“Evimizde yalnızlığa düşemediğim bir mazgal var. Teknoloji tütüyor. Halıdaki geleneği koklayamıyorum. Konuşunca musiki gibi söyleyip, yazınca hat gibi çizemiyorum ruhumun açık uçlarını. Sokaktan evime çürümüşlük sızıyor. Beynimdeki uğultu gece olunca taşıyor, kendime uygun bir sevinçle uyuyamıyorum.” “Kargaşadan uzak bu dekoratif tasarımda ansızın karşımıza korku ve acıyla inşa edilmiş görkemli bir darağacı çıkıyor. Dudaklarından sızandan anlaşılıyor; az önce kan içmiş olmalı. Vampir… Kalbi özenle yok edilmiş. Aklı, yüreği, bilinci olmayan bir aygıt. Yanında ikramiye dağıtan bir oda var. Korkuyla bekliyoruz. Nihayetinde çağrılacağız, ya ikramiye biletimiz tutuşturulacak elimize ya sallandırılacağız darağacında.” Sadık Yalsızuçanlar, ruhumuzdaki her biri diğerinden farklı ‘giz’li insanları dillendiriyor ‘Kuş Uykusu’ öykülerinde. Sesleri karışıyor sesimize… Okurken zihnin kapılıp gittiği öykülerde onlar anlatıyor gelgitlerimizi, ilişkilerimizi, susarak konuştuklarımızı, konuşmak zorunda olduğumuz suskunluklarımızı… Uykusunda bir kuşu, dinlemeye davet ediyor Kuş Uykusu…
***
İçindekiler
Yazısız………………………………………………………………………….7
Çiğ……………………………………………………………………………….8
Gözyüzü……………………………………………………………………..11
Hafif sesler………………………………………………………………….12
Yerin kulağı………………………………………………………………….14
Onların karmaşası…………………………………………………………15
Söz sokağa düşünce……………………………………………………..17
Küf…………………………………………………………………………….20
Düşkırığı……………………………………………………………………..24
Leopar………………………………………………………………………..28
Personel Müdürlüğü’ne…………………………………………………..30
Tırmanma şeridi …………………………………………………………..32
Sanı……………………………………………………………………………33
Gizli özne…………………………………………………………………….34
Fer……………………………………………………………………………..39
Çehrengiz……………………………………………………………………41
Gü/r/z…………………………………………………………………………42
Günlerin kaderi…………………………………………………………….44
Sen ona ben dersin……………………………………………………….46
Kuş uykusu………………………………………………………………….97
Yazısız
Hayatın her gün büyülenmiş bir şenlikle değiştiği bu kent de zaman ırmağında yıkanıyor; bir kıptı büyüğü, tanrıyı çarmıha geriyormuş gibi kalbindeki aceleyi fark edip seni, beni ve ötekini aynı kefenle sarmalıyor, ‘Yaptıklarınızın doğru olduğuna inanıyorsanız adlarını söyleyin’ diyor. Kentin uğultusuna düşen sese kulak verip kuşkularımı araştırmak üzere şiddetli bir yağmura tutuluyorum. Ateş ışığı yakmaz, biliyorum. Madem yüzümü örten köpüğü dağıtıp bakışını çözeceğim, o halde bu bahçede el sürmeye tereddüt ettiğim o yumuşak, o dayanılmaz kâbeni yıkıp yenilerini yapmalıyım. Melekler gibi tanınmak için edindiğin yeni yüzüne yerleşmeliyim. Belaya uğramaktan korkmadığım için, payandayla öldürülen Yahudi olmayı ve bağışlanıncaya değin yüzünde kalmayı seçiyorum.
Çiğ
‘İnsan derin bir dünya, derin bir insandır’ cümlesini yazdığı sayfaya duraksayarak baktı. Çocukken filmlerde gördüğü çocuklara benzemiyordu. Küf yeşili mi, defne sarısı mı olduğunu seçemediği bir kayıplık vardı renginde. Gözbebeğindeki ışık sönmüş gibi. Sur dışında, denize bakan bir evde oturuyordu. Bedeni içinde yürek, yüreği içinde can, canı içinde gönlü vardı. Bu yüzden sevgilisine yabangülü diyordu. O da sur dışında, deniz gören bir evde yaşıyordu. O da yalnızdı. Belki bir mana ile ayakta duruyordu. Evlerin satranç taşlan gibi dizildiği sokakta, gölgesine sığındığı kitaba benzer bir ağaç vardı. Dalları sayfa, meyvesi kelime, çekirdeği harf misali olan bir ağaç. Ona, hayat diyordu. Garip bir önseziyle öleceğini söyledi. Üç gün sonra verem kuşkusuyla hastaneye yatırıldı. Üç ay sonra akciğer kanserinden öldü. Yedi yıldır üçüncü sınıfına devam ettiği sosyolojiyi bıraktı. Habermas da sisi haber vermiyor muydu? Hüseyin Rahmi gibi ‘kaderin cilvesi’ deyip geçmek gelmiyordu içinden. Yok olanı, yokluğu halinde yok olarak bilen birinin varlığı, zaman zaman içini ürpertse de hayat sahibi her varlığın gölgesi, zehirli bir tat bırakıyordu dimağında. Bir zaman Ortaköy’de sersem sersem dolaştı. İnsanların karınca gibi Adem’den çoğaldığını düşünecek kadar karıştı onlara. Kumpirin de biranın da damağına ulaşmayan tadı, sigara ve çayın buruşturduğu dili, sevgilisine yalvaran terk edilmiş travestinin kirli saçları, işten dönenlerin belediye otobüslerindeki suskun dilleri, kaygılı yüzleri, güçsüzler yurdundaki emekli Türkçe öğretmeninin şiirleri, hiçbir şey o imgeyi bulmasına yardım edemezdi. Alibaba müdavimi çiftin konuşmasına tanık olana değin bedeninin yırtılmaya elverişli bir kabuk olduğunu düşünmemişti. Dalgalı kestane saçları rüzgârda savrulan kömür gözlü genç kız, nihilist nişanlısına mahremiyetin şiirselliğini anlatıyor, ‘Zamanın pörsüttüğü her beden ağır ağır ölmektedir, bu saçma sapan dünyada yaşamak için bir sebebi olmayan insanın trajedisi hayatın her anına sinmiştir. Sen de bu sinsi oyunun figürü olmayı içine sindirebiliyorsun. Peehhh! Bekâretmiş…’ cevabını alıyordu. Genç kız hiçbir şey söylemeden kalkıp gitmişti. Ardından, Bukowski’nin sözcükleriyle ‘Kalbimin sol tarafıyla sana bakıyor ve güle güle diyorum’ demişti. Gözle görülmeyen bir hayvanın, arkadaşının en gizli seslerini işiten, rızkını gören keskin duygulan olduğunu düşünmüştü. Maddesinin inceldiğini hissediyordu. Gözünü kırpmadan sevgilisini terk eden genç kızın gözden yitişine baktı uzun uzun. Ondan uzaklaştıkça ruh âlemine, hayat âlemine, şuur âlemine yaklaşıyor gibi ışık daha şiddetli çıkıyordu. Maddesinden usanan şairleri düşündü. Çiğ gibi kısacıktı ömürleri. Sabaha karşı düşüyor, güneş çıkınca buharlaşıyorlardı. Onları eriten güneşe bakmak istedi. İçini kemiren kuşkunun gölgesine çarptı. Arzuyla kıvranan ve önüne geleni çarmıha germekten çekinmeyen gözü, kara gölgelerdi. Hayvanlığıyla baktığında aynı eşyayı görebilir miydi?
Yermeyi bir yaşama biçimi olarak seçen bu delikanlı da ayrılıktan inciniyordu. Gizli gizli ağlıyordu. Kulağında eskimeyen çocuk sesi… Az ilerde bir başka kadın tuhaf bir düş görüyor; bir başkası bankta uyuyor, burnundan fener ışığına benzer ışık çıkıyor, ilerdeki barın eşiğini yalayarak geri dönüyordu. Bu kez Beşiktaş’ta, Şehit Adem Yavuz vapurunun yanaşması Elazığlı kadına rastladı. Dolapdere’de, sekreteriyle eşini aldatan tez hocasının ilk karısıydı… Sahilin delisi geçiyor, etrafına yaydığı kokudan rahatsız olanlara aldırış etmeden, ‘Bırakın bu toplum tezlerini’ diyordu, ‘çoğulculukmuş, sivil toplummuş, siz gelin kış ortasında Sarıkamış’ta üç ay time çıkan bir nefer olun.’ Ne demişti Rüştü Binbaşı, ‘Dünyada hiçbir şey ölmeye değmez. Bu sabah aptal bir er nöbette kendini astı. N’oldu? Geride bekleyenlerine buzdan bir ceset bıraktı. Bayrağa sarılı bir tabut gönderdik nişanlısına.’ Neferlerin zihninde uyanan soruyla aynı esnada zihni meşgul olan komutan, ‘Sadece vatan için ölmeye değer’ diye ekledi. Düş bitti. Uyandı. Gece kulübüne gitti. Satılık kadın. Evine döndüğünde, boğulduğu insan denizinin dünya olduğunu gördü.
Kandil gibi donuk yüzüne yaklaştığımda, güneşlenmek üzere dışarı süzülen yılan, korkunun hafif dokunuşuyla dilini çıkarmış tıslıyordu. Gurbet türlerinin en çetiniyle gidenlerin, yeni bir cenneti getirmek üzere kaybolduklarına inanılan mevsimde, gökten sütten beyaz bir kartal inip yılanı kaptı, uçup gitti. O zaman yüreğimdeki niyeti onayladığım anladım. O zaman gerçeği söyledim.
Hafif sesler
Ölümünden üç gün önceydi. Hatmi çiçeğiyle başım yıkadın. Saçım atkuyruğu yaptın. Şehir gibiydi bedenin. Günahımdan sorumlu tutmuyor gibi davranmıştın. Gıslaved çizmemi, yün çorabımı ayağıma geçirdim, kırmızı benekli eldivenlerimi taktım, mezarlığı geçip kardelen aramaya başladım. Yorgun bir yürek gibi çarpan şehrin sokaklarından sıyrıldım. Yarpuztepe’ye kavuşan yokuşta Çiğdemle Taha’yı gördüm. Yaprağını döken bir hıdırellez gününde de böyle olmuştu. Çiğdem, ‘Parmak uçların kanamış’ dedi. Taha güldü, ‘Kına yakmış’ dedi. Bir demet kar çiçeği topladım. Ansızın karardı ortalık, nasıl oldu anlayamadık. Korka korka döndüm. Sert bakışlara çarpacağımı biliyordum. Cümle kapısından girdiğimde pencereden hışımla bakıyordun. Kalbim küt küt atıyordu. Kaynak makinesinin çubuğundan çıkan kıvılcımlar gibi kız-
gınlık saçtın. Büyükannem bayılmıştı. ‘Kendi ölüm çevremde beni rahat bırakın’ diye bağırdı. Çiçeği sımsıkı tutuyordum. Yüzümde şaklayan tokat, gözümde çakan ışık… Taş gibi katılaşmış, fırınlı sobanın yanında tortop olmuştum. Omzum sızlıyor, göğsüm hırlıyordu. Durup durup ‘Beni toprağa sokmadan rahat etmeyeceksin kahrolası, hangi cehennemdesin bu vakte kadar’ diye bağırıyordun. Arka odaya gidip ezilmiş çiçekleri topladım, getirip uzattım. ‘Bu hazin kışta çiçek de nereden çıktı’ dedin. Dudaklarım titriyordu. Uzanıp elini öptüm. ‘Anneler Günü’ dedim. Arka odaya koştum. Yüzüstü yatağa bırakıp kendimi sarsıla sarsıla ağladım.
Yerin kulağı
İnce bir yağmur gibi yan gözle izlendiğim rüyadan karanlık yeryüzeyine indim, yalnızlık kırbacıyla taşladı bedenimi. Ateşe giden kelebek misali yalana koştum. Gözetleme kulesinden, taşların nasıl da hedeflerini bularak bedenimi ağır ağır çürüttüklerini seyrettim. Yüzümdeki ışık bugün yoktu. Siyahlığından korktuğum maddenin gözü körleşiyordu. Allah’ı sınar gibi kendi kendime alaycı bir eda ile ‘Çürümüş kemikleri kim diriltecek?’ diye sordum. Son ümidimi suya düşürmüş olmanın sarhoşluğuyla kuleye çıktım, kum denizine atıldım. Eserleri gidip harabeleri kalmış, uzağı umup az yaşamış, gözleri şeytanlara yuva olmak üzere bulanık arzularla kıvranan içsiz kabuklar gördüm. Kapı kapandı. Kule, meraklarımı korkunç bir iniltiyle toprağa bulaştırdı.
Onların karmaşası
Sis iniyor. Yılan başlı. İçine atıldılar. Kah/firengi. Alnı dar. Avurtları şiş. Çift çıkışlı. Sağa sola taşıyor. Çıfıt çıban. Sağma yılan karışıyor. Donmuş kan titriyor. İncecik elif çekişmiş. Ciddi cin. Büyüyerek geleceğe yaftalı. Gülünce gözü pört-lüyor. Belgeleri saklıyor. Çingene. Kızıla çalar. Bitli boca. Siyahi cellat. Sigara gibi tütüyor. İçinde boynuz gülüyor. Sosyal devlet bedeli. Yılışık öfkeli felli. Öldürücü şehirci. Küreselleşen ağzının soruları yutağında bekliyor. Dimağında mum yakıp keyfine bakıyor. El pençe erkeğe buyruk yağıyor. O da susak. Teşhirci. Hörgüçsüz iki engerek. Senden önce onu okur. Verir gibi yapınca. Yaklaşan yarım yüzü. Fuhuş sanılan tecrübe. Kızartıcı bir duruşu var. Kimsenin mutlu olmasını istemiyor. Kadının içi eriyor. Başkent gibi bir kısırlık. Beyni tersinmiş adam, engeli aşıp ona sesler akıtıyor. O yar benden usanmış gibi eski bir söz. Büyük şehir, büyük yalnızlık gibi yüz çeviren bir yağmur. Ağzı saldın. Ateşten alman bir yaka. Karga tulumba. Uzun bir ses karışığı. Dipsiz devlet. Köpek anlamında dost tutan çoğulu. Yaşlanmış hali. Rüzgâr karınca getiriyor. Başvekil burnunu batırıyor. Haberli deli. Kendine tanıklık ediyor. Çarıklı çalkantı, kanlı bıçaklı. Dişil bir tartışma gibi kar. Ya çarpsız bir yürek. Ya çoğalan hayalet. Gözetliyor. İsteklerin bu kıblede toplanıyor. Şehrin ileri gelenleri sarp bırakır. Karun yüzüne basıyor. Kan birikmiş ağzına. Gözsüz böcek dimağını parçalıyor. Çatlak hacamat. Kan emici göbek bağlanıyor. Üflenen ürküntü. Yılana düşüp denize sarılmak, bu siyahtan kurtulmak istiyor. Kadehten taşan şaraba benziyor. Çiçek soğuk damga. Ölü cüsse. Bazısı insanı gölgeleyen delilik. Dönüp onları püskürten kadın da onlara inanmıyor. Holdeki kan izi kitaplığa çıkıyor. Merdivenle kirli toprağa iniyor. Kendisini deren reyhan çiçeği. Aşk. Sözü kör oldu. Bir ay bedirlendi. Taşlara düşüyor. Kavuştuğunda yüz çeviren. Pistiler. Gölgesiyle birleşen uzun bir söyleşi. Yüzyıl yaşadığı ve ağzından ateş saçtığına göre başı doğranarak çoğalır. Açık seçik bir kadın. Beş yapraklı çocuk ondan can alır. Anne yedi ayrı madenden yapılmış aynasında, büyük bir denizde boğulduğunu görür. Öfkeren akıllar. İnsanın çıkmak istediği haber. Ayna kalbindir. Gibi çevreleyen sarsıntı. Gizli bir kuş uçuyor, ahşap konağın duvarına konuyor. Kanatlı bir ceylan saçını örtüyor. Sis çekiliyor.
Söz sokağa düşünce
Rüzgârla oluşan dalgaların garip hallerine bakıp seni sonsuz uzaklıktaki kalbime çağırıyor ve orada hüzünlü bir sessizlik içinde bekleyen annemin gönlündeki aşkı uyandıran meleği düşünüyorum. Kimisine ölüm erişiyor, kimisine akortsuz cezalar çarpıyor; kimisi canlı, fosforlu, renkli jakarlardan dokunmuş kocaman çiçek desenli, puantiyeli modeller gibi gözlerin hainliğini gizliyor sanısıyla tüyleri diken diken ediyor. Ihlamur, aramızda esen acıyı daraltmak için ilkbahar sonu balkona serdiği büyük dalından yayılan kokusunu hep başa, kaya kuşunun tacına sürüyor. Bakışların sertleşip için kabardığında anlıyorum bunu. Göğsümüze yerleşen bahçeye bir solukta getiriyorsun onu. Pamuk ve ipek karışımı bir bez parçası. Kıyısında ‘Kader ayırdı’ bizi yazıyor. Mevsim sonu indirimli satışlara benzeyen gevezeliğini bırak. Bil ki kanını donduran, soluğunu kesen ve her gece öldürüp her sabah dirilten ismidir. Onun ismiyle yaprağımızı döküyor, onun gururuyla okşuyoruz can sıkıntımızı. Astarı beyaz bir çizgiyle ayrılıyor, ortasından iki ince siyah iz geçiyor, ikisi de taşralıların ilgisini çekiyor. İpek beze sanlı, abanoz ağacından yapılmış kutuda, goncanın kat kat gizleri gibi umutsuz ve çocukça gülümsüyor. Tiksinerek hatırladığımız vahşi arzular, yeryüzüne yazılan isimlerin gölgesine sığmıyor. Derimizin karanlığı yazıya işlemiş ama onu silememiş, yazıcısının parmaklarını utandırmamış. Lekesiz bir kufi örneğine benziyoruz bu halimizle. Evlilik denen tehlikeli anlaşmayı öpüp kuşkularımızı giderecek kelimeler arıyoruz. Yüzünde suçlu bir insanın göz ucuyla düşürdüğü bencillik ve hayalinin sevdiği akşamcı babanın izi var. Sahi o tılsımlı resmi neden saklıyorsun? Gizli bir kine mi, yoksa kuzu gibi uysallaştığının utancıyla kırılgan bir hatıraya mı karşılık geliyor? Hatırlar mısın İsmihan’la Kader yeni evlenmişlerdi. Hangi şeytan akima getirmişti bilmiyorum, değerli taşlarla süslenmiş nefis gelinliğiyle erkeklerin soluğunu kesen İsmihan, sıcak bir yaz akşamı Melekbaba yazlık sinemasına gitmiş, Makinist Keramet’i heyecana getiren mavi renkli, iri badem gözlerini kocaman açıp ‘Benim yüzümden fitneye düştüğünü söylemişsin, Kader’i değil beni seviyor demişsin’ diye çıkışmış, ‘Aramıza girme, yaşatmam seni’ yollu tehditler savurmuştu. Yeşil kadife perdesini daima kapalı tuttuğu pencerede, gün boyu kara eriğe üşüşen serçeleri seyretmiş, aldırmıyormuş gibi yapmaya çalışarak, kocasını bekleyen mutlu kadın çehresini takınmıştı.
Dar, uzun yüzü ve daima hüzünlü gülümsemesiyle bahçe kapısında belirdiğinde, merhamet ve ürperti dolu bir sesle, ‘Gidiyor musun?’ diye sormuştu. Sandıktan, keçeden yapılmış ince bir eyer çıkarıp atını eyerledi. Çıplak, ıslıklaşan bir ezgi duydu yüreğinde. Umutsuzluk içinde birlikte oldular, kıpırtısız bakışlarla seyretti genç adamın gidişini, ‘Güzden sonra baharın gelişi gibi döneceksin’ diye fısıldadı kapıyı kapatırken.
Öç alırcasına soğuk mektuplar yazıyorsun. Mürekkebin ıslaklığını gidermek için topraklıyor, yaz rüyalarında açık renkli elbiseler giyiyorum. Hayatıma son vermek istediğimi de nereden çıkarıyorsun, anlamış değilim. Gerçeğin ışığını örten bir körlük perdesi yok. Bu çiçekler kalbimin yaralarını iyileştiriyor. Kanımı ısıtan hayreti, sabah giyinip akşam kuşanıyorum. Aynamda yine, ‘Ben ölmedim, buradayım’ diyorsun. Kestane saçların, temiz, pürüzsüz çehren, gözkapaklannm tülü, kesik kesik soluğun, gotik bir çeşmeden akar gibi parmakların, uzun pileli eteğin… Sessiz sessiz ağlayışından biliyorum, melankolin dindi. Ona bakınca hiçliğe dair kuşkum artıyor. Kalbimin çevresine, sinekler gibi üşüşüyor hatıralar. Yüzünde, cildinde, ellerinde… Kader’in yazdığı mektuplar içerliyor. Bir noktaya girip tüm âlemi oraya götürme isteğimi çok görüyor, ‘Peki, şimdi nolacak’ diyorsun.
Toprağı küçümseyen yaratıcılar çoğalmakta, bir kadın ağacını yıkıyor; çocuklar, çirkin kadın ve rüya motifli halının üzerinde oyuncaklarını paylaşıyor; yeniden anneme dönüp gecemi zehirleyen kanlı büyüklüğünü anlatıyorum.
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Umut Bahçesi ~ Dilara Keskin
Umut Bahçesi
Dilara Keskin
Yirmi bir yaşındaki Öykü Çelik, mutlu olması için neredeyse her şeye sahipti ancak bir türlü içten gülümseyemiyor, kalbini saran karanlık sarmaşıklardan kurtulamıyordu. Kendisiyle ilgili...
- Zaman Tamircisinin Dükkânı ~ Berna Uslu Kaya
Zaman Tamircisinin Dükkânı
Berna Uslu Kaya
Geçmişten gelen bir hikâye bugünle buluşunca neler olur ? Gelecekte de devam edeceğini gösteren tüm işaretlere rağmen, zamanın hâlâ saatlerin içerisine sıkıştığını düşünmeye devam mı...
- Paramparça ~ Bryan Hurt
Paramparça
Bryan Hurt
“İzlemek yakın alaka göstermektir. Yakın alaka bir sevgi eylemidir. Öyleyse, alışacaksın küçük adam. İzlenmek hayatın bir parçası.” İZLENİYORUZ. Bu ifadenin artık kimseyi şaşırtmaması bile...