Judith Kuckart, “Her hareketin hedefi durağanlıktır, çünkü her hareketin sonunda kalıcı bir şey olması gerekir,” sözüyle süslediği Kütüphaneci ile bizleri duvarın ayırdığı Berlin’e götürüyor. Şehrin enfes tasviri, bir kütüphaneci ve bir dansçının ilişkisi, karakterlerin kesif mazileri, en mahrem anlar ve hisler, iz bırakan bir anlatım tarzıyla gözümüzde canlanıyor.
“(…) Girişteki raftan bir yığın kitap çıkarmış ve bunları yere aynı yükseklikte iki kule gibi üst üste dizmiş, diz çöküp ellerini yere koymuştu. Yedi, sekiz, dokuz derken terlemeye, ayakuçları ve sonra kolları titremeye başlamıştı. On birde bıraktı. Elleri yorgunluktan terlemiş, Thomas Mann’ın yüzüne yapışmıştı. Kitabın üstüne vurdu, omzuna kastetmişti, Thomas Mann’ın omzuna. Ona sesli sesli dedi ki: Kütüphaneci artık kitap okumuyor. Böylece yarın kitaplarının üzerinde on beş kez şınav çekmeyi başaracak ve bunu yaparken de gözlüğünü çıkaracak. Kütüphanecinin Jelena için nasıl antrenman yaptığını göreceksin. Sen de benim yerimde olsan yaparsın bunu. Düşünsene…
Thomas Mann olunca aklına hiçbir şey gelmemişti, hiçbir şey. Ama Heimito von Doderer olunca başkaydı. Yarın onu en üste koyacaktı.Hans-Ullrich ayağa kalkıp banyoya gitti. Bir çift olabilirlerdi. Normal bir çift. Çocuklu. Çocuk olmazsa daha iyi diye karar verdi Hans-Ullrich ve terini sildi. (…)”
Her hareketin hedefi durağanlıktır Çünkü her hareketin sonunda kalıcı bir şey olması gerekir
Aristo
Hans-Ullrich Kolbe kitabı kapadı, açık renkli paltosunu koluna alıp şehir planını ceketinin cebine soktu. Günlerden cumartesiydi, saat geçti ve nisan sonuydu. Çatı katındaki dairesinin perdelerini çekti. Mutfak masasındaki okuma lambasının altında iki çocuk çikolatası paketi çapraz şekilde üst üste duruyor ve boş şarap kadehinin kenarı dudaklarının süt lekesine benzeyen izini taşıyordu.
Bunun yanında da o kitap duruyordu.
Alain Bernardin isimli birisi otuz sene önce Paris’te 8. Bölge’de CRAZY HORSE’u açmıştı. Polis üniforması giymiş iki bekçi, gece kulübü girişinin ve burjuva atmosferinin güvenliğini sağlıyordu. Güzel kadınlar, Alain Bernardin’i büyülercesine cezbediyorlardı ve onun için sadece ışığın karmaşık oyununda resmedilmiş misali çıplak bir kadın güzeldi. Perde açıldığında, ki birinci bölümde böyle yazıyordu, kadınlar teşhirden duydukları büyük zevkle kusursuz vücutlarını gösteriyorlardı. Dansçılar çıplaklığın sınırını o kadar güzel ayarlıyorlardı ki, seyircilerin yüzleri mutlulukla açılıyor, açgözlülükle daralmıyordu. İnsan görmediğini görüyordu. Şov beş yılda bir değişiyor, her biri en az önceki kadar şaşırtıcı ve mükemmel oluyordu. Alain Bernardin bir sihirbazdı. O hem erkeksi hem de kadınsı fantezileri eşit şekilde özgürlüğe kavuşturuyordu. Hans-Ullrich Kolbe bunu okumuştu. Bazı sayfaları üç kere okumuştu.
Elini defalarca tek ciltlik bu parlak kitabın üzerinde gezdirmişti, tıpkı ipek çamaşırlarını okşarken elindeki damar ve ince kırışıklıklara bakan bir kadın gibi. Paris’teki telefon numarasını, 47 23 32 32’yi çevirmişti. Banliyö treni iki yüz metre uzağından gürültüyle geçmiş, bir kadın sesi İngilizce olarak şartları söylemişti. 450 frank giriş ücreti, kişi başına yarım şişe şampanya, akşam iki gösteri, biri saat 20.30 diğeri 23.00’da, cumartesileri üç gösteri.
Yani bugün üç. Hans-Ullrich, Friedenau’daki açık penceresinde, saatine bakmıştı. Uçakla giderse saat 00.50’deki geç şova yetişebilirdi. Telefonu kapadı.
Okumaktan deli gibi olunca iyi bildiği bir şeyi unutmuştu. Berlin, Paris değildi. Ama ne olursa olsun. Kol saatini taktı.
Paltosu kolunda evden ayrıldı. Kütüphanede bir memurdu.
“Tanrım bana yollarını göster ve yokuşlarını öğret,” diyen bir ilahiyi hatırladı Dahlem Dorf metro istasyonunda. 25 numaralı ilahi olduğunu düşünüyordu, evet 25. ilahi olmalıydı. Paltosunu omuzlarının üzerine koydu ve pembe renkli broşürü çöpe attı. “LA FEMME, çok şeyler bekleyen müşteriler için.” Kulüpte çalışan kadınlar, dondurma kabı kılığında olanlar da dâhil, ona kadın meslektaşları veya üniversite arkadaşları kadar yakındılar. Kırmızı renkli olan birisi, ellerini Tina Turner gibi kaldırmış ve yorgunluğa karşı dans etmişti. Projektörler onun tıraşlı koltuk altlarındaki ter damlalarını araştırmıştı. Hans-Ullrich çıplak dansçıya arkası dönük olarak bir kahve daha içmiş, yeni boyanmış ayakkabılarıyla yüksek bar taburesinden sürekli kayıp durduğu için kısa bir süre sonra gitmişti.
Metro, istasyona geldi. Vagonda yalnız başına oturdu ve nane şekeri çiğnedi. Aktarma yaptı ve genç bir annenin yanına oturdu. Kadının dizlerinde oturan çoçuğun kulakları yorgunluktan kıpkırmızı yanıyordu. Kaynana zırıltısını sabırla, birkaç kez çocuğa uzattı ve en küçük kızı Edna’ya gülüyormuş gibi bir yüz ifadesi takındı. Kurfürstendamm’da indi. Astor Sineması’nın yanındaki Dorrett Bar onu içeri çekti. Kapıdaki bekçi, Hans-Ullrich biraz tereddüt geçirince onu, “Doktor Bey,” diyerek içeri çekmişti. Hans-Ullrich her bir uzvu ölçtü, her bir bacağı güzel bacaklarla ilgili cümlelerle ölçtü. Kitabı “Crazy Horse”ta baldırların arkasındaki minicik şişlikle ilgili hiçbir şey yazmıyordu, ama? Ama böyle bir kitap yalan söylemezdi, bir hakikat nüvesinin etrafında, bazen bir yerden alınmış bir ihtişamla, bir şeyler uydururdu. Ama okuyucusunu aldatmazdı.
O sırada yapılan şov değişti.
İki hamal sahneye altın bir kafes getirdiler. Hans-Ullrich’in yanındaki adam, parmaklıkların arkasındaki kızı işaret ederek, onun ateşlenerek boşaltılmış bir makinalı tüfek kadar sıcak olduğunu söyleyip yine kadehine doğru davrandı. Hans-Ullrich gözlüğünü çıkarıp kıza dikkatle baktı. Gözlüğünü taktı. Yüzü, kızın vücuduna yapılmış bir hakaretti.
Sıkıntıyla iç çekti.
Ve iç çekince cesaretlendi. Kitabın hakikaten gerçeği anlatıp anlatmadığı fark etmezdi. Önemli olan onu okuyan Hans Ullrich’i anlatmasıydı. Eğer bunu yapıyorsa, bir parça sanatla ilgili bir şey var demekti. Daha doğrusu sanatta hayattan bir parça var demekti. Daha bu gece okumayı vücudundan çekip yırtabilir ve hayata çırılçıplak koşabilirdi. Daha bu gece kitabın sarhoş eden yüzde 38’lik gerçeklik payının tadını gerçekten çıkarabilirdi. O, bir düşünce tarafından aldatılıp “Crazy Horse” kitabının sayfalarından ortaya çıkmıştı. Edebiyat adına yemin edebilirdi. Ve her türlü domuzluğa hazırdı.
Neden? Bu yüzden, diye cevap verdi kendine. Ve sessizce ekledi, yaşamında çok geç kalmıştı.
İz süren köpekler gibi yoluna devam etti. Otobüse bindi ve bir sokak lambasının koniye benzeyen ışığında onun bakışlarını yakalayan bir kadını ve daha sonra da bileğinde yağ içindeki bir bisiklet zincirini taşıyan bir diğerini gördü. Metroya aktarma yaptı, daha çabuk düşünüyordu, o kadar çabuk ki, gözlerini alçılanmış bir bacağa dikti, alçının içinden on yedi yaşındaki bir kızın baldırları görünüyordu ve o gerçek olmayan beyazlar içinde garip fantezilere daldı, inerken yüzü kapının yanındaki direğe tutunan bir kadının bileğine yaklaştı; bileziği gördü, inciler turkuvaz rengindeydi. Bu ona bir taksiye binmeden önce turkuvaz renkli rüyalar görme gücü verdi.
Taksiyi, bir çift ve köpeklerinin neredeyse burnunun ucundan çevirebilmiş, araba yaklaşırken üstünkörü baktığı köpeği dört ayak üzerinde giden bir oyuncak bebek sanmış, ama taksinin arka koltuğunun yarı karanlığında daha evvel hiç yapmadığı bir şekilde şoförün çenesine kağıt parayı yapıştırmadan önce kendini toparlayabilmiş ve bu esnada onun kadın olmasını, kağıt parayla bazı şeyleri yapmaya hazır bir kadın olmasını arzulamış, hatta birçoğunun yaptığı gibi ona bu tür yerlerin adreslerini sormuş ve yola devam etmesini söylemiş, Schöneberg, Wilmer-sdorf semtlerini, “Gölge Bar”, “Alacakaranlık”, “Herkes için Pigalle” gibi mekanların hepsini arkasında bırakıp her defasında arka koltuğa göçmüş vaziyette saçlarını taramıştı. Sonunda saat 00.30’a doğru pantolonunun sol cebindeki 27 marklık taksi faturasıyla “Hayvanat Bahçesi” metro istasyonunda, karbit lambalarının mavi ışığında, pazar gününün gazetesini bekleyen kiralık ev arayan kişilerin1 yanından geçmiş ve kendini yerin altında birinci kattaki bir canlı şovda bulmuştu.
“Tam zamanında geldiniz,” dedi kasadaki kadın, sanki onu tanıyormuş gibi davranıyordu.
“Şu anda dans ediyor”
“Kim?”
“Jelena,” dedi kadın. Hans-Ullrich kasada, yanında duran adamın pantolon düğmesini çevirdiğini görünce bunun da eskiden para yerine geçtiğini düşündü. Ama kendisi ve bu adam çok küçükken.
“İçerisi nasıl ki?” diye sessizce sorduğunu duydu. “Tiyatrodaki gibi,” dediğini duydu yabancı adamın. “Ama gerçek ve çok daha heyecan verici.”
Jelena elini göğüslerinin arasına soktu, göbeğinin altına doğru dokununca Hans-Ullrich’in… Kadın dans ediyordu ve o, kadının sadece kendisine baktığından emindi. On iki adam dar bir sahnenin dibinde oturuyordu. Kadın dans ediyor ve onu diğer müşterilerle birlikte oturduğu karanlığın arasından çekip çıkarıyordu. Hans-Ullrich gözlerini kapadı. Bu şekilde kendini hatırlayabiliyordu. Hâlâ kendiydi. Yanındaki biri güçlükle nefes alabiliyordu. Çek şu köpeği yüzünden diye düşünüyordu Hans-Ullrich henüz. Sonra kadının gözlerinin içine bakıp.
Burada, canlı şovun yarı karanlığında bir aydınlanma. Artık ne yiyebilir ne de içebilirdi bu kadın olmadan. Gözleri özellikle uykusunda yaşarırdı, bu kadın olmadan. Neredeyse ayağa kalkıp onunla sesli sesli konuşacaktı. “Hanımefendi, lütfen büroma gelin.”
Jelena son bir kez daha gerildi ve güzelliğine vidayla sıkıştırılmış gibi gerili kalarak, tek ayağının üzerinde, onun posterlerde gördüğü şekilde, fır döndü. Kadın değil, bir olaydı. Jelena kollarını indirdi. Sol elinde siyah bir deri eldiven vardı.
Artık dans etmiyordu.
Hans-Ullrich elini paltosuna doğru uzattı. Dünya geri çekilmişti. Kadın plak bitince çocuk gibi bir parça eğilerek selam verdi. Başını ondan yana çevirdiğinde Hans-Ullrich kadının bakışlarının uzantısını yakalamaya çalıştı. Giderken yakınlaşıyor muydu? Optik yanılgı diye düşünebiliyordu henüz. Sonra düşünme durdu. Gözleri kadınınkilerle iç içe girdi. Jelena’nın ağzı gölgede, gözleri de bunun ucunda duruyordu. Bir mucize diye düşündü Hans-Ullrich ve burnunu kaldırdı. Çölün ortasında siyahlara bürünmüş bir kadın ona doğru geliyordu. Kadın gözlerini açtı; gözler maviydi, anlatılamayacak kadar mavi. Dolu yağıyor, diye düşündü Hans-Ullrich. Kadının gözlerini duyabiliyordu.
“Çünkü elin gece gündüz üzerimde öyle ağır duruyordu ki suyum kurudu, yazın kuraklıkta olduğu gibi,” diye dua ediyordu Hans-Ullrich, Jelena sahnenin arkasındaki küçük kapıdan kaybolduğunda. Artık orada mı, yoksa nerede oturduğunu bile bilmiyordu. Altında tahta mı, minder mi, yoksa su mu vardı, bilmiyordu. Yoksa bir adam veya birden hasta bir martı mı, yoksa bir çocuk ya da sadece onun martının yapışık tüylerini tutan eli mi vardı, hasta martılara ölüm yapışık olmasına rağmen. Kendi miydi, adam, hayvan, parmak veya kanat mıydı, artık bilmiyordu. Kadın göz kapaklarını iki kere kırparak bir perdeyi aşağı çekmişti. Ve onun gördüğü artık bir sanat değil, ona yapılan bir kadındı. Orada, işaret parmağı ağzının köşesinde, sessizce oturuyor ve dinliyordu. Garip bir ses vardı orada.
Bu esnada sahneye çok genç bir kız geldi. Bu onu ilgilendirmiyordu. O, her kızdan daha yeniydi. Hans-Ul-lrich korkuyla yeniden koltuğa oturdu ama sahneye bakmadı. Koltuğun derinlerine bastırılmış, evet bastırılmış vaziyette Jelena’ya sonsuza dek sadık kalacağına söz verdi. O anda kendine gülmek zorunda kalmıştı. Çünkü insan bağımlıysa sadık olmak zoruna gitmezdi.
İyi de neden ve neyin bağımlısıydı?
Kadını bir kez olsun koklamamıştı bile.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Edebiyat Roman (Yabancı)
- Kitap AdıKütüphaneci
- Sayfa Sayısı272
- YazarJudith Kuckart
- ISBN9789944826402
- Boyutlar, Kapak14x21 cm, Karton Kapak
- YayıneviEpsilon / 2013
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Dağların Adamı Barnabo ~ Dino Buzzati
Dağların Adamı Barnabo
Dino Buzzati
İnsanın yalnızlıkla imtihanı Gazeteci, ressam ve hepsinin ötesinde ünlü romancı Dino Buzzatinin ilk romanı Dağların Adamı Barnabo ilk kez Türkçede Yazar, sembollerle dolu gerçeküstü...
- Belalı Düğün ~ Jamie McGuire
Belalı Düğün
Jamie McGuire
Abby Abernathy beklenmedik bir şekilde Bayan Maddox olmuştu. Abby ve Travis’in bir anda ortadan kaybolarak, Vegas’ta evlenmeleri hakkındaki her şey bir sırdı… Şimdiye kadar...
- Çalınan ~ Ann-Helén Laestadius
Çalınan
Ann-Helén Laestadius
İsveç’in Kuzey Kutup Dairesi içinde kalan topraklarında kış tüm gücüyle hüküm sürmektedir. Ailesi, Sami ailelerin çoğu gibi rengeyiği yetiştiriciliğiyle uğraşan dokuz yaşındaki Elsa bir...