyor ve kimse karşı da çıkmıyordu. Yalnız hissettiklerini düşündüm ve:

— Penceresiz ve yıkılmaz bir demir ev düşün. İçinde birçok kişi uyuyor ve birazdan havasızlıktan ölecekler. Ancak uykudayken ölürlerse ölümün acısını hissetmezler. Şu an haykırıyorsun ve uyuklayan birkaç kişiyi uyandırabilirsin. Bu talihsiz azınlığın önüne geçilemez bir ölümden önce acı çekmelerine neden olacaksın. Böylelikle onlara bir iyilik yapacağını mı düşünüyorsun?

— Birkaç kişi ayağa kalktığına göre demir evi yıkmak için hiç umut kalmadığı söylenemez.

Evet, her ne kadar bu konuda kendi fikrime güvensem de söz konusu umut olduğunda onu tamamen yok sayamazdım. Çünkü umut gelecekte yatıyordu ve kendi umutsuzluğumla umutlu arkadaşımı ikna etmeye çalışmamalıydım. Bu yüzden bir yazı yazacağıma söz verdim. İlk yazım olarak Delinin Günlüğü’nü yazdım ve yayımlandıktan bu yana yazmaya son veremedim. Her defasında hikâye benzeri makaleler yazdım. Arkadaşlarımın taleplerini yerine getirmek amacıyla uzun bir süre içinde ondan fazla yazı yazmıştım.

Artık fikirlerimi yazmanın pek de önemi olmadığını düşünüyorum. Ama o zamanlar belki yalnızlığımın acılarını henüz tam olarak unutamamıştım. Bu yüzden, yalnızlık içinde at koşturan savaşçılara destek olmak ve onları yalnız bırakmamak adına bazen birkaç kez haykırmaktan kendimi alamadım. Haykırışımın cesurca mı yoksa hüzünlü mü, iğrenç mi yoksa gülünç mü olduğunu pek düşünmedim. Madem bu bir haykırış, elbette beni haykırmak zorunda bırakanlara da dikkat çekmek zorundaydım. Bu yüzden çoğu zaman biraz üstü örtük konuşmaktan da çekinmedim. İlaç adlı hikâyede Yüer’in mezarı üzerine bir çelenk ekledim ve Yarın adlı hikâyede de Shansi yengenin ne kadar arzu etse de oğlunu rüyasında göremediğini yazmadım. Çünkü o zaman bizi haykırtanlar karamsarlığı sevmezdi. Kendime gelince, gençliğimdeki gibi umutlu hayaller peşinde olan gençlere yalnızlıklarımı bulaştırmak istemiyordum.

Dolayısıyla, hikâyelerimle sanat arasındaki mesafenin uzak olduğu kanaatine varılabilir. Ama onların bugüne kadar hâlen hikâye adını taşıyabilmesini, hatta derlenme fırsatına bile kavuşmasını bir şans olarak düşünüyorum. Bu şans beni tedirgin etse de dünyada hâlâ okuyucularının olduğunu farz etmekten mutluluk duyuyorum.

Bu yüzden kısa hikâyelerimden oluşan bu kitabı baskıya verdim. Yukarıda belirtilen nedenlerden dolayı da kitabı “Haykırış” olarak adlandırdım.

Lu Xun

3 Aralık 1922, Pekin

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. Harry Potter ve Sırlar Odası ~ J. K. RowlingHarry Potter ve Sırlar Odası

    Harry Potter ve Sırlar Odası

    J. K. Rowling

    Dursley’ler o yaz öylesine çekilmez olmuşlardır ki, Harry bir an önce okulu Hogwarts’a geri dönmek için can atmaktadır. Eşyalarını toplarken ortaya çıkan ev cini...

  2. Evlilik Provası ~ Helen HoangEvlilik Provası

    Evlilik Provası

    Helen Hoang

    Goodreads Yılın En İyi Aşk Romanı Ödülü’ne sahip Aşkın Formülü’nün devamı niteliğindeki Evlilik Provası, tutkulu bir aşk hikâyesiyle kalplerin sınırlarını aşıyor… Asperger sendromlu Khải...

  3. Travnik Günlüğü ~ İvo AndriçTravnik Günlüğü

    Travnik Günlüğü

    İvo Andriç

    Travnik Günlüğü, Drina Köprüsü’nün de yazarı, Nobel Edebiyat ödüllü İvo Andriç’in Balkanlar’daki çarpıcı toplumsal değişimi Bosna’nın aynasından yansıtan başyapıtlarından biri. Travnik Günlüğü’nde Andriç, 1807-1814...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur