Çok geç değil. Bu “labirent”ten çıkma olanaklarına sahibiz. Yeter ki önce yolumuzu yitirdiğimizi kabul edelim…
2022 yılında Avrupa’nın göbeğinde geçmişin travmalarını tetikleyen yıkıcı bir savaş patlak verdi. Nükleer felaket senaryolarının gerçeğe dönüşmesine ramak kaldı. Demirden bir el, Batı’yı Rusya ve Çin’le karşı karşıya getirdi adeta.
Kibirli ve bencil yöneticilerin, aklı küçümseyip eşitsizliği besleyen köhne ideolojilerin hükmü altındaki çağımız, son hızla uçuruma doğru sürüklenmekte. Günümüzde ne Batı ne de hasımları insanlığı hapsolduğu bu labirentten çıkarmaya muktedir. Batı’nın da, Doğu’nun da yaydığı ışık dünyayı aydınlatmakta artık yetersiz ama umutsuzluğa yer yok.
Amin Maalouf “Labirent”te Batı ile hasımları arasında yaşanan yeni çatışmaların ve meydan okumaların kadim kökenlerini dört büyük ulusun tarihi üzerinden anlatıyor: Meiji döneminde büyük bir modernleşme ivmesi kazanarak Asya’nın yükselen gücü olan Japonya; uzun yıllar Batılı uluslar için tehdit oluşturmuş Rusya; 21. yüzyılda ekonomik üstünlüğünü ilan eden Çin ve gezegenin hâlâ kültürel, teknik ve ekonomik anlamda süper gücü sayılan Amerika Birleşik Devletleri.
“Labirent” yönünü ve yolunu kaybetmiş insanlık için bir pusula…
İÇİNDEKİLER
Önsöz • 9
I. Japon Kıvılcımları • 13
II. Emekçiler “Cennet”i • 63
III. Çok Uzun Bir Yürüyüş • 119
IV. Batı’nın Kalesi • 207
Sonsöz: Yeniden İnşa Edilecek Bir Dünya • 259
Kaynakça • 282
Önsöz
“Geçmiş asla ölmez.
Hatta geçmiş bile değildir.”
“The past is never dead.
It’s not even past.”
William Faulkner (1897-1962),
Requiem for a Nun
İnsanlık bugün tarihinin en tehlikeli dönemlerinin birinden geçiyor. Yaşananların bir benzerine kimi yönlerden daha önce hiç rastlanmadı ama kimi yönlerden de Batı ile hasımlarını karşı karşıya getirmiş daha önceki çatışmalarla aynı çizgide yer alıyor.
Elinizdeki kitap uzak ve yakın geçmişteki bu çatışmaları ele alıyor. Avrupa’nın sömürgeci yayılmasının yerkürenin tüm enlem ve boylamlarında yarattığı sayısız tepkiler üzerinde uzun uzadıya durmayacağım. Söyleyeceklerim son iki yüzyılda Batı’nın küresel üstünlüğüne kararlı bir biçimde meydan okumayı denemiş ülkelerle sınırlı kalacağı için çerçevesi daha dar ve belirli olacak.
Söz konusu ülkelerin sadece üçünü konu alacağım: İmparatorluk Japonyası, Sovyet Rusya, sonra da Çin.
Bu ülkelerin son derece kendilerine özgü güzergâhlarını ele almadan önce ve günümüzdeki çatışmaların sonucu hakkında erken bir tahminde bulunma amacı taşımadan, öne çıkan bir soru var: Bugün gözlerimizin önünde yaşanan acaba gerçekten Batı’nın gerilemesi midir?
Bu elbette yeni bir soru değil ve Birinci Dünya Savaşı’ndan bu yana tekrar tekrar gündeme getirildi, bunu yapanlar da çoğunlukla Avrupalılar oldu. Bunda da şaşırtıcı bir yan yok çünkü yaşlı kıtanın devletleri büyük sömürge imparatorlukları devrinde işgal ettikleri konuma göre gerçekten de “küme düşmüş” durumdalar.
Bununla birlikte, yitirdikleri üstünlüğün önemli bir bölümü diğer Batılı güç olan Amerika Birleşik Devletleri tarafından “geri alındı.” Atlantik ötesinin büyük ulusu yüz yılı aşkın bir zaman önce birinci sıraya yükseldi; kendi kampının tüm düşmanlarının yolunu kesme işini o üstlendi ve ben bu satırları yazarken askeri gücüyle, bilimsel ve endüstriyel kapasiteleriyle olduğu kadar gezegenin bütünündeki siyasal, kültürel ve medyatik nüfuzuyla da bu üstünlüğünü koruyor.
Acaba bugün ABD de kaidesinden devrilmek üzere mi? Acaba bir bütün olarak Batı’nın küme düşmesine ve başka uygarlıkların, başka hâkim güçlerin yükselişine mi tanıklık ediyoruz? İnsanların zihinlerine kuşkusuz bütün bu yüzyıl boyunca musallat olmaya devam edecek bu sorulara ben kendi payıma iki yönlü bir yanıt vereceğim: Evet, gerileme bir vakıa ve zaman zaman tam bir siyasi ve ahlaki iflas görüntüsüne bürünüyor ama iyi veya kötü gerekçelerle Batı ile savaşan ve onun üstünlüğüne karşı çıkan herkes daha da ağır bir iflas yaşıyor.
Ben, ne Batılıların ne de onların çok sayıdaki hasmının bugün insanlığı içine girdiği labirentten çıkarabilecekleri kanısındayım.
Böyle bir teşhisin çağdaşlarımdan bazılarının içini rahatlatacağını varsayıyorum. Kendi uluslarının yaşadıkları zorlukların farkında olduklarından, başkalarının da durumunun parlak olmadığını söylemek hoşlarına gidecektir. Ama olaya daha geniş bir perspektiften bakarsak bu genelleşmiş yolunu yitirmişlik halinden, dünyadaki bu yıpranmadan, çeşitli uygarlıkların gezegenimizin baş etmesi gereken netameli sorunları çözmekteki yetersizliğinden olsa olsa kaygı duyulabilir.
Yine de benim ve dünyanın her yerinden daha pek çok insanın hissettiği bu endişenin, sonunda bizi selamete çıkaracak bir bilinçlenme yaratacağına inanmak istiyorum. Şayet hiçbir ulus, hiçbir insan topluluğu, hiçbir uygarlık havzası, gereken tüm erdemlere ve tüm yanıtlara sahip değilse; şayet hiçbirinin diğerleri üzerinde hâkimiyet kurma kapasitesi ve hakkı yoksa ve hiçbiri de boyun eğmek, aşağıya çekilmek ve marjinalleştirilmek istemiyorsa; gelecek kuşaklara daha dingin, soğuk ya da sıcak savaşların olmadığı, üstünlük adına sonu gelmez mücadelelere girişilmeyen bir gelecek hazırlamak adına, dünyamızın nasıl yönetildiğini yeniden ve derinlemesine düşünmemiz gerekmez mi?
Zira insanlığın başında mutlaka hegemonik bir gücün bulunması gerektiğini sanmak ve bu gücün kötünün iyisi olmasını, bizi en az küçük düşürüp boyunduruğu en hafif gelecek güç olmasını ummakla yetinmek doğru bir yol değildir. Hiçbiri –ne Çin, ne Amerika, ne Rusya, ne Hindistan, ne İngiltere, ne Almanya, ne Fransa, hatta ne de birleşmiş bir Avrupa– bu kadar ezici bir konumda bulunmayı hak etmiyor. İstisnasız hepsi, ne kadar soylu ilkelere sahip olurlarsa olsunlar, kendilerini kadir-i mutlak bir konumda bulurlarsa, kibirli, yırtıcı, zorba, nefretlik bir çehre takınacaklardır.
Tarihin bize verdiği büyük ders budur ve belki de, dünün ve bugünün trajedilerinin ötesinde, bir çözümün ilk adımları bu noktadan başlayacaktır.
I.
Japon Kıvılcımları
“Geçmişin kötü alışkanlıkları terk edilecek ve her şey doğanın adil
yasaları üzerine kurulacaktır. Bilgi bütün dünyada aranacaktır…”
İmparator Meiji’nin yemini,
6 Nisan 1868
1.
1905’in Mayıs ayının son günlerinde, Uzakdoğu’dan gelen hiç beklenmedik bir haber dünyaya yayıldı: Yedi ay önce Japonlara hadlerini bildirmek üzere büyük bir tantanayla Baltık Denizi’nden hareket eden Rus Çarlık donanması yok edilmişti; en az beş bin asker denizde can vermiş, aralarında Koramiral Rojestvenski’nin de olduğu altı bin kişi ise esir düşmüştü. Başından ağır yaralanan koramiral, Kyushu Adası’ndaki bir hastanede tedavi ediliyordu; Japon zaferinin mimarı olan rakibi Amiral Togo Heihachiro ona nezaket ziyaretinde bulunup sağlık durumu hakkında bilgi almıştı. Bu haber dünyanın her yerinde kuşku ve hayretle karşılandı. Çünkü Avrupa devletleri gambot diplomasisini çok uzun bir süredir son derece sert ve etkili bir şekilde kullanıyorlardı! İster Cezayir daisi, ister Bengal nevabı, ister Zanzibar sultanı, hatta isterse Çin imparatoru söz konusu olsun, denizaşırı bir bölgenin satrapı aksilik, söz dinlemezlik veya küstahlık yaparsa, derhal birkaç savaş gemisi gönderilip yola getiriliyordu.
Şimdi ise, çarın “gambotları” Tsushima Boğazı’nda hiç gözlerinin yaşına bakılmadan denizin dibine gönderilmişti. Filonun otuz kadar gemisinden sadece üçü Vladivostok’a ulaşabilmişti.
Önceki yılın olaylarını yakından takip edenlerin aslında bu yaşanana pek şaşırmaması gerekirdi. Çatışmanın başladığı Şubat 1904’ten beri, Ruslar hem karada hem de denizde zaafiyet emareleri gösteriyorlardı. Dışişleri koridorlarında çarların imparatorluğunun, ne kadar uçsuz bucaksız olursa olsun, en az Osmanlı sultanlarının imparatorluğu kadar hasta olduğu fısıltıları dolaşıyordu. Ancak böylesi bir bozgunu doğrusu pek az kişi bekliyordu.
Paris’te veya Viyana’da olduğu gibi Londra ve Berlin’de de gazeteler, ilk kez “beyaz olmayan bir halkın” büyük bir Avrupa gücünü mat ettiğini vurguluyor ve okurlarını “sarı tehlike” konusunda uyarıyorlardı. ABD’de bu olaya sevinen az sayıda kişiden biri, bekleneceği üzere, siyahi akademisyen W.E.B. Du Bois’ydı; “Beyaz sözcüğünün aptalca büyüsü”nü bozdukları için Japonlara şükran duyduğunu söylemişti.
• • •
“Beyaz adam” dünyada üstünlüğünü kuralı neredeyse beş yüz yıl olmuştu. “Yükselişe” geçişini bir yüzyıla tarihlendirmek gerekse, bu 15. yüzyıl olurdu.
Halbuki İtalyanların verdiği isimle “Quattrocento” başka yıldızların etkisinde başlamıştı. Mürettebat mevcudu kimi zaman yirmi sekiz bine çıkan, gemi sayısı ise iki yüzü aşan devasa bir Çin filosu 1405’ten itibaren pek çok deniz seferine çıkmıştı. Gemilerin altmışı, hem gidişte hem dönüşte muhteşem hazineler taşıyan muazzam junklardı.* Filoya son derece sıradışı bir kişilik olan Amiral Zheng He komuta ediyordu. Çinli Müslüman bir üst düzey memur ailesinden gelen amiralin görevi, Sunda Adaları’ndan Hindistan’a, İran’a, Arap Yarımadası’na ve en sonunda Afrika Boynuzu’na kadar uzanan kıyı bölgelerini keşfetmek, bu bölgelerin tasvirlerini kaleme alıp haritalarını çıkarmak, bu bölgelerle alışveriş ilişkileri kurmak, filonun göstereceği cömertlik sayesinde onu donatmış olan hükümdarın eli açıklığını kanıtlamak ve her fırsatta, Orta İmparatorluk (Çin) vasallarından biatlarını gösteren haraçları toplamaktı.
Zheng He Çin kâşifleri zincirinin ilk halkası olarak tarihe geçebilirdi ama çıktığı yedinci seyahat son seyahati oldu. 1424’te yeni bir imparatorun tahta çıkması vaziyeti değiştirmiş, atılımı durdurmuştu. Seferlerin pahalıya patladığı ve gereksiz olduğu hükmüne varıldı. Kaderine terk edilen donanma yavaş yavaş çürüdü. Sonra gemilerin parçalanması emredildi ve donanmayı yeniden inşa etmeye kalkışanın ağır cezalara çarptırılacağı duyuruldu.
O zaman Çin kendi içine kapandı ve kurtulmak için yüzyıllarca uğraşması gerekecek, bitap düşüren, uzun bir durgunluk içine gömüldü.
Aynı dönemde ama dünyanın diğer ucunda, tam zıt yönde bir hareket başlıyordu. Denize pek az açılmasına karşın Denizci lakabı takılmış Avrupalı bir prens olan Portekizli Infante Dom Henrique, Kara Afrika’nın kıyılarını keşfetmeye yönelik bir dizi seferi finanse edip hamiliğini üstlenmeye karar verdi. 1427’de Azor Adaları’nın keşfiyle başlayan bu seferler, Avrupalıların daha önce hiç ayak basmadığı Gine Körfezi’ne, sonra da Ümit Burnu’na kadar devam etti.
Sonraki onyıllar boyunca tüm okyanuslar Cenova, Venedik, Porto, Bristol, Amsterdam veya Saint-Malo’dan gelmiş kaptanlar, maceracılar, tacirler, botanikçiler ve misyonerler tarafından baştan aşağı katedilecekti. Bu muazzam keşif, kolonizasyon, sömürü ve fetih girişimi Batı Avrupa’yı yüzyıllar boyunca gezegenin siyasi, ekonomik ve entelektüel merkezi haline getirecekti.
Prens Henrique’nin bu girişimi sadece yeryüzünün, halkların ve zenginliklerinin keşfi konusunda duyduğu kişisel tutkunun sonucu değildi. Tarihte kendisine verilen adı fazlasıyla hak eden geniş bir kültürel uyanış ve gelişme hareketinin, Rönesans’ın da bir parçasıydı. Hıristiyan Batı, Rönesans’la birlikte, barbar istilalarıyla açılıp kara veba ve Yüz Yıl Savaşı’yla noktalanan bin yıllık uzun Ortaçağ tünelinden çıkmaya başladı.
Şanlı antik Yunan ve Roma devrine bir dönüş olarak algılanan Rönesans, bundan çok daha fazlası olacaktı. Ticari uygulamalardan sanatsal tekniklere ve aslen bir Çin icadı olup Gutenberg tarafından 1440’tan itibaren ele alınarak geliştirilen matbaaya kadar, yüzlerce alanda yepyeni bir uygarlık doğacaktı.
Rönesans’ın ürünü olan özgün ve gözü pek Avrupa uygarlığı, kendinden önce başka hiçbir uygarlığın yapamadığını başaracaktı: Bütün gezegeni, sözcüğün hem gerçek hem de mecazi anlamında ve gerek en ince gerekse en kaba yöntemlere başvurarak fethedecekti.
2.
Sonraki dört yüzyıl boyunca, 16. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar, Batı’nın üstünlüğü gezegenin tamamında ve bütün alanlarda iyice yaygınlaşıp pekişti.
Osmanlılar başlarda, 1453’te Konstantinopolis’i fethetmelerinin de verdiği hızla, sınırlarını Budapeşte’ye kadar genişletip Viyana kapılarına ulaşmayı umuyorlardı. Ama hızları hem karada hem de denizde kırıldı ve imparatorlukları sonunda düşeceği “hasta adam” haline hemen dönüşmese de hâkimiyetini bir daha asla kabul ettiremedi.
Zaten uzun bir süre, dünyanın hiçbir yerinde Avrupa’nın üstünlüğüne meydan okuyabilecek güçler çıkmayacaktı. Kuşkusuz bazı şanlı hanedanlar görüldü: Hindistan’da Tac Mahal’i inşa eden Babürlüler veya İran’da Isfahan’ın ihtişamını yaratan Safeviler gibi… Ama sadece Avrupalılar gezegen çapında emeller besliyor, okyanus ve denizaşırı yerlerde kendilerine alan açıyorlardı.
Birçok kıtaya yayılan ilk imparatorluklar, Yeni Dünya’nın büyük bölümünü paylaşan İspanya ve Portekiz oldu; çok geçmeden İngiltere, Fransa, Hollanda da onlara katıldı; daha geç bir dönemde, 19. yüzyılda, yeni kurulmuş ve sömürge “pastası”ndan paylarını isteyen üç devlet daha sahneye çıktı: Belçika, Almanya ve İtalya. Ruslar da peş peşe fetihlerle Ural Dağları’ndan –Çin tarafından terk edilen bir yarımadada Vladivostok’u kurdukları– Japon Denizi kıyılarına kadar uzanan devasa bir Asya imparatorluğu oluşturmaya girişmişlerdi.
Avrupalılar bir avantaj gördükleri yerlerde, özellikle de Amerika kıtalarında ve Avustralya’da, iskân yoluyla koloniler kurdular; yerel nüfus topluluklarıyla kimi zaman karışsalar da çoğunlukla onları topraklarından ettiler, kovdular veya katlettiler. Başka yerlere askerlerini ve idarecilerini göndermekle yetindiler. Pek çok öğrenci kuşağı, Avrupa’nın farklı sömürge imparatorluklarını gösteren geniş pembe, mavi, mor, sarı veya yeşil renk lekeleriyle bezenmiş haritaların yer aldığı ders kitaplarıyla öğrenim gördü. Üstelik bu…
“Labirent – Batı ve Hasımları” için bir yanıt
Bir yanıt yazın
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Deneme Edebiyat
- Kitap AdıLabirent – Batı ve Hasımları
- Sayfa Sayısı288
- YazarAmin Maalouf
- ISBN9789750862427
- Boyutlar, Kapak13,5 x 21 cm, Karton Kapak
- YayıneviYapı Kredi Yayınları / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Fragmanlar ~ Turgay Bakırtaş
Fragmanlar
Turgay Bakırtaş
Georg Simmel yirminci yüzyılın hemen başlarında, metropole dair o ünlü makalesinde dünyadan bezmişlik tavrıyla metropol arasında derin bir bağ olduğunu yazmıştı. Büyük şehrin çalkantısı,...
- 99 Yüz / İzdüşümler – Söz Senaryosu ~ Cemal Süreya
99 Yüz / İzdüşümler – Söz Senaryosu
Cemal Süreya
Süleyman Demirel, İbrahim Tatlıses, Çetin Altan, Deniz Baykal, Metin Oktay, Sakıp Sabancı, Sezai Karakoç… Siyasetten spora, bürokrasiden sanat dünyasına, işinsanlarına, gazetecilere yüzden fazla isim....
- Akıntıya Karşı ~ Mustafa Kutlu
Akıntıya Karşı
Mustafa Kutlu
… Oltanın ucundaki balık şöyle dedi: ‘Yem öyle büyülü, çekici, gerçek idi ki; nasıl desem gerçekten daha gerçekti. Şimdi şu son nefesimi verirken itiraf...
Teşekkürler, sağ olun. Emeğinize sağlık.