Herkesin kıskandığı Story ailesi, dört kardeşe anneleri tarafından gönderilen tek cümlelik mektupla paramparça olmuştu. Fakat hem yaşadıkları adadan hem de aileden aforoz edilen kardeşler bir gün oraya geri dönebilecekleri umudunu hiç kaybetmemişlerdi.
Yıllar sonra, birbirlerini neredeyse hiç tanımayan üç kuzen Aubrey, Milly ve Jonah Story yazı büyükannelerinin tatil köyünde geçirmeleri için bir davet mektubu aldılar. Hayatları boyunca büyük bir gizem olan kadınla sonunda tanışma ve Storylerin sırrını çözme fırsatını kaçırmalarına imkân yoktu. Ama bazı sırların gömüldükleri yerde kalması çok daha iyiydi.
BÖLÜM BİR
MILLY
Akşam yemeğine yine geç kalmıştım ama bu defa benim suçum değildi. Erbilmişin teki beni yolumdan alıkoymuştu. “Mildred mi? Tam bir büyükanne ismi. Hem de havalı bir büyükanne ismi bile değil.” Bunu tam bir zekâ küpü olduğunu düşünür gibi söyledi. Sanki on yedi yıldır kimse adımın rağbet gören bir klasik olmadığını fark etmemiş gibi. Hâliyle bu toplumsal açıklamayı dile getirmek saçlarını inek yalamış gibi geriye yapıştırmış, serçeparmağı yüzüğü takan bir Wall Street yatırım bankacısına kalmıştı. Maden suyumun köpüklerini höpürdettim. “Aslına bakarsan bana anneannemin ismini vermişler,” dedim. Yağmurlu bir nisan akşamı saat altıda, şehir merkezindeki bir et lokantasındaydım ve indirimli içki saati kalabalığına karışmak için elimden geleni yapıyordum. Bu, arada sırada arkadaşlarımla oynadığımız bir oyundu: Kapıda kimlik kontrolüne takılmamak için restoran barlara giderdik. En sade elbiselerimizi giyer, bolca makyaj yapardık. Limon dilimli maden suyu sipariş eder –“küçük bardakta lütfen, henüz o kadar susamadım” ve tek dikişte dibini görürdük. Sonra da birilerinin bize içki ısmarlamayı teklif etmesini beklerdik. Biri muhakkak yapardı.
Serçeparmak Yüzüklü gülümsediğinde loş ışıkta neredeyse parlayan dişlerini gözler önüne serdi. Diş beyazlatma tedavisini çok ciddiye alıyor olmalıydı. “Hoşuma gitti. Böylesine güzel, genç bir kadın için ne tezat ama!” Bana biraz daha yanaşmasıyla ağır bir erkek parfümünün baş ağrıtıcı kokusu burun deliklerimi doldurdu. “Çok enteresan bir tipin var. Nerelisin?” Öf. Bu kimi zaman maruz kaldığım Sen nesin? sorusundan açık ara daha iyiydi ama hâlâ iğrençti. “New York,” dedim üstüne basa basa. “Sen?” “Onu sormadım. Aslen nerelisin?” diyerek sorusuna açıklık getirdi. Buraya kadardı. Artık kabak tadı vermişti. “New York,” diye tekrarladım ve taburemden kalktım.
Ben kalkmaya niyetlenene kadar benimle konuşmaması iyi olmuştu çünkü akşam yemeğinden önce bir kokteyl yuvarlamak en parlak fikirlerimden biri değildi. Mekânın diğer ucundaki arkadaşım Chloe’yle göz göze gelip ona el salladım ama oradan sıvışmama fırsat kalmadan Serçeparmak Yüzüklü kadehini benimkine doğru eğdi. “Sana içtiğinden bir tane daha ısmarlayabilir miyim?” “Hayır, teşekkür ederim. Biriyle buluşacağım.” Kaşlarını çatarak geriye çekildi. Hem de ne çatmak! Sanki botoks yaptırma zamanını kaçırmış gibi. Ayrıca yanaklarında yol yol çizgiler ve gözlerinin etrafında kırışıklıklar vardı. Tüm bunlar bir numara olmasaydı da gerçekten üniversite öğrencisi olsaydım bile bana asılmak için fazla yaşlıydı. “O hâlde zamanımı neden boşa harcıyorsun?” diye homurdandı.
Bakışları daha şimdiden omzumun üstünden aşmıştı. Chloe’nin dediğine göre, indirimli içki saatini seviyordu çünkü okullu oğlanları toy buluyordu. Haklılık payı yok değildi. Ne var ki zamanla ne kadar çirkinleşebileceklerini hiç öğrenmememizin daha iyi olacağını düşünürdüm bazen. Limon dilimini bardağımdan çıkarıp sıktım. Aslında doğrudan gözüne nişan almamıştım ama fışkıran limon sularının yalnızca yakasına geldiğini gördüğümde yine de biraz hayal kırıklığına uğradım. Limon dilimini içine attığım kadehi bara bırakırken, “Pardon,” dedim tatlılıkla. “Normalde hiç zahmet etmezdim. Ama içerisi çok karanlık. Yanıma ilk geldiğinde seni babam sandım.” Sanki bu mümkün olabilirmiş gibi. Benim babam çok daha yakışıklıydı ve ayrıca sapığın teki değildi. Serçeparmak Yüzüklü’nün ağzı bir karış açık kaldı ama cevap vermesine fırsat vermeden yanından rüzgâr gibi geçip kapıdan çıktım. Gideceğim restoran yolun hemen karşısındaydı.
Kapıdan girdiğimde garson gülümsedi. “Size yardımcı olabilir miyim?” “Akşam yemeğinde biriyle buluşacağım? Allison?” Kadının bakışları önündeki deftere kaydı ve gözlerinin arasında incecik bir çizgi belirdi. “Bahsettiğiniz isimde bir rezervasyon göremiyorum…” “Story-Takahashi?” diye denedim. Annemle babam alışılmadık derecede dostça boşanmışlardı. Öyle ki Şekil A’da her iki soyadını birden kullanmaya devam eden annemi görebilirdiniz. “Ama senin soyadın hâlâ bu,” demişti dört yıl önce boşanma davası sonuçlandığında. “Ayrıca ben de buna çok alıştım.” Garsonun gözlerinin arasındaki çizgi derinleşti. “Bu isimde bir rezervasyon da göremiyorum.” “O hâlde sadece Story* ?” diye denedim.
“Hani kitaplardaki gibi?” Kaşları düzeldi. “Ah! Evet, işte burada. Sizi şu tarafa alayım.” İki menü kaptı ve beni beyaz örtülü masaların arasından geçirerek en köşedeki bölmeye götürdü. Bölmenin yanındaki duvar ayna kaplıydı ve masada beyaz şarabını yudumlamakta olan kadın aynadaki yansımasına çaktırmadan bakarak koyu renkli topuzundan çıkan ve yalnızca kendisinin görebildiği saçakları düzeltiyordu.
Garson büyük boy menüleri önümüze koyarken kadının karşısına kuruldum. “Bu akşam Story mi oldun?” diye sordum. Annem cevap vermek için garsonun yanımızdan ayrılmasını bekledi. “Adımı tekrar tekrar söyleyecek modda değildim,” dedi iç çekerek. Tek kaşımı kaldırdım. Annem babamın Japonca soyadını nasıl heceleyeceğini ya da telaffuz edeceğini kestiremiyormuş gibi yapanların ağzının payını vermekten genellikle çekinmezdi. “Neden?” diye sordum bana anlatmayacağını bile bile. İlk önce üstesinden gelinmesi gereken birden fazla Milly eleştirme seviyesi vardı. Bileğindeki bir düzine altın incik boncuğu şıngırdatarak kadehini masaya bıraktı.
Annem bir mücevher şirketinin halkla ilişkilerden sorumlu başkan yardımcısıydı ve bu sezonun olmazsa olmazlarını takmak işinin iyi yanlarından biriydi. Beni tepeden tırnağa süzerek normalden daha ağır olan makyajıma ve daracık lacivert elbiseme göz gezdirdi. “Böyle iki dirhem bir çekirdek nereden geliyorsun?” Yolun karşısındaki bardan. “Chloe’yle galeride işimiz vardı,” diye yalan söyledim. Chloe’nin annesinin şehrin yukarısında bir sanat galerisi vardı ve arkadaşlarımız orada bolca zaman geçirirdi. Güya. Annem kadehini tekrar eline aldı. Bakışlarını aynaya kaydırıp saçını düzelterek şarabını yudumladı. Saçlarını saldığında koyu renkli dalgalar hâlinde dökülürlerdi ama kafama kakmaya bayıldığı üzere hamilelik ipek gibi saçlarını keçeleştirmişti.
Bunun için beni asla affetmediğinden adım gibi emindim. “Finallerine çalıştığını sanıyordum.” “Çalışıyordum. Çıkmadan önce.” Kadehi tutan parmaklarının eklemlerinin bembeyaz kesildiğini görünce beklemeye geçtim. Milly, üçüncü sınıfı B’den daha düşük bir notla bitiremezsin. Vasatlığın eşiğindesin. Baban ve ben böylesi bir fırsatı heba edemeyeceğin kadar çok yatırım yaptık. Müziğe biraz yatkınlığım olsaydı annemin en sevdiği uyarının şerefine Vasatlığın Eşiği diye bir grup kurardım. Üç yıldır bu konuşmanın farklı versiyonlarını dinliyordum. Prescott Akademisi seri üretime geçmiş bir mavi kan fabrikası misali Sarmaşık Ligi öğrencisi basıyordu ve en başından beri sınıfımın başarı sıralamasının sonlarında yer almam annemin içine dert oluyordu. Ne var ki nutuk çekmeye girişmedi.
Onun yerine uzanıp boştaki eliyle benimkini okşadı. Acemi bir kuklacının oynattığı kuklanın tekiymiş gibi sertçe. “Çok güzel görünüyorsun.” Ânında savunmaya geçtim. Annemin benimle akşam yemeğinde buluşmak istemesi zaten yeterince tuhaftı fakat bana asla iltifat etmezdi… veya dokunmazdı. Aniden tüm bunlar duymamayı yeğleyeceğim bir haber vermek için annem tarafından hazırlanmış bir dümen gibi geldi. “Hasta mısın?” dedim pat diye. “Yoksa babama mı bir şey oldu?” Gözlerini kırpıştırıp elini çekti. “Ne? Hayır! Bunu sormak nereden aklına geldi?” “O hâlde neden…” Gülümseyen bir garsonun masamıza gelip gümüş bir sürahiden bardaklarımıza su doldurmaya başlaması üzerine sustum.
“Hanımlar bu akşam nasıllar acaba? Size spesiyallerimizden bahsedebilir miyim?” Garson spesiyalleri bir çırpıda sıralarken menümün üstünden ürkek gözlerle annemi süzdüm. Kesinlikle gergindi, neredeyse boşalmış olan şarap kadehini hâlâ sımsıkı tutuyordu fakat ona baktıkça kötü bir haber vereceğini sanmakla yanıldığımı fark ettim. Koyu mavi gözleri parlaktı ve dudaklarının köşeleri hemen hemen yukarı kıvrıktı.
Bir beklenti içindeydi ama herhangi bir çekincesi yoktu. Sihirli bir değnek değmişçesine A artıyla Prescott Akademisi’nde son sınıfa geçmem dışında annemi neyin mutlu edeceğini hayal etmeye çalıştım. Para. Yalnızca para olabilirdi. Annemin hayatı para etrafında dönerdi daha doğrusu yeterince para olmaması etrafında. Annem de babam da iyi işlerde çalışıyordu ve yeniden evlenmiş olmasına rağmen babam çocuk nafakası konusunda gayet cömert davranırdı. Yeni eşi Surya maddi meseleler de dahil olmak üzere her açıdan cadı üvey anne tanımının taban tabana zıddıydı. Babamın aydan aya gönderdiği yüklü çekler yüzünden anneme asla kin duymamıştı. Ne var ki Manhattan’da geçinmeye çalışıyorsanız iyi yeterli olmazdı. Üstelik annemin çocukluğu ve gençliği refah içinde geçmişti. İşyerinde terfi aldı, diye düşündüm. Böyle olmalıydı. Bu bana harıl harıl çalışarak buralara geldiğini hatırlatıp lafı benim her konuda daha sıkı çalışmam gerektiğine getireceği kısım dışında harika bir haberdi. “Ben tavuklu Sezar salata alayım.
Ançüez olmasın, sos yanında gelsin,” dedi annem menüyü doğru düzgün bakmadığı garsona uzatırken. “Ve bir kadeh daha Langlois-Chateau, lütfen.” “Çok güzel bir seçim. Peki siz, genç hanım?” “Kemikli pirzola, az orta pişsin. Yanında da jumbo boy fırında patates,” dedim. Başıma ne geleceğini kestiremesem de en azından güzel bir yemek yiyebilirdim. Garson yanımızdan ayrıldığında annem şarap kadehini kafasına dikti. Bense suyumu yudumladım. Barda içtiğim maden suyundan ötürü idrar torbam zaten doluydu ve tam lavaboya gitmek için masadan kalkacaktım ki annem, “Bugün çok ilginç bir mektup aldım,” dedi.
Demek ki mesele buydu. “Öyle mi?” Bekledim ama devamını getirmeyince, “Kimmiş?” diye sordum. “Kimdenmiş,” diye düzeltti istemsizce. Parmaklarını kadehinin kaidesinde gezdirirken dudakları biraz daha yukarı kıvrıldı. “Büyükannenden.” Gözlerimi kırpıştırarak ona baktım. “Baba’dan mı?” Bu meseleyi neden böylesine abarttığına dair en ufak bir fikrim yoktu. Esasen büyükannem annemle pek sık irtibat kurmazdı ama ona yazması eşi benzeri görülmemiş şey de değildi. Baba okuduğu makaleleri ilgilenebileceğini düşündüğü kişilere göndermekten hoşlanan insanlardandı ve boşanmadan sonra bile anneme makaleler göndermeye devam etmişti.
“Hayır. Diğer büyükannenden.”
“Ne?” Şimdi kafam gerçekten karışmıştı. “Bahsettiğin mektubu Mildred mi göndermiş?”
Anneanneme taktığım bir lakap yoktu. Benim nazarımda o bir Anane, Nene ya da Nine değildi çünkü onunla hiç tanışmamıştım. “Aynen öyle.” Garson annemin şarabıyla geri döndü ve annem kadehinden uzun, tatmin edici bir yudum aldı. Az önce söylediğini idrak etmekte zorlandığımdan sessizce oturdum.
Anneannemin çocukluğumda önemli bir yeri vardı ama gerçek bir insandansa tam bir masal kahramanıydı: Bilmemkaçıncı nesilden büyükbabası Mayflower’la* Amerika’ya gelen Abraham Story’nin zengin duluydu. Atalarım tarih kitaplarından çok daha enteresandı: Balina avcılığıyla servet kazanmış, servetin çoğunu demiryolu hisselerine yatırarak kaybetmiş, ellerinde avuçlarında kalanla da Massachusetts açıklarındaki küçük, boktan bir adada gayrimenkul satın almışlardı. Martı Yuvası Adası, Abraham Story tarafından bugün olduğu şeye dönüştürülene kadar sanatçılarla hippilerin mesken tuttuğu, adı pek duyulmamış bir cennetti: Zengin ve az ünlü kişilerin doğaya döner gibi yapmak için uçuk meblağlar ödediği bir yer. Annem ve üç erkek kardeşi Yabansümbülü Konağı adında, denize nazır, koskoca bir evde sanki Martı Yuvası Adası’nın prenses ve prensleriymiş gibi at binerek ve smokin giyilen partilere katılarak büyümüşlerdi.
Dairemizdeki şömine rafında annesiyle babasının tatil köyünde her yıl verdiği Yaza Merhaba Balosu’na giden on sekiz yaşındaki annemin limuzinden inerken çekilmiş bir fotoğrafı duruyordu. Saçı tepeden toplanmıştı ve üzerinde beyaz bir balo elbisesi, boynundaysa damla şeklinde muhteşem bir elmas gerdanlık vardı. Mildred bu kolyeyi anneme on yedinci doğum gününde hediye etmişti ve eskiden on yedi yaşıma bastığımda annemin o kolyeyi bana vereceğini sanırdım.
Tabii ki öyle bir şey olmadı. O kolyeyi kendisi de hiç takmasa bile. Annem lise son sınıftayken dedem ölmüştü. İki yıl sonra Mildred tüm çocuklarını evlatlıktan reddetmişti. Annemi ve erkek kardeşlerini bebekliklerinden beri tanıyan Donald Camden adındaki avukatı aracılığıyla Noel’den iki hafta önce gönderdiği tek cümlelik mektup dışında hiçbir açıklama yapmaksızın onlara mali ve şahsi desteğini kesmişti: Ne yaptığınızı biliyorsunuz. Annem Mildred’in neyi kastettiğine dair en ufak bir fikri olmadığında diretir dururdu. “Sanırım dördümüz de… bencilce davrandık,” demişti bir keresinde. “O zamanlar hepimiz üniversitedeydik ve yeni bir hayata atılıyorduk. Beybabam öldükten sonra hanımannem yalnız kaldı.
Onu ziyaret etmemiz için bize yalvarırdı. Ama gitmek istemedik.” Annesiyle babasına tıpkı Viktorya dönemi romanlarındaki kahramanlar gibi Beybaba ve Hanımanne derdi. “O yıl hiçbirimiz Şükran Günü’nde eve dönmedik. Hepimizin farklı planları vardı. Hanımannem öfkeden köpürmüştü ama…” Hikâyenin burasından sonra annemin suratına hep düşünceli, dalgın bir ifade yerleşirdi. “İncir çekirdeğini doldurmayacak bir şeydi. Bağışlanmayacak şey değildi.” Eğer Abraham Story annem ve erkek kardeşleri için eğitim fonu kurmamış olsaydı üniversiteden bile mezun olamayabilirlerdi. Ne var ki mezun olduklarında tek başlarına kalmışlardı. Başlangıçta sürekli Mildred’le irtibat kurmaya çalışmışlardı.
Sonra Donald Camden’ın paçasına yapışmışlardı ama adamın tek yanıtı, Mildred’in kararını vurgulayan bir e-posta göndermek olmuştu. Düğün davetiyelerini postalamış, çocukları doğduğunda haber göndermişlerdi. Hatta sırayla anneannemin hâlâ yaşamakta olduğu Martı Yuvası Adası’na bile gitmişlerdi ama anneleri ne onları görmeyi ne de onlarla konuşmayı kabul etmişti. Eskiden tepeden tırnağa elmaslarla ve kürklerle kuşanmış hâlde vals adımlarıyla dairemize girdiğini ve beni, yani adaşını görmeye geldiğini hayal ederdim. Beni bir oyuncakçıya götür, neistersem alır, sonra da annemle babama götürmem için elime bir para çuvalı tutuştururdu. Annemin de aynı hayali kurduğundan emindim. Yoksa yirmi birinci yüzyılda dünyaya gelmiş bir kıza neden Mildred adını koysundu ki? Ne var ki anneannem, Donald Camden’ın yardımıyla, istisnasız her defasında çocuklarının önüne duvar örmüştü. Onlar da en nihayetinde pes etmişlerdi.
Annemin beklenti dolu gözlerle bana baktığını görünce cevap beklediğini anladım. “Mildred’den bir mektup aldın, öyle mi?” diye sordum. Başıyla onayladı ve yanıt vermeden önce boğazını temizledi. “Yani. Doğruyu söylemek gerekirse mektubu sen aldın.” “Ben mi aldım?” Son beş dakikada sözcük dağarcığım sıfırı tüketmişti. “Zarfın üstünde benim adım yazıyordu ama mektup sana hitaben kaleme alınmıştı.” On yıllık bir görüntü zihnimde canlandı: Yıllardır görmediğim anneannemle operaya gider gibi giyinip alışveriş arabasını ağzına kadar pelüş hayvanlarla dolduruşumuz. Tacımız bile eksik olmayacaktı. Bu düşünceyi bir kenara itip doğru kelimeleri bulmaya çalıştım. “Acaba o… Yoksa o… Neden?” Annem elini çantasına daldırıp bir zarf çıkardı ve onu masanın üstünden önüme sürdü. “Belki de okusan iyi olur.” Zarfı açtım ve içinden hafif hafif leylak kokan, krem rengi, katlanmış, kalınca bir kâğıt çıkardım.
En üste adının baş harfleri, yani MMS harfleri basılmıştı – Mildred Margaret Story. Benimkinin sonunda Takahashi olmasa isimlerimiz tıpatıp aynı olacaktı. Kısa paragraflar daktiloda yazılmıştı ve peşlerinden okunaksız, kargacık burgacık bir imza geliyordu.
Sevgili Milly, Henüz tanışmadığımızın farkındayım. Bunun birtakım karmaşık sebepleri var ama yıllar geçtikçe eskisinden daha az önem arz eder oldular. Artık yetişkinliğe adım atmak üzere olduğunu fark ettiğimden beri kendimi nasıl biri olduğunu merak etmekten alıkoyamıyorum. Martı Yuvası Adası’nda gözde bir tatil yeri olan Martı Yuvası Tatil Köyü’nün sahibiyim. Seni ve kuzenlerini, yani Jonah ve Aubrey’yi bu yaz hem çalışıp hem de tatil yapmanız için buraya davet etmek istiyorum.
Ebeveynleriniz yeniyetmeliklerinde tatil köyünde çalıştılar ve ortamı ilham verici ve keyifli buldular. Sen ve kuzenlerinin yaz mevsimini Martı Yuvası Tatil Köyü’nde geçirmekten benzer şekilde istifade edeceğinizden eminim. Dahası sağlığım uzun süre misafir ağırlamama izin vermediğinden bu şekilde sizleri tanıma fırsatını elde etmiş olacağım. Umarım davetimi kabul edersin. Tatil köyünün yaz istihdam koordinatörü Edward Franklin tüm gerekli seyahat ve lojistik işlerini halledecek. Aşağıdaki e-posta adresinden onunla iletişime geçebilirsin.
Sevgiler,
Mildred Story
Mektubu iki kere baştan okudum, ardından kâğıdı tekrar katlayıp masaya bıraktım. Başımı kaldırıp bakmasam da konuşmamı bekleyen annemin bakışlarını üzerimde hissedebiliyordum. Artık altıma kaçırmak üzere olmama rağmen sözcüklerin gırtlağımdan yükselebilmesi için boğazımı birkaç yudum daha suyla yumuşatmam gerekti. “Bu zırvalık gerçek mi?” Annemin söylememi beklediği şey her neyse kesinlikle bu değildi. “Pardon?” “Bakalım doğru anlamış mıyım?” dedim mektubu gerisin geriye zarfın içine sokuştururken. Yanaklarıma ateş basmıştı. “Hiç tanımadığım, arkasına bile bakmadan seninle tüm bağlarını koparan, düğününe, vaftiz törenime ya da geçtiğimiz yirmi dört yıldır ailemizle ilgili herhangi bir etkinliğe gelmemiş, aramamış, e-posta göndermemiş veya dur bir bakayım, hah, beş dakika öncesine dek mektup bile yazmamış bu kadın gidip otelinde çalışmamı mı istiyor?” “Bu meseleye doğru yerden baktığını sanmıyorum, Milly.” Sesim ciyaklamaya yakın bir seviyeye yükseldi. “Nasıl bakacakmışım peki?” “Şşşş,” diye tısladı annem çarçabuk etrafına bakınarak. Nefret ettiği bir şey varsa o da olay çıkarmaktı. “Bir fırsat olarak.” “Ama ne için?” diye sordum.
Eski fotoğraflarda anneannemin elinde gördüğüm beş karatlık nefis zümrüdün yanına bile yaklaşamayacak olan iri taşlı yüzüğünü parmağında döndürerek bocaladığını görünce jetonum düşüverdi. “Hayır, bekle – cevap verme. Soruyu yanlış sordum. Kim için demeliydim.”
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Polisiye Roman (Yabancı)
- Kitap AdıKuzenler
- Sayfa Sayısı320
- YazarKaren M. McManus
- ISBN9786258387469
- Boyutlar, Kapak13,5*21, Karton Kapak
- YayıneviYabancı Yayınevi / 2022
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Şilili Şair ~ Alejandro Zambra
Şilili Şair
Alejandro Zambra
“Dünya parçalanıyor, her şey kötüye gidiyor, neredeyse daima sevdiklerimize zarar veriyoruz ve onlar da onulmaz biçimde bize zarar veriyor, belki de herhangi bir umut...
- İlkbahar Rüyası ~ Kristin Hannah
İlkbahar Rüyası
Kristin Hannah
Hataların daima bir bedeli olur. Ancak gerçek sevgi geçmişi telafi edecek sonsuz olasılıklara sahiptir… Madelaine on altı yaşındaki kızı Lina’yı tek başına büyüten bekâr...
- Kardeşim Rüzgar, Kardeşim Deniz ~ Jose Mauro De Vasconcelos
Kardeşim Rüzgar, Kardeşim Deniz
Jose Mauro De Vasconcelos
Şeker Portakalı adlı romanıyla ülkemizde yediden yetmişe herkesin sevgilisi olan Brezilyalı ünlü yazar Jose Mauro de Vasconcelostan bir roman daha sunuyoruz. Romanın başkişisi damarlarında...