Edgar Allan Poe, edebiyat tarihine yazdıklarıyla olduğu kadar yaşamöyküsüyle de damgasını vurmuştur. Yoklukla, kayıplarla, hastalıklarla, alkolle ve sanrılarla cebelleşmesine rağmen, belki de tam bu yüzden hem dünya edebiyatı hem de Batı kültürü üzerinde derin bir etki bırakan olağanüstü öyküler ve şiirler yazmıştır. Psikolojik gerilim unsurunu kusursuzlaştırmış, dedektiflik öyküsünü keşfetmiş ve okuru kendi doğaüstü âlemine götürmeyi her seferinde başarmıştır.
“Şehrazat’ın Bin İkinci Masalı”, “Morgue Sokağı Cinayetleri”, “Gammaz Yürek”, “Usher Evi’nin Çöküşü”, “Kara Kedi” gibi bu sıra dışı külliyatın en önemli örneklerini içeren Kuyu ve Sarkaç isimli bu derlemede dehşet, delilik, şiddet ve doğaüstü güçler hüküm sürüyor.
Poe’nun kâh fantastik kâh gotik kâh gizemli öğeler içeren ama hep ustalıkla kaleme aldığı öykülerinden oluşan Kuyu ve Sarkaç, yazarın eşsiz dilini ve insanın içinde, pusuda bekleyen karanlığı ortaya koyma becerisini sergiliyor.
İçindekiler
Şişedeki Mektup ………………………………………………………11
Altın Böcek ……………………………………………………………..25
Şehrazat’ın Bin İkinci Masalı ………………………………………65
Morgue Sokağı Cinayetleri …………………………………………85
Çalınan Mektup ……………………………………………………..125
Usher Evi’nin Çöküşü ……………………………………………..147
Gammaz Yürek ………………………………………………………169
Kara Kedi ………………………………………………………………177
Kuyu ve Sarkaç ………………………………………………………189
Oval Portre …………………………………………………………….207
Kızıl Ölümün Maskesi ……………………………………………..211
Sfenks …………………………………………………………………..219
Maelzel’in Satranç Oyuncusu ……………………………………225
ŞİŞEDEKİ MEKTUP
Qui n’a plus qu’un moment a vivre
N’a plus rien a dissimuler.1
Quinault, Atys
Vatanım ve ailem hakkında söyleyecek çok şeyim yok. Kötü alışkanlıklar ve uzun yıllar beni birinden uzaklaştırdı, diğerineyse yabancılaştırdı. Ailemden kalan servet iyi bir eğitim almamı, düşünmeyi seven zihnim de erken yaşta yaptığım çalışmaların titiz birikimini düzene sokmamı sağladı. Her şey bir yana, Alman ahlakçıların çalışmaları bana müthiş haz verdi; ama bu, onların o dilbaz uçukluklarına sakıncalı bir hayranlık duymamdan değil, sağlam kafa yapımla hatalarını kolaylıkla ortaya koymamdan kaynaklanıyordu. Çoğu kez yaratıcılığımın yavanlığı yüzünden kınanmışımdır; hayal gücümün eksikliği bir suç gibi yıkılmıştır üstüme; görüşlerimdeki pyrrhonist’lik2 adımın çıkmasına neden olmuştur hep. Doğrusu, fiziksel felsefeden aldığım yoğun haz, korkarım bu çağın sık rastlanan bir yanılgısıyla zihnimi bulandırmıştı – olayları, çok az bağlantı kurulabilecek olsa bile, o bilimin ilkelerine dayandırma alışkanlığını kastediyorum. Bütünüyle ele alındığında, hurafenin ignes fatui’si1 aracılığıyla gerçeğin keskin sınırlarından uzaklaştırılmaya benden daha az yatkın kimse yoktur. Anlatmak zorunda olduğum inanılmaz öykü, bir zihnin gerçek deneyiminden çok, yavan bir hayal gücünün zırvalıkları olarak değerlendirilmesin diye bunu önceden açıklamayı uygun buldum. Yurtdışında yıllarca seyahat ettikten sonra 18.. yılında varlıklı ve kalabalık Cava Adası’ndaki Batavia Limanı’ndan Sunda Takımadaları’na doğru yola çıktım. Yolcu olarak gidiyordum – bir iblis gibi peşimi bırakmayan can sıkıcı huzursuzluktan başka bir nedenim yoktu yolculuk için. Dört yüz ton ağırlığında, bakırla birleştirilmiş, Bombay’da Malabar tik ağacından yapılmış güzel bir gemideydik. Lakkadiv Adaları’ndan ham pamuk ve yağ yüklenmişti gemiye. Bunların yanı sıra hindistancevizi lifi, hurma şekeri, hayvansal yağ, hindistancevizi ve birkaç sandık da afyon vardı. Yükleme biçimsizce yapıldığından gemi yan yatmıştı. Hafif bir rüzgârla yola çıktık ve günlerce Cava’nın doğu kıyısı boyunca ilerledik; takımadalara giderken karşılaştığımız küçük gemilerden başka, yolumuzun tekdüzeliğini bozan bir şey olmadı. Bir akşam, küpeşteye yaslanmış dururken kuzeybatıda tuhaf, tek bir bulut gördüm. Hem rengi hem de Batavia’dan ayrıldığımızdan beri gördüğümüz ilk bulut olması nedeniyle dikkat çekiciydi. Onu günbatımına kadar dikkatle izledim; bir anda doğuya ve batıya doğru yayılıp ince bir buğu şeridiyle ufku sardı, alçak bir kumsalın uzun kıyı çizgisi gibi görünüyordu. Az sonra, ayın loş kızıllığı ve denizin garip görüntüsü dikkatimi çekti. Deniz hızlı bir değişim geçiriyordu, su her zamankinden daha saydamdı. Dibini açık seçik görebilsem de iskandili çektiğimde, derinliğin on beş kulaç olduğunu fark ettim. Hava dayanılmayacak kadar ısınmıştı, kızgın demirden yükselenlere benzeyen sarmal buharlarla yüklüydü. Karanlık çöktükçe rüzgâr dindi ve akıl almaz bir durgunluk sardı ortalığı. Pupada yanan mumun alevinde en ufak bir kıpırtı yoktu, iki parmak arasında tutulan uzun bir saç teli sallanmadan duruyordu. Ancak kaptan herhangi bir tehlike işareti görmediğini söyledi, kıyıya doğru sürüklendiğimizden yelkenlerin sarılmasını ve demir atılmasını emretti. Gözcü yerleştirilmedi, çoğunluğu Malaya’lılardan oluşan mürettebat güverteye yayıldı. Aşağıya indim – içimde kötü bir his vardı. Doğrusu tüm belirtiler bir samyelinin yaklaştığı konusundaki endişemi destekliyordu. Kaptana kaygılarımdan söz ettim ama söylediklerimi dikkate almadı ve bir yanıt bile vermeden yanımdan ayrıldı. Tedirginliğim uyumama engel olmuştu, gece yarısına doğru güverteye çıktım. Kamara merdiveninin üst basamağına adımımı atmıştım ki hızla dönen bir değirmen çarkından çıkan sese benzer güçlü bir uğultuyla irkildim ve bunun ne olduğunu anlayamadan geminin sarsıldığını fark ettim. Hemen sonra bir köpük sağanağı bizi yan yatırdı ve baştan kıça kadar hızla savrulup bütün güverteleri boydan boya yıkadı. Rüzgârın şiddeti, büyük ölçüde geminin kurtulmasını sağladı. Bütünüyle suyla dolmuş, direkleri de yan yatmış olmasına rağmen bir dakika sonra ağır ağır denizden çıktı, fırtınanın yoğun baskısı altında bir süre yalpaladıktan sonra sonunda doğruldu.
Beni ölümden kurtaran mucizenin ne olduğunu bilmiyorum. Suyun çarpmasıyla afalladıktan sonra kendime geldiğimde kıç direğiyle dümen arasına sıkışmış olduğumu gördüm. Güçlükle ayağa kalktım, sersemlemiş bir halde etrafa bakarken önce dev dalgaların arasında olduğumuzu düşündüm; bizi yutan, dağ gibi, köpürmüş okyanusun girdabı en çılgın hayal gücünün bile ötesindeydi, korkunçtu. Bir süre sonra, biz limandan ayrılmak üzereyken gemiye binen yaşlı İsveçlinin sesini duydum. Ona var gücümle seslendim, sendeleyerek kıç tarafına geldi hemen. Az sonra kazadan yalnız ikimizin sağ çıktığını anladık. Bizim dışımızda güvertedeki herkes denize düşmüştü, kaptanla yardımcıları da uykularında ölmüş olmalıydılar çünkü kamaraları su basmıştı. Yardım olmadan, geminin güvenliği için çok az şey yapabilirdik, çabalarımız da her an batma ihtimalinin tedirginliğiyle en başından sekteye uğradı. Palamarımız kasırganın ilk rüzgârında sicim gibi kopmuştu elbette, yoksa bir anda sulara gömülmüş olurduk. Denizde korkunç bir hızla sürükleniyorduk, dalgalar tepemizde patlıyordu. Kıç tarafın iskeleti fazlasıyla zarar görmüştü, hemen her taraftan ciddi yaralar almıştık; ama pompaların tıkanmadığını ve safraların fazla kaymamış olduğunu görünce büyük sevinç duyduk. Fırtınanın baştaki şiddeti kalmamıştı, rüzgârın hızından da fazla endişe etmiyorduk ama korku içinde, tamamen durmasını bekliyorduk. Bu perişan halimizle denizde meydana gelecek o dehşetli kabarmada kaçınılmaz olarak yok olacağımıza inanıyorduk. Ama bu haklı kaygı hemen doğrulanacakmış gibi görünmüyordu. Beş gün beş gece boyunca –bu sırada tek yiyeceğimiz baş kasaradan büyük güçlükle temin ettiğimiz az miktarda hurma şekeriydi– hurda gemi, samyelinin ilk şiddeti gibi olmasa da daha önce karşılaştığım fırtınalardan daha dehşetli, süratli bir rüzgâr sağanağı önünde tahmin edilenin ötesinde bir hızla ilerliyordu. İlk dört günlük rotamız, ufak sapmalarla, güneydoğu ve güney yönündeydi; New Holland sahilinden ilerlemiş olmalıydık. Beşinci gün hava bir hayli soğudu oysa rüzgârın yönü kuzeye dönmüştü. Güneş soluk sarı bir ışıkla doğdu ve ufkun biraz üstünde yükseldi – belirgin bir ışık saçmıyordu. Görünürde hiç bulut yoktu ama rüzgâr şiddetlenmişti ve aralıklarla esiyordu. Güneş, tahminimize göre öğle sıralarında yine dikkatimizi çekti. Denebilir ki hiç ışık vermiyordu, yansımasız, donuk ve loş bir kızıllıktı, sanki tüm ışınları kutuplanmıştı. Kabaran denizde batmadan önce, ortasındaki alevler, bilinmeyen bir güç tarafından telaşla söndürülmüşçesine birdenbire yok oldu. Dipsiz okyanusa gömülürken bulanık, gümüşi bir çemberdi yalnızca. Altıncı günün gelmesini boşuna bekledik – benim için o gün hâlâ gelmiş değil; İsveçli içinse hiç gelmedi. O andan itibaren alacakaranlıkla örtüldük, öyle ki geminin yirmi adım ötesindeki bir nesneyi seçemiyorduk. Sonu gelmez gece bizi kuşatmaya devam ediyordu, tropiklerde alıştığımız o fosforlu deniz ışıltısı da yoktu. Fırtına, dinmeyen şiddetiyle sürse de o zamana kadar bize eşlik eden dalgaların ya da köpüklerin artık görünmediğini fark ettik. Her yer korku, koyu bir kasvet ve karanlığın kara, boğucu çölüyle sarılıydı. Batıl inançların yol açtığı korku yaşlı İsveçlinin ruhuna yavaş yavaş sızdı, benim ruhumsa sessiz bir hayretle kaplanmıştı. Gemiyle ilgilenmeyi bıraktık, bunun bir faydası yoktu, kendimizi mizan direğinde olabildiğince sağlama alarak okyanus âlemine acı acı baktık. Zamanı hiçbir şekilde hesaplayamıyorduk, bulunduğumuz yerle ilgili tahmin de yürütemiyorduk. Ancak hiçbir denizcinin gitmediği kadar güneyde olduğumuzu biliyorduk, önümüze o bildik buz engellerin çıkmamasına çok şaşırmıştık. Bu arada her an, son ânımızmış gibi gözdağı veriyordu – dev dalgalar üstümüze çullanma telaşındaydı. Denizin böyle kabarmasını hayal bile edemezdim, hemen sulara gömülmemiş olmamız bir mucizeydi. Arkadaşım yükümüzün hafifliğinden söz etti ve bana gemimizin kusursuz niteliklerini anımsattı; ama umudun umutsuzluğunu duymamak elimden gelmiyordu; kendimi çaresizce, bir saat içinde geleceğine inandığım ölüme hazırlıyordum çünkü geminin kat ettiği her mille birlikte kocaman kara dalgaların kabarışı da daha ürkütücü bir hal alıyordu. Zaman zaman albatrosun bile ulaşamayacağı bir yükseklikte soluksuz kalıyorduk – bazen de havanın durgunlaştığı, hiçbir sesin kraken’in1 uykusunu bölmediği su dolu bir cehenneme inerken hızdan başımız dönüyordu. O uçurumlardan birinin dibindeyken arkadaşımın ani, korku dolu çığlığı yırttı geceyi. “Bak! Bak!” diye haykırdı kulağıma. “Yüce Tanrı’m! Bak! Bak!” O konuşurken, içinde durduğumuz engin boşluğun kenarlarından aşağı süzülen ve güvertemizin üstüne kesik kesik bir parlaklık düşüren donuk, loş kırmızı ışığın farkına vardım. Gözlerimi yukarı çevirdiğimde kanımı donduran bir manzarayla karşılaştım. Üstümüzde, dehşet verici bir yükseklikte, dik uçurumun tam kenarında belki dört bin tonluk dev bir gemi dolaşıyordu. Kendi yüksekliğinin yüz katı bir dalganın tepesinde olmasına rağmen boyutu, o hattaki ya da Doğu Hint hattındaki bir gemininkinden daha büyük görünüyordu. Koca gövdesinin rengi koyu, kirli bir siyahtı, üstünde gemilerdeki alışılageldik oymaların hiçbirinden yoktu. Açık lombar kapaklarından bir sıra pirinç top çıkmıştı, geminin armasında bir ileri bir geri sallanan sayısız savaş fenerinin alevi, bunların cilalı yüzeylerinden dağılıyordu. Ama bizde korku ve şaşkınlık uyandıran asıl şey, doğaüstü denize ve baş edilmez kasırgaya karşı yelkenle ilerleyebilmesiydi. Onu ilk fark ettiğimizde, ötesindeki karanlık ve dehşet verici anafordan ağır ağır yükselirken, yalnızca pruvası görülüyordu. Yoğun bir dehşet ânında baş döndürücü zirvede durakladı –sanki kendi yüceliğini düşünüyordu– sonra sarsıldı, yalpaladı ve battı. O anda ruhuma birdenbire hâkim olan soğukkanlılık neydi, bilmiyorum. Sendeleyerek olabildiğince uzaklaştım, bastıracak felaketi korkusuzca bekledim. Gemimiz sonunda mücadeleye son vermiş, baş tarafından batıyordu. Çöken kütle, geminin gövdesinin zaten suyun altında olan bölümüne çarpmıştı, bunun sonucunda kaçınılmaz olarak, karşı konulmaz bir şiddetle yabancı geminin armasına savruldum. Ben düşerken gemi de doğrulmaya çalışıyordu; tayfaların gözünden kaçmış olmamı bundan doğan kargaşaya bağlıyorum. Fazla güçlük çekmeksizin, kimseye görünmeden ana ambar ağzına ilerledim ve kısa sürede ambarın içinde saklanma fırsatı buldum. Neden böyle yaptım, bilemiyorum. Belki de gizlenmemin temelinde yatan, gemideki denizcileri ilk gördüğümde içimi zapt eden belirsiz korkuydu. Bakar bakmaz bir sürü tuhaflık, kuşku ve kaygı uyandıran bu insan türüne teslim edemezdim kendimi. Bu yüzden ambarda gizlenecek bir yer aramayı uygun buldum. Hareketli tahtalardan küçük bir bölümünü kaldırarak geminin dev kalaslarının arasında elverişli bir sığınak elde ettim. İşimi henüz bitirmiştim ki ambardaki bir ayak sesi beni oraya hemen girmek zorunda bıraktı. Bir adam, zayıf sarsak adımlarla gizlendiğim yerden geçiyordu. Yüzünü göremiyordum ama genel görünüşünü inceleme fırsatı buldum. Bir hayli yaşlı ve güçsüz görünüyordu. Dizeri yılların ağırlığıyla bükülüyor, bedeniyse bu yükün altında titriyordu. Alçak, kesik kesik bir sesle, anlamadığım bir dilde sözcükler mırıldanıyordu kendi kendine; tuhaf görünüşlü aletler ile parçalanmış sefer haritalarının oluşturduğu yığının arasından, el yordamıyla bir köşeye yürüdü. Tavrı, ikinci çocukluğun hırçınlığı ile bir tanrının görkemli vakarının tuhaf bir karışımıydı. Sonunda güverteye çıktı ve onu bir daha görmedim.
* * *
Adını koyamadığım bir his ruhumu ele geçirdi – çözümlemeye olanak tanımayan, geçmişteki dersleri yetersiz bırakan, geleceğin de bana anahtarını sunmayacağından korktuğum bir sezgi. Benimki gibi şekillenen bir zihin için sonuncu değerlendirme bir felakettir. Düşüncelerimin doğasından asla –biliyorum ki asla– memnun olmayacağım. Ancak bu düşüncelerin belirsiz olması şaşırtıcı değil çünkü köklerini bütünüyle yeni kaynaklardan alıyorlar. Yeni bir anlam… yeni bir öz katılıyor ruhuma.
* * *
Bu korkunç geminin güvertesine ayak basalı uzun zaman oldu ve galiba kaderimin ışınları bir merkezde toplanıyor. Anlaşılmaz adamlar! Ne olduğunu kestiremediğim bir tür dalgınlığa kapılmış, beni fark etmeden yanımdan geçiyorlar. Gizlenmek tek kelimeyle ahmaklık, nasıl olsa bu insanlar görmüyor. Daha şimdi ikinci kaptanın gözlerinin önünden geçtim – kısa süre önce de kaptanın özel kamarasına girip oradan, bu satırları yazabilmem için gerekli olan malzemeleri aldım. Zaman zaman bu günceye devam edeceğim. Doğru, onu dünyaya ulaştırma fırsatını bulamayabilirim; ama çabalamaktan vazgeçmeyeceğim. Son anda mektubu şişeye koyup denize atacağım.
….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Öykü
- Kitap AdıKuyu ve Sarkaç - Seçme Öyküler
- Sayfa Sayısı256
- YazarEdgar Allan Poe
- ISBN9789750738890
- Boyutlar, Kapak12,5x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Güvercin ~ Patrick Süskind
Güvercin
Patrick Süskind
Düzenli bir yaşam süren, içine kapanık, sıradan biri olan Jonathan Noel, yıllardır bir bankanın bekçiliğini yapmaktadır. Bütün işi banka müdürünü karşılayıp arabasının kapısını açmaktan...
- Dünyanın Doğum Günü ~ Ursula K. Le Guin
Dünyanın Doğum Günü
Ursula K. Le Guin
“Önce farklılığı kurmak -yabancılığı oturtmak- sonra da ateşli bir insani duygu kıvılcımının sıçrayıp bu farkı kapatmasını sağlamak: Hayal gücünün bu akrobasisi beni her şeyden...
- Bakmadığınız Bir Yer Kalmıştı ~ Ahmet Tulgar
Bakmadığınız Bir Yer Kalmıştı
Ahmet Tulgar
“İçsavaş bütün diğer savaşların da mantığının en net göründüğü yerdir. Komşunu vur. En yakınını. Belki de bu yüzden işte içsavaştan geçmiş toplumlar dünya üzerinde...