Bazen bir ömür yetmez insana…
Klasik bilimkurgunun öncülerinden John Wyndham’ın yeni bir dünya düzeni müjdelediği Likenlerin Sırrı adlı romanı, çığır açıcı bir projenin pimini çekiyor ve insanlık kadar eski bir hayali muktedir kılıyor.
Kaderi yeniden tayin etmeye yarayacak bilgeliğin ardında yatan sırları açığa çıkaran kitap, iki ya da üç katına ulaşacak bir yaşam süresini kadın-erkek ilişkileri nezdinde etraflıca irdeliyor.
Heyecan verici kurgusunun satır aralarında 60’lı yıllar için son derece tuhaf, hatta alışılmadık derecede cesur sayılabilecek bir meseleyi, feminizmi odağına alan yazar; toplumsal cinsiyet rollerine yönelik tektipleşen anlayışı ve hastalıklı zihniyeti de ustalıkla yansıtıyor.
“Birey İnsanı, Kurum İnsanı ile bir ölüm kalım mücadelesine girecek ve bu durumdan ciddi bir şizofreni doğacak…”
Biri kariyerinin başında öteki doruğunda olan Diana ve Francis’in yolları tesadüfen kesişir. Dünyayı değiştirecek bir çalışmaya doğru usulca yelken açan iki idealist biliminsanı, birlikte, ayrı ayrı ama yan yana, basit bir likenden yola çıkarak inanılmaz bir buluşa imza atarlar. Zamanla her şey azıcık tuhaf ve hatta belki biraz da arapsaçına dönecek gibi görünse de çok daha uygar bir yaşam kapıdadır. Kadınların dünyası, çiçeklerle dolu uzun bir yaza yüz çevirmeyi başarmıştır nihayet. Fakat seneler sürecek yepyeni bir yaşam vaadi olanca cazibesiyle göz kırparken, kadın hakları ve kadınların yüzyıllara yayılmış ötekileştirilme geçmişi de yürek burkan bir gerçeklikle önlerinde serilmektedir…
Uzun bir ömrün artılarını ve eksilerini kamusal düzen, iş dünyası, aile kurumu, sosyal çevre gibi farklı dinamikleri gözeterek masaya yatıran Likenlerin Sırrı, nihayetinde okurları her daim düşünmekten ve düşlemekten keyif alacakları bir soru ile baş başa bırakıyor: “Yaşayacak iki ya da üç ömrünüz olsa, bunu hangi koşullarda nasıl geçirmek isterdiniz?”
BİRİNCİ KISIM
1
Salon boşaltılmıştı. Biri, duvarlara her daim yeşil bitkilerden kasvetli buketler asmıştı. Bir başkası biraz simin ortamı neşelendirebileceğini düşünmüştü. Salonun bir yanında beyaz örtülü masalar uç uca dizilerek uzatılmış; sandviçler, renkli kekler ve sosisli börekler yığılı tabaklarla, limonata ve portakal suyu dolu sürahilerle, çiçek saksılarıyla ve birkaç da ayaklı vazoyla donatılmıştı. İzleyen biri için, odanın geri kalanı bir hareketlilik tablosuydu; uzaktan dinleyen biri içinse akşam karanlığında uçuşan sığırcıkları hatırlatan bir manzara. St. Merryn Lisesinin dönem sonu partisiydi bu.
Matematik öğretmeni Bayan Benbow, Aurora Tregg’in yavru köpeğinin ne kadar da zeki olduğuna dair bıkkınlık verici hikâyeleri dinlerken salonda göz gezdirdi ve bu akşam iki çift laf etmesi gereken kişileri kafasına yazdı. Uzakta, Diana Brackley’yi gördü. Diana şimdilik yalnızdı ve kesinlikle tebriki hak ediyordu; bu yüzden Bayan Benbow, Aurora’nın kesintisiz hikâyesinde bir aralık yakalayarak köpek yavrusunun akıllılığını övdü, gelecek için iyi dileklerini iletti ve oradan ayrıldı. Salonu aşarken Diana’yı aniden bir yabancının gözüyle gördü: Artık bir öğrenci değil, çekici bir genç kadındı. Gerçi belki de giydiği elbise yüzündendi. Dikkatle bakana kadar, salondaki diğer elbiselerin arasında sıradan duran lacivert bir elbiseydi; pahalı bir şey değildi, Bayan Benbow pahalı olmadığını biliyordu ama belli bir tarzı vardı. Ya da… var mıydı acaba? Emin olamadı. Diana her zaman güzel giyinirdi; yirmi poundluk bir elbiseyi iki yüz poundlukmuş gibi gösteren türden bir zevke sahipti. Hafife alınacak yetenek değil bu, diye düşündü Bayan Benbow, hüzünle. Ve, diye düşünmeye devam etti, yeni bakış açısıyla bakmaya devam ederek, görünümü de yeteneğinin bir parçası aslında. Güzellik değildi bu.
Güzel kızlar mayıs çiçekleri kadar sevimli olurdu elbette ama mayısta o kadar çok çiçek açardı ki… Sözcüğün anlamını bilen hiç kimse Diana’ya güzel demezdi. On sekiz. Diana o sırada yalnızca on sekiz yaşındaydı. Epey uzun boylu, bir yetmiş sekiz civarı bir kızdı; ince yapılı ve dik duruşluydu. Kızıla çalan koyu kestane saçları vardı. Alnı ve burnu tam olarak Grek tarzı değilse de klasikleri andırıyordu.
Dudaklarını biraz renklendirmişti, çünkü ne de olsa bir partiye giderken süslenmek lazımdı fakat salondaki onca gül goncasının ve kıpkırmızı dudakların arasında onun dudakları tam da duruma uygun renkte ve parlaklıktaydı. Aslında bizzat dudakları süs gibiydi; kendi başlarına hiçbir şey anlatmayan ama nadiren de olsa çok çekici bir biçimde gülümseyebilen dudakları vardı. Fakat yakından bakınca insan, Diana’nın önce açık mavi gözlerini fark ediyordu ve sonra bir türlü unutamıyordu. Üstelik, yalnızca kusursuz oldukları için de değil; mahcubiyetten yoksun bir şekilde etraflarındaki her şeyi tarttıkları, sakin ve kararlı oldukları için. Bayan Benbow, kızın, kendi anne babasının gençliğinde “cazip” diye nitelenen türden bir genç kadına dönüştüğünü fark etti şaşkınlıkla. Şaşkınlıkla; çünkü o zamana kadar Diana’yı bir şekil olarak değil, bir zihin olarak düşünmeye alışkındı. Bu düşüncenin ardından ise hoş bir gurur duygusu geldi hemen, çünkü St. Merryn Lisesi gibi bir okulda çocuklara yalnızca eğitim öğretim vermezdiniz, hayır… Burada, çocuk adına bir tür gerilla savaşı verirdiniz ve çocuk ne kadar güzelse hayatta kalma şansı da o kadar düşük olurdu, çünkü cehaletin savunucuları sizi mangalar hâlinde yaylım ateşine tutardı. Kariyer potansiyelinden yoksun mesleklerin simsarları sizi yol boyunca sinsi sinsi takip eder; banknot kanatlı yanardöner kelebekler öğrencilerinizin önünde uçuşur, onları kendilerini kovalamaya teşvik ederdi. Fotoromanların pusu havayı kirletir, erken evliliğin yapış yapış ağları patikanın etrafına örülürdü.
Yahut kuş beyinli anneler aniden çalılardan fırlar, miyop babalar ise kararsızlıkla tökezleyerek önlerine çıkardı. Titreşen dikdörtgen gözler hipnotize edici bir biçimde gölgelerde ışıldar; ilkel davullar huzursuzluk verici, büyüleyici ritimlerini vururlardı ve yukarıda alaycı kuşlar durmaksızın haykırırdı: Evladım mutlu olduğu sürece ne fark eder?.. Ne fark eder?.. Ne fark eder?.. O yüzden, tüm bu tehlikeleri aşıp mezun olabilenlere bakarken başarınızla gurur duymaya hakkınız vardı kuşkusuz. Gerçi dürüst olmak gerekirse, Bayan Benbow Diana’nın da hakkını teslim etmeliydi. İtiraf etmeliydi ki kızın korunmaya pek ihtiyacı olmamıştı.
Tehlikeler onun canını sıkmamıştı. Baştan çıkarıcı fikirlere, baştan çıkarma amaçlı oldukları hiç aklına gelmemiş gibi mesafeli kalmıştı. O daha ziyade, ilginç bir diyardan geçen zeki bir yolcunun tavrına sahipti: Hedefini henüz bilmiyordu ama onu bekleyen bir yer kesinlikle vardı; hatta yol kenarındaki mola yerlerinde ve ilkel köylerde takılıp kalarak yolculuktan vazgeçenler, onu şaşırtıyordu bile. Bayan Benbow, Diana başarılı olduğu için elbette memnundu ama bu başarı sırf kendisi sayesinde değildi, hayır… Diana çok çalışmış, başarıyı hak etmişti. Bayan Benbow’un onun için dileyebileceği tek bir şey vardı artık; her ne kadar, tembel ve konformist çocuklarla uğraşan birinin dilemesi için çok korkunç bir şeyse de bu, yine de… Eh, insan gerçekten de, Diana’nın biraz daha az bağımsız olmasını diliyordu.
Bayan Benbow salonun kenarına yaklaşmıştı. Diana onun yaklaştığını gördü. “İyi akşamlar Bayan Benbow.” “İyi akşamlar Diana. Seni tebrik etmek istedim. Harika, gerçekten harika… Gerçi başarılı olacağını hepimiz biliyorduk tabii, olmaman hepimizi feci hayal kırıklığına uğratırdı. Ama senin kazandığın başarı, senin adına beslediğim umutları bile aştı.” “Çok teşekkür ederim Bayan Benbow. Ama tek başıma yapmadım. Hepiniz bana yardımcı olmasanız ve ne yapmam gerektiğini söylemeseniz, fazla ilerleme kaydedemezdim, değil mi?” “Biz bunun için buradayız. Fakat biz de sana borçluyuz Diana. Bu devirde bile, öğrencinin kazandığı bir burs, mezun olduğu okula saygınlık getirir. Ki senin kazandığın burs, St. Merryn öğrencilerinden birine verilen en iyi burslardan biri. Bunu biliyorsundur herhâlde.”
“Evet. Bayan Fortindale gerçekten memnun görünüyordu.” “Memnun olmaktan da öte Diana. Sevinçten havalara uçuyor. Hepimiz öyleyiz.” “Teşekkür ederim Bayan Benbow.” “Annenle baban da çok sevinmiştir elbette.” “Evet,” dedi Diana bir parça ihtiyatla. “Babam çok memnun oldu. Cambridge’e gidecek olmam onu mutlu etti, çünkü kendisi gidebilmiş olmayı diler hep. Burs alamasam Cambridge asla söz konusu olmazdı. Olsa olsa…” Bayan Benbow’un Londra mezunu olduğunu tam zamanında hatırladı ve söyleyeceği şeyi değiştirdi. “…halka açık üniversitelerden birine gidebilirdim.” “Halk üniversitelerinin bazıları da çok iyidir gerçi,” dedi Bayan Benbow, sesinde hafif bir paylama tınısıyla. “Ah evet, elbette. Yalnızca… belli bir şeyi yapmayı kafanıza koymuşsanız… yani… Ne açıdan bakarsanız bakın, istediğinizden başka bir şey yapmak zorunda kalmak da bir tür başarısızlıktır, değil mi?”
Bayan Benbow bu yöne sürüklenmeyi reddetti. “Ya annen?” dedi. “Başarınla o da büyük gurur duyuyor olmalı?” Diana, kafasının içini görebildiği hissini veren o mavi gözlerle baktı ona. “Evet,” dedi makul bir tavırla. “Annem de öyle hissediyor.” Bayan Benbow’un kaşları hafifçe kalktı. “Yani gurur duyması gerektiğini hissediyor,” diye açıkladı Diana. “Ama duyuyordur da kuşkusuz?” diye itiraz etti Bayan Benbow. “Elinden geleni yapıyor. Bu konudan bahsederken gerçekten çok tatlı davranıyor,” dedi Diana. Bakışlarını yine Bayan Benbow’un gözlerine dikti. “Neden anneler, yatağa atılası biri olmayı, kafası çalışan biri olmaktan daha saygın bir şey olarak görüyor hâlâ?” diye sordu.
“Yani sonuçta tam tersini beklersiniz, değil mi?” Bayan Benbow gözlerini kırpıştırdı. Diana’yla ne zaman sohbet etmeye kalksa kız rahatsız edici bir şeyler söylerdi. Yine de sözlerini sakinlikle karşıladı. “Bence,” dedi makul bir biçimde, “‘saygın’ yerine ‘anlaşılabilir’ demek daha doğru. Ne de olsa, annelerin büyük kısmı için ‘kafası çalışan’ insanların dünyası gizemli, kapalı bir kitaptır ve onlar bu dünyayı maalesef tanımıyorlar. Buna karşılık hepsi, diğer dünyayı anladıklarını, ilgili konularda uzman olduklarını sanıyorlar ve bu yüzden de yardımcı olmaya çalışıyorlar.” Diana bunu düşündü. “Ama ‘saygınlık’ durumu da hâlâ geçerli bence. Neden, pek anlamıyorum gerçi,” dedi, hafifçe kaşlarını çatarak. Bayan Benbow başını iki yana salladı. “Saygınlık ile topluma uyum sağlama çabasını birbirine karıştırıyor olabilir misin?” diye sordu. “Ebeveynlerin, kendi anladıkları bir düzene çocuklarının da uymasını arzu etmesi doğal.” Duraksadı, sonra devam etti:
“Bir ev hanımının kızı kariyer yapmayı tercih ettiğinde, dolaylı olarak annesini eleştirmiş oluyor. Bu aklına geldi mi hiç? Bu tercihle, ‘Senin yeterli bulduğun yaşam tarzı benim için yeterli değil anne,’ demiş oluyor. Herkes gibi, anneler de bundan pek hoşlanmaz.” “Hiç bu açıdan bakmamıştım,” diye itiraf etti Diana, düşünceli düşünceli. “Demek istediğiniz… alttan alta, kızlarının başarısız olmasını umuyorlar, öyle mi? Böylece kendilerinin baştan beri haklı oldukları kanıtlanacak. Öyle mi?” “Biraz abartmıyor musun Diana?” “Ama mantığı devam ettirince buna varıyor, öyle değil mi Bayan Benbow?” “Şu anda daha fazla mantık yürütmeyelim bence. Tatilde nereye gideceksin?”
“Almanya’ya,” dedi Dana. “Fransa’ya gitmeyi tercih ederdim ama Almanya daha faydalı gibi…” Bir süre bu konuda sohbet ettiler. Sonra Bayan Benbow onu bir kez daha tebrik etti ve üniversite hayatında başarılar diledi. “Her şey için çok minnettarım,” dedi Diana. “Sizler bu kadar memnun olduğunuz için de ayrıca sevindim. Tuhaf şey,” diye ekledi düşünceli düşünceli, “ben herkesin, yatağa atılmaya değer olabileceğini sanırdım. Yani işin kolay kısmı o. Bu yüzden, annelerimizin…” Ama Bayan Benbow o konuya geri dönmeyi reddetti. “Hah,” dedi. “Bayan Taplow da burada. Seninle konuşmaya can attığını biliyorum. Gel bakalım…” Onu çabucak o tarafa sürükledi ve Bayan Taplow bir parça ihtiyatla Diana’yı tebriğe başladığında Bayan Benbow döndü ve Brenda Watkins’le burun buruna geldi. Brenda’yı çok küçük, çok yeni nişan yüzüğü için kutlarken –bunun, üniversitelerden alınabilecek her tür burstan daha önemli olduğu aşikârdı kıza göre– arkasında Diana’nın, görüşlerine devam ettiğini duyabiliyordu:
“…yani yalnızca kadın olup başka hiçbir şey olmamak, kariyer olanaklarından yoksun bir meslek sahibi olmak gibi geliyor bana Bayan Taplow. Sonuçta yalnızca kadınsanız, kadın olma işinde terfi edemezsiniz, değil mi? Bir sarayın hareminde falan işe başlamadığınız sürece?..” “Bu kız kime çekti böyle, hiç bilmiyorum,” dedi Bayan Brackley şaşkın şaşkın. “Bana çekmediği kesin,” dedi kocası. “Ailemden, kafası çalışan birinin çıkmasını dilediğim çok olmuştur ama bildiğim kadarıyla hiç çıkmamış. Neyse, kime çektiği fark etmez zaten.” “Ben kafasının çalışmasından bahsetmiyorum. Benim babam da zeki, yoksa müteahhitlikte o kadar başarılı olamazdı. Benim kastettiğim… eh, bağımsızlık diyebilirsin sanırım.
Her şeyi sürekli sorgulamasından bahsediyorum. Sorgulanması gerekmeyen şeyleri bile sorguluyor.” “Ve arada bir kulağıma gelenlere bakılırsa, bazen çok komik yanıtlar buluyormuş,” dedi Bay Brackley. “Bir tür huzursuzluk bu,” diye ısrar etti Malvina Brackley. “Elbette tüm genç kızlar huzursuzluğa kapılır, beklenen bir şey bu ama onunki… normal değil.” “Hiç erkek arkadaşı olmadı,” diye yorum yaptı kocası, dobra dobra. “Sorun arama hayatım. Ararsan bulursun.” “Ama öylesi daha normal olurdu. Diana gibi güzel bir kız…”
“Evet, istese erkek arkadaş bulurdu. Kıkırdamayı öğrenmesi ve erkekleri paniğe sevk edecek şeyler söylememesi yeterli.” “Ah, Diana ukala değil Harold.” “Biliyorum. Ama insanlar ukala olduğunu düşünüyor. Muhafazakâr bir mahallede yaşıyoruz ve burada yalnızca üç tür kız var: geçimli, kıkırdayan ve ukala. Başka kız türü tanımıyorlar. Medeniyetten nasibini alamamış bir yerde yaşamak yeterince kötü zaten, bir de mahallenin hödüklerinden biriyle çıkmasını istemezsin kuşkusuz?” “Hayır, elbette istemem. Ama yine de bu…” “Biliyorum. Daha normal olurdu. Hayatım, okulda Bayan Pattinson’la son konuştuğumda, Diana’yı parlak bir geleceğin beklediğini söylemişti. ‘Parlak’ sözcüğünü özellikle kullandı ve bu, ‘normal’ anlamına gelen bir sözcük değil.
Hem parlak hem normal olmasını bekleyemezsin.” “Kızımızın mutlu olması, parlak bir geleceğinin olmasından daha önemli.” “Hayatım… normal dediğin insanların hepsinin mutlu olduğunu öne sürmeyeceksin herhâlde? Bu çok abartılı bir sav olur. Herkesin hâline baksana! Hayır, kızımız bir hödüğe âşık olmadığı için içtenlikle şükretmeliyiz. Öyle olsa, geleceği parlak olmazdı. Aslında bir düşünürsen, hödük için de iyi olmazdı. Endişelenme sen. Diana kendi yolunu bulur. Onun asıl ihtiyaç duyduğu şey, ufkunun genişlemesi.” “Gerçi… annemin en küçük kardeşi vardı böyle. Annie teyzem,” dedi Bayan Brackley, düşünceli düşünceli. “Pek sıradan biri değildi.” “Niye? Nesi vardı?” “Yok, yok, o şekilde demek istemedim. Şey, 1912’de… yoksa 1913 müydü… Neyse, Piccadilly’de maytap patlattığı için hapse atılmıştı.” “Bunu ne demeye yapmış ki?” “Atların bacaklarının arasına fırlatmış ve öyle bir kargaşa yaratmış ki trafik Bond Caddesi’nden ta Swan ve Edgar Caddelerinin kesişimine kadar tıkanmış. Sonra da bir otobüsün üzerine tırmanıp, ‘Kadınlara oy hakkı!’ diye bağırmaya başlamış ve tutuklanıp götürülene kadar da devam etmiş. Bunun için bir ay hapis cezası yemiş. Aileyi rezil etmiş. Bu kadar da değil. Hapisten çıktıktan kısa süre sonra, Oxford Caddesi’nde bir pencereye tuğla fırlatıp kırmış ve bunun için de iki ay yemiş. Ama bu sefer, hapisten çıktığında durumu pek iyi değilmiş, çünkü cezaevinde bir de açlık grevi yapmış.
Anneannem onu kırsala götürmüş ama teyzem bir şekilde geri dönmüş ve Bay Balfour’un* üzerine mürekkep şişesi fırlatmayı başarmış. Bu yüzden onu yine hapsetmişler ve bu sefer de, Holloway Cezaevinin bir kanadında yangın başlatıyormuş neredeyse.” “Girişimci kadınmış teyzen. Ama konuyla bağlantısını hâlâ tam olarak anlamadım?” “Yani teyzem de sıradan biri değilmiş, onu diyorum. Belki Diana annemin ailesine çekmiştir.” “Hayatım, Diana militan bir büyükteyzeden ne tür bir özellik almış olabilir bilmiyorum ve dürüst olmak gerekirse kime çektiği umurumda değil. Bahsettiğin özellik hangi özellikse, bir şekilde bizden geçmiş işte. Ve bana sorarsan şaşırtıcı, çünkü iyi bir iş çıkarmışız.”
“Elbette öyle Harold, hayatım, elbette öyle… Onunla gurur duymaya hakkımız var. Yalnızca… eh, en parlak hayat her zaman en mutlusu olmuyor, değil mi?” “Bilmiyorum. Sen ve ben, parlak olmadan da mutlu olunabileceğini biliyoruz, en azından ben biliyorum. Ama parlak birinin kendisini nasıl hissettiğine ve mutlu olmak için nelere ihtiyaç duyduğuna dair en ufak fikrim yok. Buna karşılık, bir başkasını mutlu edebileceğini biliyorum. Beni mutlu etti mesela, hem de… hem de tamamen bencilce bir sebepten dolayı: Çocukluğundan bu yana Diana’yı birinci sınıf bir okula gönderemediğim için vicdan azabı çekiyordum Malvina. Ah, St. Merryn’de iyi öğretmenler olduğunu biliyorum, Diana bunu kanıtladı da ama yine de aynı şey değil. Baban vefat ettiğinde, bunu bu saatten sonra bari başarabileceğimizi düşünmüştüm. Avukatlara gittim ve sordum. Üzgün olduklarını söylediler ama kararlıydılar; babanın talimatları son derece açıkmış: Para, Diana yirmi beşini bitirene kadar koruma altında kalacakmış.
Eğitimi için bile olsa ona dokunamazmışız ve teminat göstererek de kredi alamazmışız.” “Bunları bana hiç anlatmamıştın Harold.” “Yapılabileceğimden emin olana kadar ikinize söylemenin bir anlamı yoktu, ki zaten yapamadım da. Biliyor musun Malvina, bence babanın bize yaptığı onca şey arasında en tatsız olanı buydu. Sana hiçbir şey bırakmaması… Tamam, bu tam da ondan beklenecek şey. Fakat kızımıza kırk bin pound bırakması ama karakterinin oluştuğu seneler boyunca paradan faydalanmasına izin vermemesi!.. Bu yüzden diyorum ki, aferin Diana’ya.
Benim onun için yapamadığımı, babanın onun için yapmadığını, o kendisi için yaptı. Hiç farkında olmasa da ihtiyar piçin burnunu sürttü.” “Harold, hayatım!..” “Biliyorum hayatım, biliyorum. Ama gerçekten de, yani… Bugünlerde o kötü kalpli cinsi-lazım-değil pek aklıma gelmiyor, fakat geldiğinde…” Sustu. Küçük oturma odasında etrafına bakındı. Fena değildi, her şey biraz eskimişse de rahat bir odaydı. Ama yine de, bu pejmürde banliyöde, tıpatıp aynı evlerin dizili olduğu sokaktaki bu küçük, berbat yarı müstakil evde… Hayatlarının darlığı… Enflasyonun sürekli gerisinde kalan bir maaşla geçinme mücadelesi… Malvina’nın özlediği, satın alabiliyor olması gereken şeylerin pek azını alabilmek… “Benimle evlendiğine hâlâ pişman değil misin?” diye sordu. Karısı ona gülümsedi. “Değilim hayatım. Hem de hiç.” Bay Brackley onu kucağına aldı ve koltuğa taşıdı. Bayan Brackley başını onun omzuna koydu. “Hiç pişman değilim,” dedi tekrar, usulca. “Ama ben olsam, burs kazandığım için de daha mutlu olmazdım.”
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıLikenlerin Sırrı
- Sayfa Sayısı232
- YazarJohn Wyndham
- ISBN9786257314602
- Boyutlar, Kapak13,5x19,5, Karton Kapak
- YayıneviDelidolu /
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Şeytanın Gözyaşları ~ James Thompson
Şeytanın Gözyaşları
James Thompson
Şüphe uyandırıcı bir tesadüf eseri Dedektif Kari Vaara kendini, işkenceyle öldürülen Iisa Filippov’un cinayetini araştırırken bulur. Rus bir işadamının eşi olan Iisa son derece...
- Kefaret ~ Ian McEwan
Kefaret
Ian McEwan
“Kefaret” 1935 yazında bir gün, Tallis ailesinin on üç yaşındaki kızı Briony, ablası Cecilia ile ailenin hizmetçisinin oğlu, Cecilia’nın çocukluk arkadaşı Robbie arasındaki bir...
- Eugenie Grandet ~ Honore de Balzac
Eugenie Grandet
Honore de Balzac
Eugénie Grandet, “İnsanlık Komedyası” başlığı altında tasarlanmış dev romanlar dizisinin en tanınmış, en sevilen bölümlerinden biri.Klasik Fransız edebiyatının büyük yazarıHonoré de Balzac, ilk kez...