Mustafa Kemal neden istifa mektubu bırakarak ‘halı tüccarı’ olmuştu?
Atatürk ‘Mustafalı Devleti’ kuramaz mıydı?
Mustafa Kemal’in Osman Bey ve Selçuk Bey’e göre en büyük talihsizliği ne idi?
Zübeyde Hanım neden ‘sofu’ olarak anılıyordu?
Anadolu ihtilalinde Balkan-Kafkas rekabeti nasıl seyretti?
Atatürk selefi Vahdeddin’e mi, halefi İnönü’ye mi daha yakındır?
Atatürk Türkiye-Suriye-Irak Konfederasyonu mu kuracaktı?
Yahya Kemal’in Atatürk karşısında ‘haklı çıktığı’ konu ne idi?
Atatürk, Hamdullah Suphi’ye neden türbedarlık teklif etti. Bunun için ne kadar beklemesini istemişti?
Atatürk, Atatürkçü müydü?
İnönü’nün başbakanlıktan azledilmesinin sebebi ne idi?
Anıtkabir’in barındırdığı Türkiye’nin en büyük ironisi nedir?
Atatürk’ün vasiyetinin akıbeti ne oldu? Kenan Evren vasiyeti neden açıklamadı?
‘Kızıl elma’lar nasıl ‘yasak elma’ haline geldi?
20. asrın en önemli 5 lideri kimlerdi, hangisinin etkinliği daha uzun sürdü?
Türkiye’de Fransız modeli yerine İngiliz modeli mümkün müydü?
Türkiye neden bir Almanya olamadı?
Amerikan yüzyılında Türkiye’nin en ‘Amerikancı’ lideri kimdir?
Türkiye’nin 2217 (ikibin ikiyüz onyedi) yaşındaki kurumu hangisidir?
Teşkilat-ı Mahsusa’dan günümüze ne kaldı?
Demokrasi bir ‘Osmanlı gericiliği’ midir, ‘Amerika’nın hegemonya projesi’ mi?
Çin-Roma-Osmanlı-İngiliz ve Amerikan süper güçlerinden hangisi yeni asrı şekillendirmeye daha yakındır?
Üç BİN YILIN HESABİ
ÜÇ BİN YILIN HESABINI GÖREMEYEN KARANLIKTA KALIR,ÖNÜNÜ GÖREMEZ GÜNÜNÜ GÜNÜNE GÖRE YAŞAR.
WOLFGANG GOETHE
Günü, yani anı yaşamak herkesin, yarını kurgulamak çoğumuzun, dünü kurcalamak İse çok azımızın işidir. Halbuki, bugün dünün devamı, yarının ise başlangıcıdır. Dün hakkında yeterli bilgiye sahip olmadan bugünü anlamlı kılamaz, yarını ise kurgulayanlayız. Dünü olmayanın yarınından bahsetmek zordur. Zaten insanoğlunu, aslanoglu, inekoğlu yada balıkoglundan ayıran şey, en basta dününün olması yani hafızası değil midir? Öyleyse; balık hafızalı olmayı kim kendisine yakıştırabilir? Yakıştıran çıksa, bunun övünülecek bir şey olduğunu kim iddia edebilir?
Türk filmlerinde çokça yer verilen bir tema vardır; filmin baş kahramanı, bir kaza yada başına gelen ağır bir felaketle hafızasını kaybetmiştir. O noktadan sonra kendisini karanlık ve katlanılması zor bir hayat beklemektedir. Geçmişine ait bilgilerden yoksun, çevresindekilerin himayesine muhtaç, başkalarının yardımıyla sürdürülmek zorunda kalınan bir hayat. Kahramanın yaşadıklarından, bir. insanın hafızasını kaybetmesinin, bir uzvunu; mesela gözünü, işitme yada konuşma yetisini kaybetmesinden daha ağır bir travma olduğu anlaşılır. Gerçekten de hafıza kaybı, yasayan bir ölü olmakla neredeyse eşdeğerdir. Zaten bunun bir adım sonrası bitkisel hayata işaret eder. Ki, o noktadan sonra, kişinin yaşaması ile yaşamaması arasındaki fark alabildiğine anlamsızlaşmıştır. Ancak destek üniteleriyle sürdürülen, makinalara muhtaç, fişin çekilmesiyle sonlanacak bir hayat. Daha kötüsü, fişin çekilmesi kararı, kişinin kendi iradesinden çıkmış; bir yük olarak en yakınlarının omuzlarına binmiştir.
Elbette hayat emarelerini dünün bilgisine sahip olmakla, yani sahip olduğumuz birikimle sınırlı göremeyiz. Bugün yapıp ettiklerimiz, hatta yapmadıklarımız da, en az dünün bilgisine sahip olmak kadar önemlidir. Bir dünya klasiği olan ‘Cesur Yürek’ filminde hayatın anlamına dair yer verilen vecize çok hoştur. Filmin kahramanı VVÜliam Wallace; Kral’in, elçisi olarak gelen Preases’in, ölümden bahisle endişesini aktarmasına:
‘Herkes birgün ölür. Ama gerçekte herkes yasamaz.’ diyerek karşılık verir. Esasen, insanların çoğu, sadece ‘mış gibi’ yaparlar; gerçekte mutlu olamaz ama mutluymuş gibi, gerçekte kavga vermez ama veriyormuş gibi, gerçekte yasamaz ama yaşıyormuş gibi yaparlar.
Hayatı anlamlı kılan şeyler için, W. Wallace’ın ölümü îçselleştiren, ölümsüzlüğe oynayan hikayesi imrenilesi bir hikayedir. Mensubu olanlara şan ve şeref katan bir isim sahibidir O. O’nun gibi anlamlı ve değerli bir amaç uğrunda mücadele vermek ve O’nun gibi ölümsüzleşmek…
Dün ve bugünden bahsederken, yarını da ihmal edemeyiz. Hemen herkesin geleceğe dair beklentisi olması doğaldır. Ama aslolan kendisinden sonrasını düşünerek yaşamaksa; o çaba içinde olan ne yazık ki çok azdır. Zaten onu yapabilenler, bıraktıkları eser yada isimleriyle, öldükten sonra da anılmayı hak ederler. Her insanın ölümsüzlüğü araması normaldir de, bu arayışın peşinden sonuna kadar koşabilen fazla değildir. Bunu arzu etseniz bile, önce, hayat gailesini aşmış olmanız, yani biraz şansınızın yanınızda olması gerekir. Ama tek başına şans da yetmez; üstüne, içinde yaşanılan sosyal çevrenin sınırlarının dışına çıkmayı göze almanız gerekir. Sıra dışı olmak herkesin harcı olmasa gerektir. Bu yönüyle konunun şansla da bir ilgisi yoktur. Kimi bunu kalıcı olma kaygısıyla, hedefleyerek yola çıkarken, kimi de hiç böyle bir iddia taşımaksızın, kendisini sadece gereğini yerine getirmekle yükümlü sayar, ikincisinin daha yüksek ruh asaleti yansıttığı açıktır; birincisinin de saygıya değer olduğunu teslim etmek gerekir. İnsanları farklı değerlendirmelere tabi tutsak bile; insanlık idealini ayakta tutanlar böyleleri arasından çıkar.
Elbette madalyonun olumlu yüzünün yanında, bir de olumsuz tarafı vardır, ikisine birden baktığımızda; kendini aşma çabasını, hayatta her amacına ulaşmış, dolayısıyla dünyaya ait olan her şeyden hevesini almış, sonra da ilahi yada aşkın olarım arayışına girmiş olanlarda görürüz. Sözgelimi zenginlik, makam, mevki, güç arayışında olup, bunu elde ettikten sonra çıtasını giderek yükselten ve kendi iradesini daha yukarılara çıkarmak isteyenler gibi. Nitekim Cengiz Han, devrin en ünlü simyacılarından kendisine ölümsüzlük iksiri hazırlamalarını istemişti. Aynı şekilde, Ömrü para kazanmakla geçen, bunun için kural ve kaide tanımayan insanların, gün gelip kendilerini hayır işlerine vermeleri, alimin kitap yazması, zalimin zulümde sınırları zorlaması ve bu sayede kendisinden sonrasına bile korku salmayı amaçlaması gibi öldükten sonra da var olma tutkusunun bir sonucudur kalıcı olmak.
Konunun yaş ile irtibatına gelince; görece ölüme yakın olardan bu gruba dahil edebiliriz; bir de gençleri… Çünkü, hayata idealist bakanlardan birisi de, baba malı yiyenlerdir. Henüz sorumlulukları artmamış olduğundan, onlar, süfli hayatın sıradan meşgaleleri yerine, hayaller, idealler dünyasında gezintiye çıkabilir, ütopyaları mümkün görmekte devam ederler. Ta ki yetişkinlerin dünyasına dahil olana kadar…
Bu, dönemsel bir araz, geçici bîr hastalık ise ki buna katılmak gerekmiyor o da tam böyle bir dönemin içine yuvarlanmıştır. Gerçi nasıl olsa birkaç yıla kadar kendisi de ‘normal’e avdet edecek, ayaklan suya ererek, önce sıradanlıkla tanışıp, sonra da onu içselleştirecektir. Ancak şimdi sınırlan zorlamakla meşguldür.
Kalıcı olmak ve sonsuza kadar varlığını korumak, fanilere ait bir özellik değildir. Başı ve sonu belli bir hayata sahip belki de buna mahkum olanların, sonsuzluğu algılamaları zor olsa da, yine de onu aramaktan vazgeçemezler. Evvelin ve sonranın merakı, insan neslinin sahip olduğu bir meziyetse; aynı şeyi insanların kendi aralarındaki fark için de düşünebiliriz. Zamanın iki boyutuna dair bilgi ve merakımızın Ölçüsü, bir anlamda insanlığımızın da ölçüsüdür. Yani dün ve yarın hakkındaki sorulara ne kadar sağlıklı cevap verebiliyorsanız o kadar ‘insan’lıkta kemale ermeye; buna ne kadar kayıtsız kalıyorsanız o kadar ‘insanlıktan uzaklaşmaya aday oluyordunuz. Konunun teolojik, yani ilahi boyutları, herkes gibi onun da kafasını kurcalamakla birlikte, onun asıl üzerinde yoğunlaştığı şey, binlerce yıllık insanlık serüveniydi. Zaten o serüveni bilmeden, ilahi ve aşkın olanın peşinde koşmak çok anlamlı olmasa gerekti.
Dün ve yarın, kuşun kanatlan gibi birbirini tamamlar. Tek kanatla uçmak nasıl mümkün değilse, zamanın bu iki boyutundan birisinden yoksun olmak da benzer bir duruma işaret eder. Bu özelliği sayesinde İnsanoğlunun tarihinden bahsedilir de, diğer canlılar da böyle bir şeyden bahsedilemez. Ne kadar geriye uzanabiliyorsanız ancak o kadar İleriye atılabilirsiniz. Tıpkı yayı germe katsayısının fırlatma mesafesiyle doğru orantısı gibi. Bu nedenle Goethe’nin sözünün büyüsüne kaptırmış vaziyette uzun süre öylece kaldı.
Annesinin:
“Sofra hazır” ikazıyla düşüncelerinden biraz olsun sıyrıldı. Ama belli ki tam olarak kendini sofraya verememişti. Bunu fark eden babası,biraz da öylesinebir konu açılsın diye laf attı: “Hayrola evlat, matematik yazılısına hazırlanır gibisin” “Hesap yaptîğım doğru da, havuz yada bakkal hesabı yapmıyorum” dedi; ama bir taraftan da konuyu açmaktan dolayı pek de memnun olmadı. Babası:
“Kiminle ne hesabın var, neyin hesabıymış bu?” “Söylemesem daha İyi.,ilginizi çekeceğini sanmam.” Annesi ve ablası da gözlerini ona çevirmişlerdir, ama onların bakışı sıradanlık yüklüdür. Hani öylesine nezaketen ve yasaksavar bir bakış. Babası ise açlığı konunun gerisini getirmekte kararlı görünerek:
“Sen yine de söyle istersen, bakarsın bizim de ilgimizi çeker.” Aslında, konuşmanın kendisine katacağı fazla bir şey olacağını düşünmese de ipucu vermek gerekiyordu. Bu nedenle sıra savmak için söze girdi:
“Üç bin yılın hesabını düşünüyorum desem…” “Oo desene mevzu epey derin. Goethe mi?” cümle iyi başlamasa da peşinden gelen soru kendisini rahatlatmış, hatta hoşuna bile gitmişti.
“Goethe’yi okumanıza sevindim. Demek ki yalnız değilim.” Gözleriyle taradığında annesi omuz silkmekle yetinirken, ablası…….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Siyasal Tarih
- Kitap Adı Kurucu Atatürk Tutucu İnönü
- Sayfa Sayısı416
- YazarMehmet Niyazi Yavuz
- ISBN9756665275
- Boyutlar, Kapak 14x21 cm, Karton Kapak
- YayıneviLOTUS YAYINEVİ / 2008