Kurbağaların özelliği, nehirleri kuru topraklara dönüştüren kurak mevsimde toprağın derinliklerine gömülüp ölüm uykularına yatmalarıdır. Tüm bedensel işlevlerini en aza indirip ölüme en yakın halde yağmur mevsiminin gelmesini beklerler. Yağmurlar nehirlerin yatağını doldurmaya başladığında, ölüler ülkesinden geri gelir, on binlerce ağızdan şarkılarını söylemeye başlarlar.
Çok sevilen bir yazar üzerine, akla takılan bir roman üzerine… edebiyat üzerine, yazmak üzerine mektuplar. Kimisi gün ağarırken, kimisi şehir karanlığa gömülürken yazılmış, e-postanın da “bir edebiyat türü olarak mektup” sınıfına girebileceğini bize gösteren metinler… Edebiyatın hazzını ve anlamını çoğaltmak üzere… Anlamak, bilmek, keşfetmek zevkiyle yazılmış metinler…
Barış Bıçakçı, Behçet Çelik ve Ayhan Geçgin okurlukla yazarlığın bitiştiği yerde kurulmuş bir sohbet halkasını paylaşıyorlar. Dostça, merakla, tutkuyla, peşinden giderek…
Kurbağalara İnanıyorum, edebiyatçının, -üç edebiyatçının-, tutkulu ve kâşif edebiyat okuru olarak portresi…
KİŞİSEL BİR ÖNSÖZ
Fikir Behçet’indi. Onun bir iş için Ankara’ya geldiği günlerden birinde, hep oturduğumuz pastane pek çok benzeri gibi içinde yiyecek içecek her şeyin olduğu ama bir tek pastane hüznünün olmadığı bir yere dönüştüğünden, başka bir mekânda eğreti oturuyorduk. Tabii edebiyattan konuşuyorduk; okuduğumuz kitaplardan, yazmayı düşündüğümüz şeylerden, sınırlarımızdan ve o sınırları aşmamızı sağlayacak imkânlardan. Bir ara Behçet, çok güzel konuştuğumuzu, ama sonra benzeri güzel konuşmalar gibi bu konuşmayı da unutacağımızı söyledi. Ayhan’ı da bu sohbete katıp edebiyat üzerine yazışmayı önerdi.
*
Pastane hüznü diye bir şey var mı? “Olmaz olur mu!” der Behçet ve hemen yedi çeşit hüzün daha sayar, mekânların insanlara hissettirdiği. Ayhan ise bu soruya, uzun bir sessizlikten sonra, “Olabilir… Düşünmek lazım,” diye karşılık verir.
*
Behçet’i yirmi beş senedir tanıyorum, ortak yakınlarımız sayesinde tanışmıştık. O öykü yazıyordu, ben şiir. Gençtik, görüştük, yazıştık; birbirimizi besledik. Hâlâ besliyoruz.
*
Ayhan ile beş sene önce, Son Adım’ı okuduktan sonra tanıştım. Yayınevine bir e-posta yazıp romanı çok beğendiğimi Ayhan’a bildirmelerini rica etmiştim. Birkaç gün sonra Ayhan’dan bir e-posta geldi. Ardından bir İstanbul’a gitmemde buluştuk, tanıştık, uzunca konuştuk. İstanbul’a gittikçe görüşmeye, Kadıköy sahilinde uzun yürüyüşler yapmaya başladık.
*
Övünmek istiyorum: Ayhan ile Behçet’in tanışmasına ben vesile oldum. Üçümüz birlikte epey zaman geçirdik. Belki biraz çocukça bir “çoğalma” hissi, mutluluğu yaşadık. Yeniden okullu olma hissi.
*
Bu tür önsözler sahibine tevazu gösterisi yapma fırsatı verir. Bu fırsatı kaçırmayacağım: Yaklaşık bir sene süren yazışmamız boyunca Behçet ile Ayhan dile getirdikleri düşünceleri ve bunları dile getiriş biçimleriyle sahnenin önündeydiler: Enstrümanlarını maharet ile kullanan iki sanatçı. İki keman. Bana arada üçgen zile bir iki vurmak düştü.
*
Konuşmak-yazışmak, ama birbirlerinin söylediklerinin ne anlama geldiğini anlamak ile yetinmeden, söylenenlerin tadına vararak konuşmak-yazışmak, üçümüzün yaptığı.
*
Edebiyat okurluğu da yazarlığı da bir tür yalnızlığı gerektiriyor. Okuduğumuz, yazdığımız metin ile baş başayız. Böyle olmalı. Ama bir de benzerini aramak diye insani bir güdü var: Metinden başımızı kaldırıyoruz, başka insanlara metin ile kurduğumuz ilişkinin ışığında bakıyoruz. Benzeyen, benzemeyen yanlarımızı görüyoruz. Bir mihenk taşı olarak benzerliklerimiz, farklılıklarımız. Üçümüzün mihenk taşı, bu kitap.
*
Herhangi bir eylemi, diyelim yazma eylemini “ömür boyunca” yapınca yaşanan körleşme… Yazmaya ayarlı gözlerin körlüğü. “Bildiğini” sanma, dahası bu bilgiye iman etme… Bilgiyi dile getirerek bilgiden kurtulma çabası… Belki biraz bu kitap.
BARIŞ BIÇAKÇI
I
BARIŞ: [26/09/2014, 15:42] Ayhan’ın tavsiyesiyle J. M. Coetzee’nin Romancının Romanı’nı okudum. Huzurunuzda bu güzel roman üzerine ve aslında roman yazmak üzerine biraz düşünmek istiyorum.
Öncelikle şu: İyi bir roman okuduğumda hep yazarının –Coetzee gibi– ne yapmak istediğini bildiği hissine kapılıyorum. Aslında tamamlanmış her yapıtın bu hissi duyuracağı söylenebilir. Belki Coetzee de bu romanı yazarken ne yapmak istediğini bilmiyordu. Olabilir. Ama ben yazarken ne yaptığımı o kadar bilmiyorum ki, okuduğum bütün yazarların, bu yazarlara siz de dahilsiniz, ne yapmak istediğini bildiği hissine kapılıyorum. Kendi çizgimiz kesiklidir ama başkalarının çizgisi, baktığımız yere bağlı olarak, kesiksiz görünür: Coetzee romanını yazarken her an Coetzee’dir, ne yazdığının farkındadır. Bense yazarken ne yazdığımın arada sırada farkında oluyorum. Siz?
Benzer biçimde, Romancının Romanı’nın arkasında bir “fikir” var gibi geldi bana. Bu fikri tam olarak anladığımı söyleyemem ama varlığından kuşku duymadım, çünkü her cümlenin arkasında bu fikri hissediyordum. Oysa ben yazarken yazdığım cümlenin arkasında yalnızca bir önceki cümle var gibi hissediyorum. Elbette farklı yazış biçimleri, farklı yazarlık tutumları olduğunu söyleyebilirsiniz; kabul ederim. Ama hepimizin, hayatı, dünyayı, insanı, hakikati bir kitap boyunca cümle cümle ele geçirmek istediğimizi, bunun için yazdığımızı varsayabiliriz sanıyorum. Eğer öyleyse, bu ele geçirme faaliyetini daha bilinçli yapmak bir amaç olamaz mı? Söylemek istediğim bu.
Coetzee’nin romanını okurken, roman yazarının Eski Yunan filozofları gibi, bir şeylerden vazgeçme, bir şeyleri görmeme, görememe pahasına bir düşünceye “iman etmesi” gerektiğini düşündüm. Sanki böyle bir “iman” olmadan kalemin ucu sivrilmezmiş gibi geliyor bana. Yanlışa düşmeyi, ahlâkın yolunu çatallandırmayı, kötü olmayı göze almadan roman yazılır mı, diye soruyorum kendime. “Bütün” olmadan, kendini “bütün” hissetmeden yazılamaz ama, bunu biliyorum. Bütünlük uğruna yanlışa düşülebilir: Söz konusu romansa gerisi teferruattır!
Bir gün Behçet ile konuşuyorduk: “Bu sıralarda bir roman yazıyorum,” cümlesiyle, “bu sıralarda bir şey yazmıyorum,” cümlesinin konuşma hazzı açısından neredeyse eşit derecede vaatkâr olduğuna karar verdik. Çünkü yazmak üzerine düşünmek de yazmaya dahil, değil mi?
BEHÇET: [28/09/2014, 23:53]
Sevgili Barış, Sevgili Ayhan,
Barış’ın açtığı yoldan yürürken benim de aklımdan şunlar geçti:
Barış’ın yazdıklarını okuduğumda temelde iki farklı yazarlık tutumu olduğunu düşündüm önce: ne yazacağını bilip bunu kâğıda dökenler ve ne yazacağını tam olarak bilmeyip keşfe çıkanlar. Sonra bunun doğru olmayacağına kanaat getirdim. Ne yazacağını bildiğini iddia edenlerin bile yazmaya başladıktan sonra içlerinde bir kâşifin baş göstermesinin kaçınılmaz olması bana daha doğru göründü. Kafamızdakini birebir kâğıda dökmeyiz, kâğıdın başına geçtiğimizde her cümle kendisinden sonrakileri bir biçimde belirler. Üstelik bunun sadece kurmaca yazıyla ilgili olmadığını da sanıyorum. Düşünce yazıları için de bir ölçüde geçerliymiş gibi geliyor bana.
Yazmaya oturduğumuzda sanırım farklı bir odaklanmaya giriyoruz. Elbette öncesinde tasavvur ettiklerimiz var; yazacağımız romanın kahramanının hayaleti ya da silueti ve olayların nasıl gelişeceğine dair kaba bir taslak. Ama o siluetin ete kemiğe bürünüp bize bir karakter olarak görünmesi yazdıkça gerçekleşir, olaylar da çok zaman istediğimiz doğrultuda cereyan etmez. Barış’ın söz ettiği “Yazarken yazdığım cümlenin arkasında yalnızca bir önceki cümle var gibi hissediyorum,” sözü bu nedenle önemli. O bir önceki cümle ya da cümleler, sözünü ettiğim keşifteki pusulamız, el fenerimiz. Sadece onlar değil ama; tek bir cümle dışında hiçbir şey tasarlamadan kâğıdın başına geçmişsek bile, o cümlenin yanı sıra bir de biz varız –kendisine yazarlık vehmeden, bir şeyler yazacağına inanan, söyleyeceği şeyler olduğunu hisseden (bunun ne olduğunu bilmese de). O âna kadar yaşadıklarımız, düşündüklerimiz, hissettiklerimiz, sezgilerimiz, okuduklarımız, edebiyat bilgimiz ve becerimiz. Bütün bunlar başta bir siluet, bir his, bir görüntü ya da cümleden ibaret olan hayli belirsiz, muğlak şeyin ne olduğunu (ya da ne olabileceğini) keşfetmeye kalkıştığımızda elimizin altında, kafamızın içinde.
Dolayısıyla bunların arasında bir “fikir” de olabilir elbette; ya da bunların bütünü bir “fikir” olarak da düşünülemez mi? Yazarken karakterin yapacağı bir şeyin, söyleyeceği bir sözün ona uygun olup olmadığını sorgulamaz mıyız? Bazen bunu söyleyebilmesi için karakter hakkında öncesinde başka bir şeylerin de açık edilmiş olması gerektiğini düşünüp “önceki cümle/lere” dönüp eklemeler, çıkarmalar yaparız. Ya da bu hareketin ya da sözün uygunsuz görünmemesi için kafamıza bir yere, çok sonraki sayfalarda ekleyeceğimiz bir şeyleri not ederiz. Bu çabamız “uygunluk” içindir, bizim fikrimizce uygunsa sorunu alt ettiğimizi düşünürüz. Dolayısıyla bizim elbette yazmaya başlamadan önce bir dolu fikrimiz mevcuttur. İnsana dair, dünyaya dair, memlekete, psikolojiye…
Barış’ın sorduğu “fikrin” bu olmadığının farkındayım; bir edebiyat eserini başı sonu belli bir fikrin özel bir biçimde cisimleşmiş hali olarak görüp göremeyeceğimizi soruyor sanırım. Bu sorunun yanıtını ancak yazarı bilebilir; bizim bu konudaki algımızın çarpık bir algı olması yüksek olasılık bence. Bitmiş her eser karşımıza bir bütünlük olarak çıkar. Artık ona eklenecek ya da çıkarılacak bir şey yoktur. Bu bütünün bir fikrin tecessüm etmiş hali olması, baştan böyle tasarlandığı konusunda bize bir bilgi vermez. Öyle olsun olmasın, biz onu belli bir bütünlük içinde, bir fikir olarak algılarız. Doğrusu, Romancının Romanı’nı okuduğumda benim hissettiğim başka bir şey olmuştu. Coetzee’nin önce seminer konuşmalarından oluşan bir roman yazmayı tasarladığını, daha sonra bu forma uygun karakteri, Elizabeth Costello’yu ve onun anlatacaklarını bulduğunu düşünmüştüm. Aksi de olabilir elbette, romanın formu beni heyecanlandırdığı için önceliği buna tanımış olabilirim. Neden bilmem, Masumiyet Müzesi’nin sonunda sayfalar boyunca okuduğumuzun bir müze kataloğu olduğunu fark ettiğimde böyle düşünmemiştim.
“Hayatı, dünyayı, insanı, hakikati bir kitap boyunca ele geçirme (…) faaliyetini daha bilinçli yapmak”tan söz ediyor Barış. Burada sezginin bilince ait olup olmadığını sorabiliriz. Yanılmıyorsam, buna genellikle olumlu yanıt verilmiyor. Sezginin bilincin ötesiyle –altı ya da üstüyle– ilgili tuhaf bir şey olduğu söylenir, yazılır. Yazı uğraşının esas olarak sezgilerle yürüdüğünü inanmaya daha yakınım. Bir kahramanın iç dünyasına, söyleyeceklerine, aklından geçeceklere vâkıf olma ve bunu seslendirme, söze dökme iddia ve cüretini bize sezgilerimiz veriyor. Bununla birlikte sezginin bilgiden büsbütün yalıtık olduğunu da düşünmüyorum. Özel bir bilgi bizim sezgi gücümüzü artırmıştır. Edebiyatın verdiği bir bilgidir bu; çok insan tanıdığımız, çok kişiyle uzun boylu görüşüp sohbet ettiğimiz için sayfalar ilerledikçe bir insan halinde görünecek bir siluetin peşine takılmayız ama böylesi süreçlerin ertesinde ortaya çıkmış çok sayıda edebi kahraman tanımışızdır ve cesaretimizi onları tanıma ve onların arkasındaki fikri sezme çabalarımızdan alırız.
“Ele geçirme” sözü, baştan verili bir şeyin yazarak temin edilmesini ima ediyor gibi göründü bana. Belki bu sözü çeşitlendirmek gerek. Keşfetmek eklenebilir mesela ya da sağlamasını yapmak, bazen de bunun içindir yazı. Belli belirsiz sezdiğimiz, bildiğimiz, kanaat ettiğimiz bir “fikrin” uygunluğunun sağlamasını yapmaya kalkışırız. Baştaki fikirle ilerlerken ummadığımız yerlere çıkmışsak, sağlama işleminde baştaki fikre ulaşmamışız demektir. Ama bu durumda, matematikte olduğu gibi, işlemde hatayı nerede yaptığımızı sorgulamayız, ortaya çıkan yeni fikir artık fikrimiz olmuştur. Ortaya çıkan şeyi okuyan biri bizim baştan ne düşündüğümüzü, yazarken neyin sağlamasını yaptığımızı bilemez; elindekinin bizim bunu yazarken hayli bilinçli biçimde peşinden gittiğimiz bir “fikir” olduğunu zanneder.
“İman” bahsine gelince: Kalemi sivriltenin bir iman olduğunu kabul ediyorum ama aynı biçimde iman ettiğimiz şeyin yazma sürecinde yanlışlanabileceğini sezerek iman ederiz. Barış’ın saydığı, uğruna vazgeçmemiz gerekenlere kendi baştaki imanımızı da dahil ettiğimiz tuhaf bir imandır bu. Böyle iman olur mu? Hani, derler ya, bir dinden dönenler yeni dinlerinin en radikal izleyicisi olurlarmış, belki böyle bir şey; döndüğümüz an çok rahatlıkla bu yeni fikre iman ederiz ve kalemimizi bu kez onunla sivriltiriz. Yanlışa düşmek, ahlâkın yollarını çatallandırmak, kötü olmayı göze almak kadar bunu da göze almışızdır –imanımızdan dönmeyi. Bu sonuncusundan kimsenin haberi olmayacağı için bunun bir göze alıp almama olduğu sorulabilir ama kendimizle kötü olmak da kolay şey değildir.
AYHAN: [29/09/2014, 22:06]
Sevgili Barış, Sevgili Behçet,
Bu heyecan verici söyleşiye dünyevi işler yüzünden katılmam gecikti. Ben de sizi izlemeye çalışayım. Söylenenler bir sürü soru uyandırdığından ve düşüncelerin gidebileceği bir sürü yönü sezdirdiğinden şimdilik birkaç temel şeyle kendimi sınırlandıracağım.
Barış’ın dediği, “Daha bilinçli yapmak.” Bunu ben de güçlü bir biçimde hissediyorum. Ama bu hissin kaynağında olumlu bir şeyler, diyelim yazarın kavrayış gücüne ya da keskin gözlerine inanmak gibi şeyler yok. Tam aksi bir duygudan kaynaklanıyor. Bir karanlık içindeyiz. Ne açıklıkla dünyayı görebiliyoruz ne de kendi yetilerimize güvenecek halimiz var. Bugün bence yazarın içinde bulunduğu durum budur.
Böyle bir konum, bayağı olumsuz bir konum, ilginç biçimde aslında Behçet’in başka bir açıdan geldiği, son paragraflarda sözünü ettiği yere çıkıyor: Yazı zorunlu olarak hataya bağlanıyor. Benim buna deney alanı demek hoşuma gidiyor. Yazı artık bütünüyle bir deneye dönüşmek zorunda, yani koşullarımızdan dolayı, artık bilinebilir bir dünyada ikamet etmediğimiz için. Hatta belki bilinebilir dünya ortadan kalktığı için.
“Fikir” konusu, gerçekten de karışık bir konu. Ama yukarıda söylediklerimle ilişkilendirmek istersem aklıma şu geliyor: Bilim insanlarının yaptığı, “fikir deneyleri” diye adlandırılan şey. İşte bildiğiniz gibi Einstein’ın fikir deneyleri ya da şu meşhur kutudaki kedi… Edebiyattan örnek: “Bir sabah uyansam ve kendimi böcek olarak bulsam ne olur?” Peki ama niçin böcek? Böcekle ne alıp veremediğim var? Daha başka bir sürü soru…
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Edebiyat Eleştiri
- Kitap AdıKurbağalara İnanıyorum - Edebiyat Üzerine Yazışmalar
- Sayfa Sayısı213
- YazarBarış Bıçakçı,Behçet Çelik, Ayhan Geçgin
- ISBN9789750519017
- Boyutlar, Kapak13,5 x 21 cm, Karton Kapak
- Yayıneviİletişim Yayınları / 2021
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Zulmün Artsın ~ Yaşar Kemal
Zulmün Artsın
Yaşar Kemal
“Egede, Akdeniz yörelerinde gene ormanlar yanıyor. Benim şaşırdığım daha yanacak orman kaldığıdır. Nereden buluyorlar da, bu kadar ormanı yakıyorlar? Ben bu yörelerde dikili ağaç...
- Edebiyat ve Sanat Yazıları ~ Marcel Proust
Edebiyat ve Sanat Yazıları
Marcel Proust
Modern romanın öncülerinden Marcel Proust bu kez eleştiri, deneme, inceleme, açıklama, mektup biçiminde kaleme aldığı “Edebiyat ve Sanat Yazıları”yla karşımıza çıkıyor. “Edebiyat Yazıları”nda Flaubert,...
- Yazın Gene Yazın ~ Tahsin Yücel
Yazın Gene Yazın
Tahsin Yücel
Tahsin Yücel, Yalan, Peygamberin Son Beş Günü gibi yazınsal yapıtlarıyla olduğu kadar deneme ve eleştirileriyle de tanınan çok yönlü bir yazın adamı. Yazdığı deneme...