Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Leviathan
Leviathan

Leviathan

Paul Auster

Parlak ve yetenekli yazar Benjamin Sachs, karlı bir kış günü bir yol kenarında, hazırlamaya çalıştığı bombanın patlamasıyla paramparça olur. Yakın dostu Peter Aaron, Benjamin’in…

Parlak ve yetenekli yazar Benjamin Sachs, karlı bir kış günü bir yol kenarında, hazırlamaya çalıştığı bombanın patlamasıyla paramparça olur. Yakın dostu Peter Aaron, Benjamin’in umulmadık ölümünü araştırırken onunla ilgili akıl almaz bilgiler edinir. Olayı soruşturan yetkililer kendilerince bir “gerçek” uydurmadan, Benjamin’in ölümünün ardındaki gerçeği ortaya çıkarmaya çalışır. Benjamin, bir gizli örgüt üyesi midir? Neden bir başkasının kimliğine bürünmüştür? Leviathan, günümüzün en yaratıcı yazarlarından Paul Auster’ın başyapıtlarından. Kendi tarzını her romanında biraz daha yetkinleştiren Auster, gözüpek bir polisiye öyküyü yazınsal bir ustalıkla anlatırken, günlük yaşama beklenmedik bir biçimde giriveren şiddeti, kıvrak bir dil ve şaşırtıcı bir kurguyla sorguluyor. Leviathan, okurlarını derinden etkileyen bir dostluk ve ihanet romanı.

1

Altı gün önce, Wisconsin’in kuzeyindeki bir yol kenarında, adamın biri kendini havaya uçurdu. Hiç tanık yoktu, ama anlaşıldığı kadarıyla, yapmakta olduğu bomba kazayla patladığı sırada, adam yola park ettiği arabasının hemen yanındaki çayırda oturuyordu. Adli tıp raporuna göre, adam anında öldü. Gövdesi paramparça oldu ve patlamanın olduğu yerden on beş metre uzakta bile et parçaları bulundu. Bugüne (4 Temmuz 1990) kadar adamın kim olduğunu bilen çıkmadı. Yerel polis ve Alkol, Tütün, Ateşli Silahlar Şubesi’nin ajanları ile birlikte çalışan FBI, araştırmaya yedi yaşındaki mavi Dodge’a bakarak başladı; ama çok geçmeden arabanın çalıntı olduğu –12 Haziran’da Joliet’deki bir otoparktan güpegündüz çalındığı– anlaşıldı. Mucizevi bir biçimde patlamadan pek zarar görmemiş olan cüzdanı karıştırdıklarında da aynı sonuçla karşılaştılar. Polisler cüzdanı açınca bir ipuçları hazinesi bulduklarını sandılar –ehliyet, sosyal sigorta numarası, kredi kartları–, ne var ki, bu belgelerle ilgili bilgileri bilgisayara yükledikleri zaman, hepsinin ya sahte ya da çalıntı olduğu ortaya çıktı. Bir sonraki aşama, parmak izlerinin kontrolü olacaktı, ancak adamın elleri bombayla parçalandığından, parmak izi de kalmamıştı. Arabadan da hayır yoktu. Dodge, kömürleşmiş çe­lik ve erimiş plastikten oluşan bir enkaz durumundaydı; polisin tüm çabalarına karşın arabada tek bir parmak izi bulunamadı. Adamın ağzında diş kalmışsa, belki bu polise biraz yardımcı olur; ama bu da epey zaman alır, hemen hemen birkaç ay sürer. Sonunda mutlak bir şeyler yakıştıracaklardır, ama parçalanmış kurbanın kimliğini saptayıncaya kadar yapabilecekleri hiçbir şey yok.

Bence ne kadar uzun sürerse o kadar iyi. Anlatmak zorunda olduğum öykü oldukça karmaşık ve eğer polis bir sonuca ulaşmadan bitiremezsem, yazacağım sözcüklerin hiç anlamı kalmaz. İş ortaya çıkınca bin türlü yalan uydurulacak, çirkin saptırmalar gazetelerde, dergilerde çarşaf çarşaf yazılacak ve bir insanın saygınlığı göz açıp kapayana kadar yok edilecek. Yaptığını savunuyor değilim, ama o artık kendini savunacak durumda olmadığına göre, en azından onun kim olduğunu ve Wisconsin’in kuzeyindeki o yolun kıyısına nelerden geçerek geldiğinin gerçek öyküsünü aktarabilirim. O yüzden elimi çabuk tutmak zorundayım; zamanı geldiğinde hazırlıklı olmalıyım. Olur da işin sırrı çözülemezse, yazdıklarımı kendime saklarım, kimsenin bir şey bilmesine gerek olmaz. Olabilecek en iyi sonuç bu; tarafların tek söz söylemediği mutlak bir suskunluk. Ama buna bel bağlayamam. Yapmam gerekeni yapabilmek için, polisin sonuca yaklaştığını, onun kimliğini er geç bulacaklarını varsaymalıyım. Hem de yazacaklarımı bitirinceye kadar geçecek süre içinde değil, her an, şu andan başlayarak her an çözüme ulaşabileceklerini düşünmeliyim.

Patlamanın ertesi günü, ajanslar kısa bir haber geçtiler. Hani şu gazetedeki yazıların arasına sıkıştırıverilen, iki paragraflık, hiçbir şey anlatmayan haberlerden biri, ama o gün öğle yemeğimi yerken The New York Times’da gözüme ilişiverdi. Ve aklıma ilk gelen Benjamin Sachs oldu. Haberde, söz edilen kişinin o olduğunu belirten hiçbir şey yoktu, yine her şey yerli yerine oturuyor gibiydi. Neredeyse bir yıldır görüşmemiştik, ancak son konuşmamızda anlattıkları, başının iyice belada olduğuna, bir karanlık, belirsiz felakete koştuğuna inanmam için yeterliydi. Ne demek istediğimi anlatamadıysam, bombalardan söz ettiğini, sözü döndürüp dolaştırıp bombalara getirdiğini de açıklamalıyım. O günü izleyen on bir ay boyunca içimde hep bu korkuyla –onun kendini öldüreceği, bir gün gazeteyi açıp arkadaşımın kendini havaya uçurduğunu okuyacağım korkusuyla– yaşadım. Başlangıçta bu ürkütücü bir sezgiden, saçma bir önseziden öte değildi; ama bir kez aklıma düşünce bir daha kurtulamadım ondan. Haberi okuduktan iki gün sonra, iki FBI görevlisi evime geldi. Kim olduklarını söyledikleri anda, düşündüklerimde haklı olduğumu anladım. Kendini havaya uçuran adam Sachs’dı. En ufak kuşkuya yer yoktu. Sachs ölmüştü ve şu anda ona yapabileceğim tek iyilik, öldüğünü kimseye söylememekti.

Haberi okuduğum zaman keşke görmeseydim demiştim, ama iyi ki görmüşüm. Böylece, en azından şoku atlatmam için birkaç gün kazanmış oldum. FBI memurları soru sormaya geldiklerinde hazırlıklıydım, bu da kendimi tutmama yardımcı oldu. İzimi bulmalarının kırk sekiz saat almış olmasına da alınmadım. Sachs’ın cüzdanından çıkanlar arasında, adımın başharfleri ile telefon numaramın yazılı olduğu bir kâğıt parçası da varmış. Bunun üzerine beni aramaya başlamışlar. Ama aksiliğe bakın ki, o numara New York’taki evimin numarası ve ben de on gündür ailemle birlikte yazı geçirmek üzere Vermont’da kiraladığımız evdeyim. Burada olduğumu keşfedinceye kadar kim bilir kaç kişiyle konuştular. Bu arada, oturduğumuz evin Sachs’ın eski karısının evi olduğunu söyleyeyim de, öykünün ne kadar karışık ve karmaşık olduğunu iyice anlayın.

Polislere hiçbir şey bilmiyormuş gibi yapmaya, açık vermemeye çalıştım. Gazetedeki haberi okumadım, dedim. Bombalar, çalıntı arabalar, Wisconsin’deki köy yolları ile ilgili bir şey bilmiyorum, dedim. Yazar olduğumu, ekmeğimi kazanmak için roman yazdığımı, isterlerse araştırabileceklerini – ama bunun soruşturmalarına bir yarar sağlamayacağını, yalnızca zaman yitirmiş olacaklarını söyledim. Belki de öyledir, peki, ama ya ölünün cüzdanından çıkan kâğıda ne buyrulur, dediler. Beni herhangi bir şeyle suçlamıyorlardı, ancak adamın telefon numaramı üzerinde taşıması, aramızda bir ilişki olduğunu gösteriyordu. Bunu kabul etmeliydim, değil mi? Evet, tabii, ama böyle bir olasılık ille de gerçek olduğu anlamına gelmezdi. Birinin telefon numaramı edinmesi için binbir olasılık vardı. Dünyanın dört yanında dostlarım vardı, içlerinden biri numaramı tanımadığım birine vermiş olabilirdi, o da başka birine. Polisler olabilir tabii, dediler, ama insan tanımadığı birinin numarasını ne diye üzerinde taşısındı ki? Yazar olduğum için, dedim. Ya, öyle mi dediler, peki yazar olmanız ne fark eder? Çünkü kitaplarım yayımlanıyor, dedim. İnsanlar da onları okuyor ve ben o insanların kim olduğunu hiç bilmiyorum. Hiç bilmeden, yabancıların yaşamlarına giriyorum ve kitabım ellerinde olduğu sürece benim ağzımdan çıkanlar onlar için tek gerçek oluyor. Bu normaldir, kitap okurken öyle olur, dediler. Evet öyledir, dedim, ama kimi zaman kafadan çatlaklar da çıkar. Kitabınızı okurlar, kitaptaki bir söz içlerine işler. Birdenbire sizin kendilerine ait olduğunuza, dünyadaki tek dostlarının siz olduğunuza inanıverirler. Ne demek istediğimi açıklamak için de hepsi gerçek olan, hepsi başımdan geçmiş örnekler verdim. Dengesiz mektuplar, sabahın üçünde edilen telefonlar, imzasız tehditler. Daha geçen yıl, diye sözümü sürdürdüm, anladım ki adamın biri kendini benim yeri­me koymuş – benim adıma mektuplara yanıt veriyor, kitapçılara girip kitaplarımı imzalıyor, yaşamımın kıyılarında uğursuz bir gölge gibi dolanıyor. Kitap gizemli bir nesnedir, dedim, bir kez dünyada dolaşmaya başladı mı, her şey olabilir. Her türlü belaya yol açabilir ve bu durumda sizin elinizden hiçbir şey gelmez. İyi de olsa, kötü de olsa, ipler artık sizin elinizde değildir.

Olaydan hiç habersiz olduğuma inanıp inanmadıklarını bilmiyorum. İnanmadıklarını sanıyorum, ama inanmasalar bile bu strateji bana biraz zaman kazandırdı. Daha önce hiç FBI ajanlarıyla konuşmadığımı düşünecek olursak, sorgulama sırasındaki tutumum hiç de fena sayılmaz gibi geliyor. Serinkanlıydım, naziktim, hem yardımcı olmaya çalışıyormuş, hem de şaşkınlık içindeymiş gibi davranmayı becerdim. Bu kadarı bile benim için başarıdır. Genellikle insanları aldatmayı beceremem, yıllardır uğraşmama karşın kimsecikleri kandıramadım. Önceki gün bu konuda başarılı olmuşsam, bunda FBI memurlarının da payı vardı. Bu konuşmalarıyla da değil, görüntüleriyle, rollerine tam uyum sağlayan kılıklarıyla yaptılar; en ufak ayrıntıya kadar, kafamdaki FBI memuru tipine uyuyorlardı – açık renk yazlık takımlar, kalın köseleli pabuçlar, yıka-ütülemeden giy türünden gömlekler, geniş çerçeveli güneş gözlükleri. Bunlar olmazsa olmaz güneş gözlükleriydi ve bir yapaylık getiriyordu. Sanki bunları takanlar birer aktörmüş, ucuz bir filmde ufak bir rol oynayan figüranlarmış gibi oluyordu. Bütün bunlar beni tuhaf bir biçimde rahatlattı; şimdi düşünüyorum da, bu gerçek değilmiş görüntüsünün işime yaradığını anlıyorum. Bu, kendimi de bir aktör gibi görmemi sağladı ve bir başkası olduğum için onları aldatmaya, en ufak vicdan azabı duymadan yalan söylemeye hak kazandım.

Ancak, onlar da aptal değillerdi. Biri kırklarında, öteki çok daha gençti, belki yirmi beş yirmi altı; ama ikisinin de gözlerinde beni her an tetikte tutan bir bakış vardı. Bu bakışın ne olduğunu tam olarak anlatabilmem zor; ürkütücü olan, galiba boş bakmaları, içlerinden geçeni ele vermemeleri ve aynı anda hem her şeyi görüyormuş, hem de hiçbir şeyi görmüyormuş gibi olmalarıydı. Bu bakışlardan öylesine anlam çıkmıyordu ki, adamların ne düşündüklerini hiç kestiremedim. Gözleri, gereğinden fazla sabırlı, kayıtsızlığa bürünmekte gereğinden fazla ustaydı; buna karşın alabildiğine uyanık, sizi tedirgin etmek, ağzınızdan kaçanları ve dil sürçmelerinizi fark ettirmek, sizi sindirmek üzere eğitilmişçesine uyanık bakışlardı. Adları Worthy ve Harris idi, ama hangisi hangisiydi unuttum. Fiziksel yönden, insanı rahatsız edecek kadar, sanki aynı kişinin gençliği ve yaşlılığıymışçasına birbirlerinin kopyasıydılar: Uzun, ama fazla uzun değil; irikıyım, ama fazla irikıyım değil; sarı saçlar, mavi gözler, tırnakları tertemiz büyük eller. Gerçi konuşma tarzları farklıydı; ama bu ilk izlenimden kesin sonuçlar çıkarmaya kalkışmıyorum. Bildiğim tek şey, sıralarını beklemeleri, gerektiğinde rolü birbirlerine aktarmaları. İki gün önce bana geldiklerinde, genç olanı sert adamı oynuyordu. Soruları katı ve kestirmeydi, işini çok ciddiye alıyormuş gibiydi; örneğin hiç gülümsemiyor, zaman zaman küstah ve sinir bozucu bir resmiyet içinde konuşuyordu. Yaşlı olanı daha yumuşak, daha dostça davranıyor, konuşmayı doğal bir hava içinde sürdürmeye niyetli görünüyordu. Hiç kuşkusuz bu yüzden de çok daha tehlikeliydi, yine de onunla konuşmanın pek tatsız olmadığını itiraf etmeliyim. Kitaplarımla ilgili olarak aldığım manyak tepkileri anlatmaya başladığım zaman, bu konunun onu ilgilendirdiğini gördüm ve beklediğimden daha uzun süre anlatmama izin verdi. Beni yokluyor olmalıydı, konuşturarak nasıl biri olduğumu, kafamın nasıl çalıştığını kestirecekti, birinin benim kimliğimi kullandığından söz ettiğimde, bunu bir soruşturma konusu yapmayı bile önerdi. Belki bu da bir oyundu, ama pek sanmıyorum. Bu öneriyi reddettiğimi söylemeye gerek yok, fakat koşullar farklı olsaydı yardım önerisini geri çevirmeden önce bir kez daha düşünürdüm. Bu konu uzun zamandır canımı sıkıyor ve işin aslını öğrenmek istiyorum.

Ajan, “Ben pek roman okumam,” dedi. “Hiç zaman bulamıyorum.”

“Öyle, çoğu kişi roman okumaya zaman bulamaz,” dedim.

“Romanlarınız iyi olmalı. İyi olmasaydı, sizinle bu kadar uğraşmazlardı.”

“Belki de kötü oldukları için uğraşıyorlardır. Bu günlerde herkes edebiyat eleştirmeni kesildi. Okuduğun kitabı beğenmediysen, gider yazarı tehdit edersin. Bunun da kendine göre bir mantığı var. Herif senin canını sıkan bir şey yazmışsa, bunu ona ödetirsin.”

Memur, “Niye uğraştıklarını anlamak için, oturup kitaplarınızdan birini okumam gerek herhalde,” dedi.

“Umarım aldırmazsınız.”

“Tabii aldırmam. Okunsunlar diye kitapçılarda duruyorlar.”

Böylece ziyaret tuhaf bir biçimde bitti. FBI memuru kitaplarımın adlarını yazıp gitti. Adamın neyin peşinde olduğunu hâlâ kestiremiyorum. Belki kitaplarda bir ipucu yakalayacağını sanıyordur, belki de benimle işinin henüz bitmediğini, yeniden geleceğini ima etmek için böyle yaptı. Ne de olsa, ellerindeki tek ipucu benim ve eğer yalan söylediğimi düşünüyorlarsa beni kolay kolay unutmayacaklardır. Bunun dışında ne düşündükleri hakkında en ufak bir fikrim yok. Bana terörist gözüyle bakacaklarını pek sanmam; ancak bunu terörist olmadığımı kendim bildiğim için söylüyorum. Oysa onlar bilmiyorlar ve pekâlâ bu fikri geliştirip geçen hafta Winconsin’de patla­yan bomba ile aramda bir ilinti kurmaya çalışabilirler. Bunu yapmasalar bile, uzun süre benimle ilgilenecekleri bir gerçek. Sorular soracaklar, yaşantımı didik didik edecekler, kimlerle arkadaşlık ettiğimi öğrenecekler ve önünde sonunda Sachs’ın adı ortaya çıkacak. Bir başka deyişle, ben burada Vermont’da bu öyküyü yazmaya çalışırken, onlar da kendi öykülerini yazacaklar. Bu benim öyküm olacak ve öyküyü tamamladıklarında, beni benim kadar tanıyor olacaklar.

Karımla kızım, FBI memurları gittikten yaklaşık iki saat sonra eve döndüler. Sabah erkenden arkadaşlarına gitmişlerdi ve Harris ile Worthy geldikleri zaman evde olmadıklarına seviniyordum. Karımla hemen hemen her şeyi paylaşırız, ama bu olanları ona anlatmam gerektiğini sanmıyorum. Iris, Sachs’ı çok severdi, ama ben onun için birinci plandayım ve eğer Sachs yüzünden FBI ajanlarıyla başımın derde gireceğini anlarsa, beni durdurmak için yapmayacağı yoktur. Şu anda da bu riski göze alamam. Doğruyu yaptığıma sonunda onu inandırabilsem bile bu çok zaman alır, oysa benim böyle bir lükse ayıracak zamanım yok, her dakikamı üstlendiğim işe vermek zorundayım. Üstelik, Iris dediğimi kabul etse bile kendi kendini yiyecektir, bunun da bir yararı olmaz. Nasıl olsa sonunda gerçeği öğrenecek; zamanı gelince her şey gün ışığına çıkacak. Onu aldatmak istemiyorum, yalnızca olabildiğince uzun süre üzüntüden uzak tutmak istiyorum. Bunun da çok zor olacağını sanmıyorum. Nasıl olsa buraya yazmaya geldim ve Iris, küçük atölyeme kapanıp çalıştığımı sanırsa, bundan ne çıkar? Yeni romanım üzerinde çalıştığımı düşünecek ve nasıl canla başla çalıştığımı, saatlerce yazdıktan sonra ne kadar çok yol aldığımı görünce sevinecektir. Iris de denklemin bir parçası ve o mutlu olmazsa yazmaya başlama cesaretini bulacağımı sanmıyorum.

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Baumgartner ~ Paul AusterBaumgartner

    Baumgartner

    Paul Auster

    Neden bazı anıları hatırlar, bazılarını unuturuz? Baumgartner, sevgili eşi Anna’nın ölümü sonrasında büyük üzüntü yaşayan yetmiş bir yaşındaki felsefe profesörü Baumgartner’ın emekliliğe ve dünyadan...

  2. Lulu Köprüde ~ Paul AusterLulu Köprüde

    Lulu Köprüde

    Paul Auster

    Caz müzisyeni Izzy Maurer, New York’taki bir gece kulübünde bir kaza kurşunuyla vurulur ve yaşamı tümüyle değişir. Izzy, gizemli bir taşın büyüsüne kapılarak, ruhunun...

  3. Timbuktu ~ Paul AusterTimbuktu

    Timbuktu

    Paul Auster

    “İşte ben bunun hayalini kurdum Kemik Bey. Dünyayı daha iyi bir yer haline getirmenin hayalini. Ruhun kasvetli, karanlık kuytularına biraz olsun güzellik katmak istedim....

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. Aşktan ve Gölgeden ~ Isabel AllendeAşktan ve Gölgeden

    Aşktan ve Gölgeden

    Isabel Allende

    Bu öykü, birbirlerini amansızca seven, böylece sıradan bir varoluştan kendilerini sakınan bir kadınla bir erkeğin öyküsüdür. Bu öyküyü zaman aşımına karşı koyarak belleğimde gizledim;...

  2. Notre Dame’ın Kamburu ~ Victor HugoNotre Dame’ın Kamburu

    Notre Dame’ın Kamburu

    Victor Hugo

    1852’de Louis Bonaparte’ın imparatorluğunu ilan ettiği hükümet darbesine karşı çıktığı için sürgün edildi. Cezası 1859’da sona erdi, fakat imparatorluk yıkılana kadar gönüllü olarak sürgünde...

  3. Tutsağın Tahtı – Bir Elfhame Romanı ~ Holly BlackTutsağın Tahtı – Bir Elfhame Romanı

    Tutsağın Tahtı – Bir Elfhame Romanı

    Holly Black

    Hapsedilmiş bir prens. İntikam peşinde bir kraliçe. Ve Elfhame’in geleceğini belirleyecek bir savaş. Prens Oak, ihanetinin bedelini ödüyor. Kuzeyde hapsedilmiş, canavar yeni kraliçenin iradesine...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur