Lanet Olsun Zaman Nehrine, Norveçli yazar Per Petterson’un yayımlanmış son romanı. Hayatta aradığını bulamamış veya bulduğunu kaybetmiş, dünya üzerindeki yerini sağlamlaştıramamış, hep tereddüt eden, hep bocalayan bir adamın, Arvid Jansen’in hikâyesini kendi anlatımından öğreniyoruz bu romanda. Arvid geçmişi parça parça hatırlarken, hayatı zihnimizde yavaş yavaş belirginleşiyor: İhtiyaç duyduğu sevgi ve ilgiden mahrum kaldığı çocukluğu; idealleri uğruna üniversiteyi bırakıp bir fabrikada işçi olarak çalıştığı ve aşkta hep aradığı sığınağı bulduğu gençliği; boşanmanın eşiğinde olduğu ve annesinin mide kanserine yakalandığını öğrendiği buhranlı yetişkinlik yılları.
Arvid’in hikâyesi her şeyden önce, duyguların bastırıldığı ve ilişkilerin mesafeli olduğu bir ortamda içindeki yoğun duyguları ifade etmeye, mesafeleri aşmaya çalışan bir adamın yaşadığı hüsranın hikâyesi.
Tıpkı yarattığı karakterler gibi, Peterson da açıkça söylediğinden çok daha fazlasını anlatıyor bu romanda. Boşluk, varlığıyla gösteriyor yokluğu. Yakın insan temasının varlığıyla yokluğu arasındaki farkın büyüklüğünü bir kez daha görüyoruz tüm açıklığıyla.
**
s. 11-14.
Şimdi anlatacaklarım birkaç sene önce oldu. Annem bir süredir kendini pek iyi hissetmiyordu. Onun için endişe edenlerin, özellikle de erkek kardeşlerimle babamın dırdırını kesmek için nihayet ailemizin sittin senedir gittiği doktora muayeneye gitti. Doktor o sırada iyice yaşını başını almıştı herhalde çünkü çocukluğumda ondan başka birine gittiğimi hiç hatırlamıyorum ya da onu genç gördüğümü. Artık uzak denebilecek bir yerde oturduğum halde ben de aynı doktora giderdim.
Bu ihtiyar aile doktoru, kısa bir muayenenin ardından annemi acilen birtakım tetkikler yaptırması için Aker Hastanesi’ne sevk etti. Oslo’nun doğusunda, yani benim sevdiğim tabirle bizim tarafta, Sinsenkyrsset’te bulunan büyük hastanenin beyaza boyalı odalarında, elma yeşiline boyalı odalarında pek çok can yakıcı testten geçirildikten sonra, eve gitmesi ve iki hafta sonra çıkacak neticeleri beklemesi söylendi ona. Neticeler iki değil, üç hafta sonra nihayet geldiğinde anlaşıldı ki annemde mide kanseri varmış. İlk tepkisi şöyle oldu: Şu işe bak, senelerce, hele çocuklar küçükken her gece akciğer kanserine yakalanacağım diye uykularım kaçardı, ola ola mide kanseri oldum. Zaman kaybı!
Annem böyleydi işte. Sigara içerdi, tıpkı yetişkin oldum olalı benim de içtiğim gibi. Gece yarısı yatakta kaskatı yatmanın, kuru, yanan gözlerle karanlığa bakmanın, hayatın tadını ağzında kül gibi duymanın nasıl bir şey olduğunu iyi bilirim, ama ben çocuklarımı babasız bırakmaktan ziyade kendi hayatımdan endişe duymuşumdur hep.
Bir müddet elinde zarfla mutfak masasında oturup pencereden senelerdir baktığı aynı çimenliğe, aynı beyaz boyalı çite, aynı çamaşır iplerine, birbirinin tıpkısı gri evlere baktı ve burayı hiç mi hiç sevmediğini fark etti. Bu ülkenin kayasını taşını, çam ormanlarını, yaylalarını, dağlarını hiç sevmiyordu. Dağları göremiyordu ama her tarafta olduklarını ve günbegün Norveç’te yaşayan herkesin üzerinde izlerini bıraktıklarını biliyordu.
Ayağa kalkıp hole çıktı ve kısa bir telefon konuşması yaptıktan sonra ahizeyi yerine koyarak babamı beklemek üzere mutfak masasına geri döndü. Babam birkaç sene önce emekli olmuştu ama ondan on dört yaş küçük olan annem hâlâ çalışıyordu; o gün tatil günüydü. Ya da bir günlük izin almıştı.
Babamın anneme nadiren anlattığı, sonuçları da pek görülmeyen işleri olurdu sürekli ama aralarındaki eski çatışmalar çoktan beridir çözüme kavuşmuştu. Ateşkes imzalamışlardı. Annemin hayatını yönetmeye kalkışmadığı müddetçe, kendi hayatını huzur içinde, bildiği gibi yaşayabiliyordu. Hatta annem onu savunmaya ve korumaya bile başlamıştı. Babamı bir parça eleştirecek olsam ya da kadın özgürleşmesini desteklemek adına gafil bir teşebbüsle babama karşı onun tarafını tutsam hemen kendi işime bakmamı söylerdi bana. Tabii şimdi eleştirmek kolay, derdi, bunların hepsi sana altın tepside sunuldu. Çok bilmiş.
Sanki benim hayatım da çok güllük gülistanlıktı. Bodoslamadan boşanmaya doğru gidiyordum. İlk boşanmamdı; dünyanın sonu geldi sanıyordum. Öyle günler oluyordu ki mutfaktan banyoya giderken en az bir kere yere diz çöküyor sonra toparlanıp yoluma devam ediyordum.
Babam pek acil projesi her neyse onun peşinden Vålerenga’ya gitmişti kuşkusuz, hem onun doğum yeriydi Vålerenga hem de savaştan yedi yıl sonra benim doğduğum yerdi ve kendilerine ihtiyar delikanlılar diyen, onun yaşlarında, onun mazisini paylaşan arkadaşlarıyla buluşmaya giderdi oraya. Eve döndüğünde annem hâlâ mutfak masasında oturuyordu. Elinde sigara vardı, Salem ya da belki Cooly; akciğer kanserinden korkanlar mentollü sigara içer.
Babam kapıda öylece kalakalmıştı, elinde iyice eskimiş bir çanta, benim altıncı ve yedinci sınıfa giderken kullandığım, o zamanlar herkesin kullandığı çantalara benzeyen bir çanta, hatta belki ta kendisi. Yani yirmi beş yaşını devirmiş bir çanta.
“Ben bugün yola çıkıyorum,” dedi annem.
“Nereye?” dedi babam.
“Eve.”
“Eve,” dedi babam. “Hemen bugün mü? Önce bir konuşsak daha iyi olmaz mı? Benim de bu konuda biraz düşünmeme izin yok mu?”
“Konuşacak bir şey yok,” dedi annem. “Biletimi ayırttım. Aker Hastanesi’nden demin mektup geldi. Kansermişim.”
“Ne, kanser mi?”
“Evet. Mide kanseri. Bir süreliğine evime gitmem lazım.”
Tamı tamına kırk yıldır Norveç’te, Oslo’da yaşadığı halde, ne zaman Danimarka’nın, o küçücük ülkenin kuzeyindeki kasabasından bahsetse evim derdi.
“İyi ama tek başına gitmeyi düşünmüyorsun herhalde?”
“Evet,” dedi annem. “Tek başına gitmek istiyorum.”
Bu şekilde konuştuğunda babamın incineceğini ve üzüleceğini bildiği için bu sözleri söylemek hiç hoşuna gitmedi, aksine birlikte bu kadar hayattan sonra babamın daha iyi muameleyi hak ettiğini düşünüyordu ama başka seçeneği yoktu. Tek başına gitmesi gerekiyordu.
“Herhalde fazla uzun kalmam,” dedi. “Bir-iki gün durup geri dönerim. Hastaneye yatmam gerekecek. Belki ameliyat olabilirim. Umarım. Öyle ya da böyle bu akşamki gemiye biniyorum.”
Saatine baktı.
“Üç saat kalmış. Yukarı çıkıp bavulumu hazırlasam iyi olacak.”
Zemin katında mutfak ve oturma odası, üst katta üç küçük yatak odası ve bir banyo olan, balkonlu bir evde oturuyorlardı. Ben de o evde büyümüştüm. Duvar kâğıtlarındaki her yırtığı, zemin tahtalarındaki her çatlağı, bodrumdaki her korkunç noktayı bilirdim. Ucuz evlerdendi. Duvara hızlı bir tekme atacak olsan bacağın komşunun oturma odasına geçerdi.
Annem masadaki kültablasında sigarasını söndürüp ayağa kalktı. Babam hâlâ yerinden kıpırdamamıştı, bir elinde çanta, öteki eli tereddütle anneme doğru uzanmış. Babam boks ringi hariç fiziksel temas konusunda pek cevval sayılmazdı, dürüst olmak gerekirse annemin de en kuvvetli noktası değildi bu; babamı özenle, neredeyse sevecenlikle kenara itti yanından geçebilmek için. Babam çekildi ama gönülsüzce, kelimelere dökmeden anneme elle tutulur bir şey, bir işaret vermek istediğini gösteren bir yavaşlık ve kararlılıkla. Ama bunun için çok geç, diye geçirdi annem içinden, çok geç, dedi ama babam onu duymadı. Yine de babamın ona sarılmasına izin verdi; kırk yılın ve biri ölmüş olsa da dört erkek evladın ardından aralarında, birlikte aynı evde yaşamaya, birbirlerini beklemeye ve önemli bir şey olduğunda çekip gitmemeye yetecek şeyler olduğunu gösterecek kadar.
Annemin bindiği, güneye gittiğimizde hepimizin bindiği geminin adı Holger Danske’ydi. Araştırdım da gemi sonraları, önce Stockholm’de ardından Malmö’de göçmenler için barınak olarak kullanılmış, şimdiyse Asya’da, Hindistan ya da Bangladeş’te bir kumsalda parçalanıyormuş ama benim bahsettiğim günlerde hâlâ Oslo’yla Jutland’ın kuzeyindeki bu kasaba, annemin büyüdüğü kasaba arasında gidip geliyordu.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıLanet Olsun Zaman Nehrine
- Sayfa Sayısı184
- YazarPer Petterson
- ISBN9789753428538
- Boyutlar, Kapak, Karton Kapak
- YayıneviMetis Yayınları / 2017
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Dul Bayan Basquiat – Bir Aşk Hikayesi ~ Jennifer Clement
Dul Bayan Basquiat – Bir Aşk Hikayesi
Jennifer Clement
Bağımlılık, saplantı, deha. Amerikan sanatına damgasını vuracak Jean-Michel Basquiat, New York’ta, karanlık ve izbe bir barda Suzanne Mallouk ile tanışır. Bu tanışma, bu iki...
- Kumsal ~ Cesare Pavese
Kumsal
Cesare Pavese
İlk kez 1942 yılında yayımlanan Kumsal, okurları İtalya’nın sayfiyesine davet ediyor: Romanını evli bir çift, onların yakın dostu ve arkadaşları ekseninde öyküleyen Pavese, odağına...
- On Üç’ü Bağlamak – Tommen Erkekleri Serisi 1 ~ Chloe Walsh
On Üç’ü Bağlamak – Tommen Erkekleri Serisi 1
Chloe Walsh
Johnny Kavanagh her şeye sahipti. Ragbi sveasında dikkate değer bir rakipti. Yıldız olmaya kararlı bir şekilde zirveye doğru tırmanıyordu. Yoluna herhangi bir engelin çıkması...