Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Lanetli Avlu
Lanetli Avlu

Lanetli Avlu

İvo Andriç

Lanetli Avlu, Balkan edebiyatında çığır açan Nobel ödüllü yazar İvo Andriç’in hapsedilme deneyimi ve iradenin sınırları üzerine çarpıcı anlatısı. Osmanlı İstanbul’undaki bir hapishanenin “lanetli…

Lanetli Avlu, Balkan edebiyatında çığır açan Nobel ödüllü yazar İvo Andriç’in hapsedilme deneyimi ve iradenin sınırları üzerine çarpıcı anlatısı.

Osmanlı İstanbul’undaki bir hapishanenin “lanetli avlusu”nda toplanan Müslüman, Yahudi, Hıristiyan mahkûmlar cezaevi avlusunun karamsar atmosferine kişiselle tarihseli birleştiren öyküleriyle direnmektedirler. Mahkûmlardan birinin öyküsü Osmanlı şehzadesi Cem Sultan’ın sürgün ve hapis deneyimine açılırken, bir başkasının öyküsü Balkanların çok uluslu mirasından baki kalmış gerçek yaşam sahneleri sunmaktadır. Lanetli Avlu, öykülerine sarılan insanın cezaevinin lanetiyle nasıl baş edebildiğini gösteren bir başyapıt.

“Andriç, Yugoslavya’nın dünyadaki şöhretine hepimizden çok katkıda bulundu.”
Josif Broz Tito

ÖNSÖZ
BARIŞ ÖZKUL

İvo Andriç, 1892 Travnik doğumlu. O tarihte Avusturya-Macaristan sınırları içinde olan Travnik, on dört yıl öncesine kadar (1878) Osmanlı toprağıydı. Bu yakın Osmanlı mirası Andriç’in çocukluğunun geçtiği Vişegrad’da elle tutulur bir olguydu.

Andriç ortaokulu Saraybosna’da bitirdikten sonra üniversitede felsefe okudu. İlk gençliğinde Viyana, Graz, Zagrep gibi şehirlerde bulundu. 1914’te 22 yaşında Habsburg rejimini protesto ettiği için hapse atıldı (Arşidük Ferdinand’ın uğradığı suikastın ardından). Hapiste geçirdiği üç yılda harıl harıl edebiyat ve felsefe okudu; erken dönem yapıtlarında Kierkegaard’dan etkilenip karamsar bir bakış geliştirdi.

Tito döneminde “Yugoslavya’nın Tolstoy’u” diye anılan Andriç’in yapıtlarında memleketi Bosna’nın önemli bir yeri vardır. Bosna, Andriç’te bir etnik-kültürel çeşitlilik simgesidir: 1463’ten 1878’e kadar Osmanlı toprağı olan Bosna 1878’de Avusturya “protektorat”ı olmuş; 1908’de Avusturya tarafından resmen ilhak edilmiş; 1918’de ise Sırplar, Hırvatlar ve Slovenlerden meydana gelen yeni devlete (Yugoslavya adını 1929’da alacaktır) dâhil olmuştur. Ortodoks Sırplar, Katolik Hırvatlar, Müslümanlar ve Yahudiler’in bir arada olduğu bu enternasyonal Bosna tablosuna Andriç’in Travnik Günlüğü, Ömer Paşa gibi yapıtlarında Batı Avrupa ülkelerinden yöreye gelen elçiler de eşlik ederler.

Bosna’nın tarihinde tanıklık ettiği bu çeşitliliğin yanısıra on yedi yıl boyunca (1924-1941 arası) Graz, Budapeşte, Roma, Madrid ve Cenevre’de Yugoslayva elçisi olarak görev yapması da Andriç’in dünya bilgisini epey arttırmış olmalıdır (Altı-yedi dil öğrenmiştir). Birinci ve İkinci Dünya Savaşı Andriç’in edebiyat ve düşünce sahasında en verimli olduğu yıllardır. 1941’de Yugoslavlarla Naziler arasında saldırmazlık paktı imzalandığında Andriç, Berlin elçisi olarak Almanya’da bulunmaktadır; Prens Paul hükümetinin devrilmesi ve Belgrad’ın Naziler tarafından işgaliyle paktın hükümsüz kalması sonucunda Belgrad’a döner ve kalan dört yılı Belgrad’daki bir apartman dairesinde kitaplarını yazarak geçirir. Bu dört yılda ona Nobel (ve “Yugoslavya’nın Tolstoy’u” lakabını) kazandıran Drina Köprüsü, Bosna Üçlemesi’ni kaleme alır. 1945’te yayımlanan Bosna Üçlemesi, on yıl sonra İngilizceye çevrilecektir.

Dünya savaşları biter bitmez Andriç kâh diplomat kâh vekil olarak siyasete atılır. Birinci savaşın ardından kurulan yeni Yugoslav devletinde diplomat olurken ikincisinin ardından kurulan Komünist Yugoslavya’da hem Ulusal Meclis üyesi hem de Edebiyatçılar Sendikası başkanı seçilir. Tito’nun Yugoslavya’sı Sovyetler’den farklı olarak edebiyatçılara “göreli bir özerklik” tanımış; “sosyalist gerçekçiliğin” doğrularını yazma baskısıyla karşılaşmayan Andriç’in Drina Köprüsü gibi yapıtları Tito tarafından övgüyle karşılanmıştır.

* * *

Lanetli Avlu (Prokleta avlija), Andriç’in hapsedilme deneyimi üzerine yazdığı öykülerin en başarılı olanıdır. Erken dönem yapıtlarında Andriç’in Kierkegaard etkisi altında karamsar bir bakış geliştirdiğini belirtmiştik. Lanetli Avlu bu karamsar bakışı bir cezaevi avlusuna yönelterek tarih-içinde tarih, öykü-içinde-öykü formunda bir hapishane kroniği sunar.

Osmanlı İstanbul’unda geçen öykünün “lanetli avlusu”nda toplaşan mahkûmlar arasında –tıpkı Andriç’in Bosnası’nda olduğu gibi– Müslümanlar, Yahudiler ve Hıristiyanlar bir arada bulunurlar ve cezaevi avlusunun karamsar ve klostrofobik atmosferine kişisel ile tarihseli birleştiren öyküleriyle direnirler. Mahkûmlardan birinin öyküsü Osmanlı şehzadesi Cem Sultan’ın sürgün ve hapis deneyimine açılır: Kendisini Cem Sultan’la özdeşleştiren mahkûm, Osmanlı’nın lanetli avlusunda şehzadenin akıbetine uğrar.

Osmanlı toplumunun farklı yönlerini simgeleyen tipleri sıkıştırılmış bir zaman ve mekânda buluşturan bu hapishane kroniği aslında büsbütün karamsar sayılmaz. Andriç, insanın karamsarlık ve kötülük karşısındaki direncine, çevresindeki olumsuz şartları değiştirme yetisine inanmaktadır. Cezaevindeki zorluklara öyküleriyle direnen, irade gücüyle sebat eden mahkûmlar bir zaman sonra avlunun lanetini dağıtırlar.

Lanetli Avlu, iradenin sınırlarıyla hesaplaşan bir zirve-anlatısıdır. Andriç’in iradeyi zorlu bir imtihanla sınayan hapishanesi idealist, sapkın, hayalperest, düpedüz yalancı karakterlerle doludur. Mahkûmları birbirine bağlayan tutkal, suçluluk duygusudur.

Lanetli Avlu suçluluk duygusunun öykülerin yardımıyla pekâlâ aşılabileceğini; öykülerine sarılan insanın cezaevinin lanetiyle baş edebileceğini gösterir.

Öykü anlatıcısının Müslüman ya da Hıristiyan, Boşnak ya da Ermeni; Türk ya da İtalyan olmasının ise önemi yoktur; bütün büyük edebiyatçılar gibi Andriç de dinsel ve ulusal aidiyetlere eşit mesafededir.

*

Dušan Puvačić ve Bosna’daki tüm arkadaşlarımıza…

Kış mevsimiydi, kar binanın kapısına varıncaya kadar her yeri örtmüş, her şeye tek bir renk ve biçim vererek gerçek şeklinden yoksun bırakmıştı. Küçük mezarlık bile bu beyazlığın altında kaybolmuştu, sadece en uzun haçların uçları görünüyordu. Bir tek oradan el değmemiş karın içinden dar bir patika izi seçilebiliyordu. Bir önceki gün Fra Peter’in cenazesine katılanların ayak izleriydi bunlar. Bu ince yol patikanın sonunda eğri büğrü bir daire oluşturacak şekilde genişliyordu, çevresindeki kar yumuşamış killi toprağın pembe rengini almıştı. Göz alabildiğine uzanan beyazlığın içinde, halen karla yüklü gökyüzünün gri çölüne karışan taze bir yaraya benziyordu.

Bütün bunlar Fra Petar’ın odasının penceresinden görülebiliyordu. Dış dünyanın beyazlığı burada hücreyi dolduran uyuşuk gölgelerin içinde kaybolmuştu ve bu sükûnet hâlen işleyen sayısız saatinin sessiz tik taklarına karışmıştı. Kurulmamış saatlerden birkaçı çoktan durmuştu. Sessizliği yalnızca yan odada Fra Petar’ın vefatından sonra arta kalanların listesini çıkaran iki rahibin boğuk sesle atışması bozuyordu.

Yaşlı rahip Mijo Josic anlaşılmaz bir şeyler mırıldandı. Bu, Fra Petar’la önceden yaşadığı tartışmaların bir yankısıydı, envaı çeşit aleti toplamaya meraklı “ünlü bir saat tamircisi, tüfek ustası ve teknisyen”di rahmetli Fra Petar: manastırın kaynaklarını bunlara harcar ve herkesten itinayla korurdu onları. Sonra Fra Mijo, genç Fra Rastislav’ı listeyi soğuk bir odada hazırlamasınlar diye sobayı yakmayı önerdiği için azarladı.

“Zamane gençleri işte! Hepiniz aynısınız, zavallı ihtiyar kadınlar gibisiniz. Sıcak bir oda öyle mi! Sanki bu kış yeterince odun yakmamışız gibi!”

Yaşlı adam bu sözlerin, daha toprağı mezara oturmamış rahmetli rahibi kınamak gibi algılanabileceğini hissederek sustu. Fakat sonra genç adamı paylamaya devam etti.

“Senin adının “müsrif rahip”1 olması gerektiğini söylemişimdir hep. Adında bile meymenet yok delikanlı. Eskiden rahiplerin Fra Marko, Fra Mijo, Fra İvo gibi sıradan isimlerle anılması gayet normaldi, fakat şimdi hepiniz romanlardan ya da Tanrı bilir nereden bulduğunuz isimleri kullanıyorsunuz: ‘Fra Rastislav’, ‘Fra Vojislav’, ‘Fra Branimir.’ Sen söyle!”

Genç keşiş bu alaycı sözleri ve suçlamaları elini sallayarak geçiştirdi. Zaten yüzlerce kez duyduğu şeylerdi bunlar ve Tanrı bilir daha ne kadar süre duymaya devam edecekti. Tekrar işe koyuldular.

İki gün önce burada, hayatta olan birinden kalan eşyaların dökümünü yapan bu insanların görünüşünde dikkate değer bir şey vardı. Kendi ihtiyaçları doğrultusunda, kendi yolundan giden muzaffer yaşamı temsil ediyorlardı. Mutlu galipler değillerdi. Tek hünerleri merhumdan daha uzun yaşamış olmalarıydı. Ve belli bir mesafeden baktığınızda hırsızları andırıyorlardı biraz; fakat eşyaların sahibinin geri dönemeyeceğini, çalışmalarını sürdürürken karşılarına çıkıp onları şaşırtamayacağını bilen, cezalandırılmayacaklarından emin hırsızları. Büsbütün öyle değillerdi ama vaziyetleri bunu akla getiriyordu.

“Devam et” dedi yaşlı keşiş kaba bir tonda, “Yaz: pense, büyük, Kreševo yapımı. Bir tane.”

Bu şekilde, her aleti tek tek kaydederek devam ettiler. Her cümlenin sonunda listelenen nesne fırlatılarak boğuk bir sesle rahmetli Fra Petar’a ait küçük meşe tezgâhının üstünde duran karman çorman alet yığınının üstüne düşüyordu pat diye.

Böyle bir şey gördüğümüzde tüm düşüncelerimiz ister istemez yaşamdan ölüme, eşyaları sayıp onlara el koyan insanlardan bunları kaybeden ve artık herhangi bir şeye ihtiyacı kalmayan çünkü artık kendisi var olmayan kişiye döner.

Fra Petar, şu an üstünden örtüleri ve döşeği kaldırılmış, yalnızca çıplak iskeleti kalan bu geniş sedirde üç gün öncesine kadar uzanır ya da oturur, hikâyeler anlatırdı. Ve şimdi bu genç adam karın altında kalan mezara bakarken aslında o hikâyeleri düşünüyordu. Üçüncü ya da dördüncü kez, Fra Petar’a hikâye anlatmakta ne kadar usta olduğunu söylemiş olmak istedi. Fakat bu artık söyleyemeyeceği bir şeydi.

Birkaç hafta boyunca İstanbul’da kaldığı dönemden epey bahsetmişti. Uzun zaman önceydi bu. Rahipler zor, karmaşık bir iş için Fra Tadija Ostojić’i İstanbul’a göndermişti. Ostojić onların eski yardımcısı ve eski muhafızıydı (unvanları hep ‘eski’ydi!); yavaş ve ağırbaşlı ve bu yavaşlığı ve ağırbaşlılığı seven biriydi. Türkçe konuşabiliyordu (yavaş ve ağırbaşlı bir şekilde) ama okuyamıyor ya da yazamıyordu. Bu yüzden ona eşlik etmesi için Fra Petar’ı göndermişlerdi, kendisi yazılı Türkçeye son derece hâkimdi. İstanbul’da bir yıldan biraz az bir süre kaldılar, işleri halledemeden ellerindeki tüm parayı harcayıp borca bile girdiler. Bütün bunlar Fra Petar’ın bir suçu yokken başına gelen bir talihsizlik sonucu yaşandı. Yetkililerin, masumu suçludan ayırmayı bıraktığı sıkıntılı dönemlerde yaşanan hadiselerden biriydi bu.

Polis, şehre varmalarından kısa bir süre sonra İstanbul’daki Avusturya elçisine gönderilen bir mektup ele geçirdi. Arnavutluk’taki Katolik kilisesinin durumuna ve rahiplere ve inananlara zulüm edilmesine ilişkin geniş kapsamlı bir rapordu bu. Mektubu getiren kişi kaçmayı başarmıştı. O sırada İstanbul’da o bölgeden başka bir rahip bulunmadığı için Türk polisi kendine göre bir mantıkla Fra Petar’ı tutuklamıştı. İki ay boyunca hapishanede gerçek anlamda bir sorgulamadan geçmeden “gözetim altında tutulmuştu.”

Fra Petar İstanbul tutukevinde geçirdiği bu iki aydan, başka her şeyden daha sık ve daha canlı bir biçimde bahsederdi. Kopuk kopuk ve parçalar halinde anlatırdı, tıpkı çok hasta birinin çektiği bedensel acıyı ya da sık sık ölümü düşündüğünü saklamaya çalıştığı zaman yaptığı gibi. Bu parçalar birbirini her zaman düzgün bir sırayla takip etmezdi. Hikâyesini anlatırken genellikle bazı şeyleri tekrarlar ya da tüm zaman dilimlerini es geçerdi. Zaman artık kendisi için bir anlam taşımıyormuş gibi konuşurdu, bu yüzden de zamana ya da zamanın başka insanların hayatındaki rolüne bir önem atfetmezdi. Hikâyesi duraklar, devam eder, kendini tekrarlar, tahminde bulunur, geriye döner ve bittikten sonra başka bir şeye eklenir, açıklanır ve genişler; olaylar yer, zaman ve gerçekliği dikkate almadan sonsuza dek gelişirdi.

Bu tip bir anlatım yöntemi elbette birçok şeyi açıklamasız bırakıyordu, fakat genç adam hikâyeyi bölmenin, geri dönüp sorular sormanın uygunsuz olacağını düşündü. En iyisi insanı hikâyesini dilediği gibi anlatması için serbest bırakmaktı.

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Travnik Günlüğü ~ İvo AndriçTravnik Günlüğü

    Travnik Günlüğü

    İvo Andriç

    Travnik Günlüğü, Drina Köprüsü’nün de yazarı, Nobel Edebiyat ödüllü İvo Andriç’in Balkanlar’daki çarpıcı toplumsal değişimi Bosna’nın aynasından yansıtan başyapıtlarından biri. Travnik Günlüğü’nde Andriç, 1807-1814...

  2. Ömer Paşa ~ İvo AndriçÖmer Paşa

    Ömer Paşa

    İvo Andriç

    Avusturya ordusunda yetişmiş, İslam’ı sonradan kabul etmiş Lika’lı bir Hıristiyan olan Ömer Paşa, bilgisi, becerisi, liyakatiyle padişahın ordusunda en üst rütbeye kadar yükselmişti. Travnik’in...

  3. Sinan’ın Tekkesinde Ölüm ~ İvo AndriçSinan’ın Tekkesinde Ölüm

    Sinan’ın Tekkesinde Ölüm

    İvo Andriç

    Sinan’ın Tekkesinde Ölüm, Balkanlar’ın Nobel ödüllü büyük yazarı İvo Andriç’in son dönem hikâyelerinden oluşan özgün bir seçki. Müslüman Türkler, Ortodoks Slavlar, Katolik Hırvatlar, Yahudiler...

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. Benim Hüzünlü Orospularım ~ Gabriel Garcia MarquezBenim Hüzünlü Orospularım

    Benim Hüzünlü Orospularım

    Gabriel Garcia Marquez

    Kolombiyalı yazar, bu kitapta 90 yaşındaki bir adamla 14 yaşında bir yeniyetmenin ilişkisini anlatıyor… “Doksanıncı yaşımda, kendime bakire bir yeniyetmeyle çılgınca bir aşk gecesi...

  2. Güzel Yaz ~ Cesare PaveseGüzel Yaz

    Güzel Yaz

    Cesare Pavese

    Güzel Yaz, çağdaş İtalyan edebiyatının en önemli adlarından Cesare Pavese’nin bir otel odasında intihar etmeden kısa bir süre önce tek başlık altında topladığı üç...

  3. Bakire ~ Nancy PickardBakire

    Bakire

    Nancy Pickard

    Small Plains Bakiresi kimdi ve nasıl öldü? Acımasız bir cinayetle değişen hayatlar… Küçük bir kasabadaki sahipsiz bir mezar… On yedi yıldır saklanan korkunç gerçeği...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur