Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Le
Le

Le

M. Sadık Aslankara

“Bethoven gittikçe yükselen gümgümlerle kapıyı vuruyor. Sonra bir salkım kınalı üzümün, üzerinde buğusu incecik kabuğuyla, taneleri arasından dolanıvermiş asma yaprağıyla öylece kayıvermesi etli, sulu,…

“Bethoven gittikçe yükselen gümgümlerle kapıyı vuruyor. Sonra bir salkım kınalı üzümün, üzerinde buğusu incecik kabuğuyla, taneleri arasından dolanıvermiş asma yaprağıyla öylece kayıvermesi etli, sulu, olgun taneleriyle sepetin kenarından. Yavaş çekim çiltim çiltim dağılışı, eli kolu başka yerde pelte halinde yere yapışıp titremesi, kalması öyle.”Le’nin anlatıcısı, yalnız yaşayan bir sinema yazarı. Günlerini sessiz, içine kapanmış, insanlardan uzak geçiren ilkeli bir aydın. Ama yaşam bazen bacadan da girer: Yazılarından birinin yankısı büyük olur ve ülkenin en sıra dışı kadın oyuncusuyla tanışmak zorunda kalır. Hem de ne tanışma. Gül Erguvan, kısa adıyla Aysel, yazarın hayatının akışını değiştirecektir. M. Sadık Aslankara’nın yeni romanı Le, okurken yer yer gülümseten, yer yer hüzün yüklü bir çağdaş zaman öyküsü anlatıyor. Kadınlık durumu, kimlik, etnik köken-mezhep tartışmaları, halk-aydın ilişkisi…

*

Kırk yıl önce
paytak adımlarla, yazarlığın dikenli yollarından
adım atıp
nice sonra ardına baktığında
aslında bir arpa boyu bile yol almamış olduğunu
gören çocuğun
kırk yıllık minnetiyle,
ilk yayıncısı Sami Karaören’e,
süregidecek sevgiyle…

GÜL

Kapıyı kapatırken elimdeki torbaları fırlatırcasına bir anda yere serip saçarak önce anahtarı çevirmiş, ardından güvenlik kilidini döndürüp zinciri geçirmiş, sırtımı, berkittiğim kapıya verip derin bir soluk koyuvermiştim. 2 numara da, 3 de, 4 de böyle yapıyordu, kulağıma gelen sesler, ortak şifrelerle yaşadığımızı gösteriyordu bana. Beş katlı apartmanın öteki daire sakinleri de buna uygun davranıyor olmalıydı, sesleri duymasam da benim gibi davrandıklarından emindim. Ben 1 numaraydım. Yan tarafımdaki 2, üstümdekiler 3’le 4. Yan komşum benim gibi koşarak, yıllar süren ısrarlı direncimizden sonra yirmi dört saat boyunca sürekli aydınlatılan merdivenleri iniyor, sonra birden kayboluyordu. Sırtını verdiği kapının arkasından nefeslerini, derin solumalarını duyuyordum onun. O da benim gibi yalnızdı, kimbilir nerelerde çalışan bir görevli, belki sekreter… Arada bir cumartesi akşamüzerleri, toplandıkları bir iki arkadaşıyla kulağıma çalınan soluk fısıltılar, dizginlenmiş kesik kahkahalar da olmasa, orada yaşayıp yaşamadığı bile belli olmuyordu kadının. Cumartesi yalnızlığını benden iyi kim bilebilir? Belki Selim İleri… Yalnız yaşamak, yalnız olmak, yalnız kalmak, yalnızlaşmak, yalnızlaştırılmak, yalnızsızlaşmak… O cumartesi de böyleydi işte; pazar alışverişi, market, kitap, CD, sonra temizlik, çamaşır, haftalık yemek, şu bu… Bir sınırın iki yakasında güvenli bölgeyle saldırıların, hücumların hüküm sürdüğü güvensiz bölge arasında şaş – kınlıklara uğrayarak yaşamak… Ağızları burunları sakızlı balonlarda körüklenircesine inip inip kabaran tinerciler, insanın üzerine üzerine yürüyen, var mı yan bakan diyerek aranan dik bakışlı kent bıçkını, tayfa bozuntusu maçolar, sonra pazarcılar, ka – dınları azarlayıp aşağılayan, bunun altında kalmamak için kalabalığa omuz atarak arkalarında teldolap benzeri pazar çantası taşıyan bıyıklı kadınlar… Hem herkesin herkesleştiği, hem de hiç kimselerin herkesleşmeyi kabul etmeyip ötekileştiği bir ahir zaman kentiydi burası. Latin Amerika sokaklarındaydım, Filistin’deydim, sağımda solumda her an patlamaya hazır bombalar, beni yutmaya hazır tuzaklar… Yaşadığım bütün bu vurgunların ardından elimde torbalar, koşarcasına çıkmıştım Özgürlük Parkı’ndaki taraçalardan yukarıya, fazladan market torbaları, iki kitap, bir müzik albümüyle. Haftanın en gergin günüydü cumartesi kilidi altında geçen bu zaman, korkudan altıma kaçırmamak için tere boğulduğum ama yanı sıra özlemini çektiğim bir ölümcül hazdı ya da. Kendimi içeri atıp, sonra kilitleyip kafesime, sonra soyunmaya çalışıp korkularımdan, yalnızlıklarımdan yıkılmıştım koltuğa, bitkin bir maden işçisi gibi cumartesisi pazarı yok edilmiş halde. Kendi soluğumu dinlemiştim, göğsümün sönüp yükselişine bakmıştım. Bir çıtsızlık anıydı bu benim için. Kahve suyu koymuştum kendime geldiğimde. Ardından iş tulumlarımı geçirmiştim sırtıma. İç güvenlik bölgemdeydim. Az sonra elektrik süpürgesinin yatıştırıcı, esenleyici sesine bırakacaktım kendimi; korkularımı, tedirginliklerimi, ürküntülerimi, ürpertilerimi makine gürültüsünün labirentlerine salacak, ruhumu arındıracaktım böylece… Sonra çamaşır makinesi, ardından fırın, ocak; düşünecektim bir güzel; yılgılardan, kuşkulardan uzakta düşlere dalacaktım, unutulmaz filmlerin kareleri eşliğinde… Kapı zilini susturmalı, telefonu kapatmalıydım, perdeleri çekmeli, küçük avluya açılan terasın kepenklerini örtmeli, demir parmaklıklı akordeon sürgüyü kilitlemeliydim, içimi kalaylayabilmek amacıyla aynaları boyamalıydım hatta, boyamalıydım ki, kendimi daha iyi görebileyim, kendimle daha esaslı yüzleşebileyim… Sonradan yaşadıklarım ise tam anlamıyla tüy dikmişti bunların üzerine… Adı Aysel’di. Kürt’tü, Alevi’ydi. Hayır, Alevi’ydi, Kürt’tü. Kendisinin de önem vermediği anlaşılıyordu bu sıralamaya. Birinde “Kürt’üm, Alevi’yim,” diyordu, diğerinde “Alevi’yim, Kürt’üm.” O zaman önemsemediğini seziyordum bunu, önemli değil bu diyordum, demek ki. Ha Kürt’tü, Alevi’ydi ha Alevi’ydi, Kürt’tü ama ya adı, gerçek adı neydi, Aysel miydi? Çok sonra günün birinde, “Ben Gül’üm,” deyivermişti, dudaklarını usulca dudaklarıma dokundurup hafifçe altdudağımı dişleyerek. “Dersimli Gül”, “Kızıl Gül”. Böyle diyordu Binbir Gece Masalları’nın Uzakdoğulu kervanlarından yenice indirilmiş ılık baharat ağdası salan karanfil kokulu tazecik nefesiyle. Herkesin Gülerguvan’ıydı o. Yeşilçam’ın delimsirek karakter oyuncusu, tuhaf iniş çıkışları, aykırılıkları, sıra dışılıkları, kural tanımazlıkları, hatta vurdumduymazlıklarıyla öne çıkmış çılgın kadın. Bu onun adı veya soyadı mıydı yoksa uydurduğu bir tamlama mıydı bilmiyordum. Gül Erguvan’dan, Güler Guvan’ dan bir yakıştırma da olabilirdi elbette, erguvanın eklendiği bir buluşturma da. Sonra takma ad olamaz mıydı? Gülerguvan adı kulağıma çalınmamıştı daha önceleri. İlk kez bir Yeşilçam oyuncusuyla önümüze gelmişti belki bu ya da bana öyle geliyordu. Tek bir sözcükten oluşan bir ad, ben kadınım diyen, soyundaki erkekler tarafından adlandırılmaya karşı çıkan, ötesinde isyan eden. Füruzan, Nilüfer de böyle sanatçılar değil mi? Ona âşık olmuştum. O mu beni ağına çekmişti âşık olmam için, yoksa ben mi zavallı tuzaklar kurmuştum aptalca bir rüzgâra kaptırıp kendimi bilmiyordum.

İsteklendirip kıvrandıran, tül hışırtısı, çay kaşığı şınıltısı bir çağıltıyla insanın derisini kaldıran o kışkırtıcı sesin, sonrasında yaşadıklarımın bunda büyük payı vardı kuşkusuz. Kendi kafesimin gecesindeydim, cumartesi yalnızlığında mı, pazartesi herkesliğinde mi? Sıçramışım, elim saate gitmişti önce, aranırken gözlüğümü düşürmüştüm. Lanetler yağdırıp, korkuyla camına bir şey olmasa bari diye doğrulurken ayırdına varabilmiştim, saatten değil telefondan yayıldığını sesin. Gözlüğümü çiğnemesem. Çıplak ayakuçlarımla zemini yoklayıp dikkati elden bırakmadan telefona yönelmiştim. Daire kapısının arkasında, askılığın bir köşesindeydi almaç. “Sen ibne misin?” Sinirlerim kirpi gibi dikilmişti, üstelik gözlüğüm de yoktu. Nefesimi tutmuş halde, tam almacı yerine oturtacaktım ki can havliyle atılmıştı: “Dur kapatma, sen şu ünlü sinema yazarı…” Bugüne dek hiç kimse böylesine çirkin bir seslenişi layık bulmamıştı bana. Oysa telefondaki, adımı söylemekle yetinmemiş, yayımlanan her yazımı okuduğunu; ama bunları yazanın, safın teki değilse eğer, bir kısık gülüşle eklemişti de hatta andavallının diye, kesinlikle puşt, artniyetli, belki de kalemini satan biri olduğuna inandığını söyleyip bir kez daha yinelemişti: “Değilsen neden böyle yapıyorsun?” Ardından adını vermişti, “Ben Gülerguvan… Yani Aysel…” İlk o zaman duymuştum “Kürt’üm”, “Alevi’yim” sözünü ondan. Sonraları olur olmaz yerde, gelişigüzel döküp saçışına tanık olacaktım bu iki sözcüğü, sıklıkla, farklı sıralamalarla. Onu dinlerken içimde kopan fırtınaları güçlükle bastırabilmiştim. Adını duyunca da değişmiştim hemence. Bir yandan kendimi didikliyordum. Nasıl tanımazsın sesini be adam?

Konu Düğüm’dü. Bir düğünü anlatıyordu film. Hak – kârili gelinle Sökeli damadın İzmir’de deniz kıyısında düzenlenen düğün törenlerini. Filmin yönetmeni, Düğüm’le aslında “düğün”ü imlediğini, eğretilemelerle bunun düğüme dönüştüğünü göstermeye çabaladığını, düğümün çözümünün düğünde olduğunu, filme eleştirel gözle bakılacak olursa düğündeki düğümlerin tek tek ortaya konulmasının olanaklı olduğunu, bir dönem yasaklansa da sonuçta bu ilginin filmin amacına ulaştığını gösterdiğini, bundan da gerek toplumsal gerekse bireysel açıdan büyük mutluluk duyduğunu açıklamıştı bir magazin gazetesinin hafta sonu ekine. Gülerguvan, filmin tam bir “ikiyüzlülük” örneği olduğunu söylüyordu. Temele Türk bakışı yerleştirilmişti bir kez. Oysa ikili açıdan da bakılabilirdi olaylara. Sonra traji komiği anlardı elbette, ama olup bitenlere dümdüz komedi kavrayışıyla bakmak da neyin nesiydi? Bu düpedüz Kürt halkıyla alay etmekti. Düğün yemeği planlarıyla fotosel aydınlatmalı, musluklu tuvalet sahnesi bunun somut örnekleriydi. Yasaklattırılmıştı ki, vatandaş yanlış yönlendirilsin, filmde doğruların yer aldığı sanısına varsın, yönetimce istenmediği için halkın filmle buluşmasına engel olunmaya çalışıldığı, böylelikle filmin izlenmesinin engellendiği ama sonunda yasal yolla da olsa gerçeklerin gün yüzüne çıktığı izlenimi edinsin… Senaryo danışmanı olarak Düğüm’ü yanlış yerlere çektiğimi bağırmıştı âdeta, telefonun öteki ucunda. Bir ferahlıkla atılmıştım: “Filmle herhangi bir ilgim yok Gülerguvan Hanım.” “Bana Aysel de, Deli Aysel.” Ardından hışım yüklü bir sesle sürdürmüştü: “Diyelim öyle olsun, bak okuyorum: ‘Düzeyli Bir Kara Komedi: Düğüm.’ Sen yazmışsın, başlığı da böyle… Yanlışa destek veriyorsan, yanlışın yanında olmaz mısın o zaman?” Gürzünü indirmişti bir kez daha: “Bu ibnelik değil de nedir, ha?”

Gürlemesine yanıt vermeyişimden ötürü mü yoksa geçiştirdiğimi düşündüğü için mi bilmiyorum, bir anlık susku girmişti araya. “Bunları sonra görüşürüz Gülerguvan Hanım,” deyip telefonu kapatmayı düşünürken ben, o bir kez daha meydan okumaya girişmişti: “Aysel de, Aysel! Nerdesin şu anda, n’apıyorsun, ver adresini, atlayıp sana geliyorum…” Donmuştum, ne yapmak istiyordu, olay mı çıkaracaktı yoksa? “Korkma hemen, anlatmak istiyorum bunları tek tek sana, ne o, çekiniyor musun yoksa?” Ne diyebilirdim; saatime bakmıştım yalnızca, akrep yelkovan, hangisi nerede duruyordu karıştırıyordum belki, belki de sabah olmuştu… “Hayır yani, korkuyorsan gelmeyeyim, bu da insanca bir duygu elbette…” Öylesine dürtmüş, öylesine fitilleyip ateşlemiş, öylesine gözümü karartmama yol açmıştı ki, adresimi vermezlik edemezdim artık. Gülerguvan, Türk sinemasının en aykırı oyuncusuydu, seyirci onu böyle tanımasa da o kendisini böyle biliyor, böyle tanıyor, böyle de seslendiriyordu. Parlayan çinimürekkebi saçlarını geriye atmış, her biri oval yüzünü sedef kakma ışıltıyla mühürleyen apak düzgün dişleriyle gülerek “Aptallar,” demişti, “aykırı olunmadan sanatçı olunur mu hiç?” Günlük bir gazetenin sanat-kültür sayfasında haftada bir sinema eleştirileri yazıyordum. Bu arada kimi yönetmenlere yardımcı oluyor, istekleri doğrultusunda senaryo düzenlemeleri de yapıyordum. Ama Düğüm’e herhangi katkım olmamıştı aslında, yönetmenin çağrısıyla bir kez kurgusunda bulunmuştum o kadar. Filmi nasıl bulduğumu sormuştu yönetmen. Beğendiğimi, düzeyli bir kara güldürü örneği olduğunu söylemiştim. Gösterimin ilkin yasaklanması, ardından serbest bırakılması, aylar sonra da olsa film üzerine bir yazı kaleme almaya itmişti beni. Takıldığım yerler olmuştu elbette, ama bunca serüvenin üzerine yönetmene eleştiri okları yöneltip filmiyle ilgili kuşku dolu sorular ortaya atmam ne kadar doğru olacaktı peki? Gülerguvan da kalkmış hesap soruyordu şimdi, haklıydı elbet, ben de haklıydım ama, filmi kötüleseydim iyi mi yapmış olacaktım? Deli Aysel için bunların önemi yoktu, önemli olan anlara bağlı, anla gelişip değişen durumlardı herhalde… Bunda Kürtlüğü, Aleviliği denli mesleğinde oyuncu olarak bir türlü benimsenemeyişinin, hep şablon rollerde oynatılışının da payı vardı sanırım. Ayşen Gruda’ya, İlyas Salman’a, nicesine biçilen gömlek, bir kez de ona giydiriliyordu. Evet, öfkeliydi, bunu setteki tutumlarında, davranışlarında da gözlemiştim bir iki kez. Durduk yerde parlıyor, araya küfürlerin de karıştığı külhan tavırlarla herkesi kırıp atıyordu. Birinde sette konuğu olduğum yönetmen, “Manyak karı,” diye fısıldamıştı kulağıma, “düzeni yok ondan oluyor bütün bunlar, yüzüne bakılacak biri olsa bari…” Yoğun birikimi vardı oysa, görmüştüm, bir kıyıda birileriyle tartışırlarken. Setlerde varlığımı, yokluğumu kimseler ayırt etmezdi zaten, yönetmenin beni tanıtma girişimini de engellerdim hep. Aman, sakın ha!.. Sıradan bir konuktum ben, o kadar… O karmaşada kitap okuduğuna bile tanık olmuş, şaşırmıştım. Sonraları basından da izlemeye koyulmuştum onu, üç sütuna röportajlarını, pek pek iki sütuna yayılmış sinemadaki haberlerini okumuş, bu arada hakkında epeyi bilgi toplamıştım. İzmir Dokuz Eylül Üniversitesi Sinema-Televizyon Bölümü’nde okumuş, ardından aynı fakültenin Sahne Sanatları Anasanat Dalı’nda yüksek lisans yapmıştı. Sinemadaki tutumuna bakarak öğrencilik yıllarının pek öyle olaylı geçmediği ortadaydı, başarılarla dolu yükseköğretim yaşamı düzgün bir öğrencilik kimliğiyle örtüşüyordu çünkü. On yıla varmamıştı perdede görünmeye başlayalı, yaşı otuz beşe ancak ulaşmış olmalıydı. Bir İspanyol ya da Latin güzelini anımsatıyordu, ama onlara oranla oldukça zayıftı. Sıska denecek denli zayıf. Yönetmen, belki de zayıflığı nedeniyle güzel bulmuyordu onu, oysa ben, daha ilk görüşümde etkilenmiştim ondan. Olağanüstü güzeldi. Hayır, o kadar güzel değildi ama, çevresine yaydığı güven, burnundan kıl aldırmaz tutum, ölçülü ama içten, heyecanlı ama soğukkanlı, saygılı ama korkusuz, patavatsız ama abartısız davranışları onu olduğundan daha güzel gösteriyordu… Belki de bana öyle geliyordu, bilmiyorum. Benim gibi, komşum gibi biriydi kuşkusuz o da. Yalnız, kupkuru, karamsar, mustarip, güvensiz… Ben, evdeki iş makinelerimle avutuyordum kendimi; elektrik süpürgesi, çamaşır, bulaşık makinesi… Yeniden yeniden, sonra bir daha, ardından bir daha… Gülerguvan böyle yapmıyordu belki, bir sinema oyuncusuna ev işi yapmak yakışmazdı; bir gündelikçisi olmalıydı. Ama o da yalnız, karamsar, mustaripti, görmüştüm işte… Hepimiz de bir gaz sızıntısından artakalmış maskelilerdik. Kıyıda, köşede serilip ölmemişsek eğer, kafeslerimizdeki kendi güvenli bölgemizin koruyucu kanatları altına sığınmamızdan kaynaklanıyordu bu. Ölmemiştik, yaşıyorduk işte, baygın, kendi tüneklerimizde. Kapıyı açar açmaz erguvani tırnaklı ince, zarif parmaklarıyla göğsümden telaşla itmişti, belki de iter gibi yapmıştı. Çünkü bunun için güç uygulamamıştı, ama ben bir iki adım geriye kayıp askılığın önüne çekilmiştim. Soluk soluğa kalmıştı sanki. Göz açıp kapayana dek geçen kısacık sürede gelmesine mi bağlamak gerekiyordu bunu? Ama ben şaşkınlıktan, heyecandan zamanın bir solukta aktığını sanmış da olabilirdim pekâlâ. Gülerguvan, aşağıya inen merdivenlere gözlerini dikmiş, her an bir yerlerden çıkageleceğini sandığı sesleri dinlemiş, otomat lambalarının sönmesini, ortalığın kör karanlığa dönüşünü beklemişti. “N’oluyor, niye sönmüyor bu? Senin gibi bozuk mu yoksa bu da?” Aynı heyecanla kapıyı örtmüş, üze….

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Roman (Yerli)
  • Kitap AdıLe
  • Sayfa Sayısı200
  • YazarM. Sadık Aslankara
  • ISBN9789750711855
  • Boyutlar, Kapak12,5x19,5 cm, Karton Kapak
  • YayıneviCan Yayınları / 2010

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Ondancı ~ M. Sadık AslankaraOndancı

    Ondancı

    M. Sadık Aslankara

    Kör olsaydım neleri yitirirdim sonsuzca? Sağır olsaydım ya da dilsiz? Burnum hiç mi hiç koku almasaydı ne yapardım? Kolsuz biri olmak nasıl bir şeydi...

  2. Bin Yüz Bir Giz ~ M. Sadık AslankaraBin Yüz Bir Giz

    Bin Yüz Bir Giz

    M. Sadık Aslankara

    Bin Yüz Bir Giz, Salihli’nin idealist belediye başkanı Zarif Bey’in sanata yönelik bir düşüyle başlıyor; Zarif Bey, göreve gelir gelmez, Salihli’ye bir tiyatro kazandırmak...

  3. Şano ~ M. Sadık AslankaraŞano

    Şano

    M. Sadık Aslankara

    İşte böyle yenge, senle ben üzerlerine tiyatro acısı çalınmış iki kadınız. Bu sanata iki hayat vermiş, iki şehidi olan kadınlar, ne kadar uzağındayız şimdi...

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. Yüz Yıllık Bir Koku Hikâyesi – Eyüp Sabri Tuncer ve Dört Kuşağı ~ Meltem Çıplak NayırYüz Yıllık Bir Koku Hikâyesi – Eyüp Sabri Tuncer ve Dört Kuşağı

    Yüz Yıllık Bir Koku Hikâyesi – Eyüp Sabri Tuncer ve Dört Kuşağı

    Meltem Çıplak Nayır

    Bosna’dan İnegöl’e, İnegöl’den Ankara’ya, Ankara’dan İstanbul’a uzanan bir aile hikâyesi… Balkan Savaşları’ndan günümüze, yüz yıllık, dört kuşaklık bir serüven… Cumhuriyet’in kalbinde serpilen, genç Cumhuriyet’le...

  2. Rüyadaki Kadın ~ Kemal SelçukRüyadaki Kadın

    Rüyadaki Kadın

    Kemal Selçuk

    Hikmet elini uzatıp saçlarını okşamak, kolunu boynuna dolayıp üzülmemesini söylemek istiyordu. Ah bunu yapabilseydi! Öğrencisi olan nice genç kızdan, nice izler buluyordu Aylin’de. Duygulandı:...

  3. Fedakar Arkadaşlar ~ Oğuz Selim YazıcıFedakar Arkadaşlar

    Fedakar Arkadaşlar

    Oğuz Selim Yazıcı

    Doğup, büyüdükleri topraklarda geçinemeyip, ekmek parası için büyük şehirlere göç edenler… Bedenleri gurbette, akılları doğup büyüdükleri topraklarda kalan insanların her fırsatta baba ocağına dönmeleri…...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur