İslâm dininin Kur’an, sünnet, icma-i ümmet ve kıyas-ı fukaha (fakihlerin içtihatları) olmak üzere dört ana kaynağı vardır. İstikamet dairesinden uzaklaşıp ifrat ve tefrite sapanlar, ehl-i sünnet görüşünü kabul etmezler.
Bu kitapta yazar, kelam âlimleri arasında tartışma konusu olan tekfir, şefaat, rüyetullah ve vesile gibi bazı mühim konular ile günümüzde sıkça sorulan mühim sorulara Kur’an ve sünnet ışığında cevap veriyor.
***
Önsöz
Hz. Peygamber (sav.)’in ebedi âlemine göç etmesinden sonra bir takım ihtilaflar meydana gelmişti. Bu ihtilaflar Hz. Ebubekir (ra.) ile Hz. Ömer’in (ra.) halifelik dönemlerinde yok denebilecek kadar az iken, Hz. Osman’ın hilafetinin son altı yıllık döneminde artmaya başlamış, özellikle de Hz. Ali’nin (ra.) zamanında zuhur eden Haricîlik cereyanı ve düşüncesi daha da artmıştı
Geçmişte olduğu gibi, maalesef günümüzde de bazı batıl fikirler revaç bulmakta, birçok güzel âdet şirk olarak kabul edilmekte, hatta onları yapan Müslümanlar bazı kimseler tarafından küfürle itham edilmektedir. Bu çok tehlikeli ve vahim bir durumdur.
Peygamber Efendimiz (sav.) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyururlar: “İsrail oğulları yetmiş iki, benim ümmetim ise yetmiş üç fıkraya bölündüler. Bir fırkası hariç diğerleri ehl-i nardırlar.” Bunun üzerine sahabe-i kiram efendilerimiz; “Ya Resulallah o ehl-i necat olan fırka kimdir?” deyince Hz. Peygamber: “Onlar benim ve ashabımın izinden gidenlerdir.” diye cevap verdiler.
Günümüzde ehliyetsiz bazı kimseler; “Her meselede Kur’an kâfidir.” diyerek kendi heva ve heveslerine göre hüküm vermekte, İslam dininin dört ana kaynağından olan sünnet, icma ve kıyas-ı fukahayı devre dışı bırakma gayreti içine girmektedirler. Evet, Kuran ezeli ve ebedi sönmez bir nurdur ancak her âlim bile ondan hüküm çıkaramaz. O sahada derinleşmiş olmak lazımdır. Nitekim bir ayette bu hakikat şöyle ifade edilir: “Sana bu kitabı indiren O’dur. Bunun ayetlerinden bir kısmı muhkemdir ki, bu ayetler, kitabın anası (aslı) demektir. Diğer bir kısmı da müteşabih âyetlerdir. Kalblerinde kaypaklık olanlar, sırf fitne çıkarmak için, bir de kendi keyflerine göre te’vil yapmak için onun müteşabih olanlarının peşine düşerler. Hâlbuki onun te’vilini Allah’dan başka kimse bilmez. İlimde derinleşmiş (uzman) olanlar, “Biz buna inandık, hepsi Rabbimiz katındandır.” derler. Üstün akıllılardan başkası da derin düşünmez.”
Evet, sonsuz bir nur olan Kur’an-ı azimüşanı sadece meal okuyarak anlamaya çalışmak ya da sadece mealin kâfi olduğunu söylemek, aslında Kur’anın kudsiyetini, derin ve geniş manalarını sınırlamak demektir. Bir meselede o sahada ihtisas sahibi olan kimselerin sözü geçerlidir, ona itibar edilir. Bir binanın çürük veya sağlam olduğuna dair bir mühendisin sözü mü esas kabul edilir, yoksa bir doktorun sözü mü? Bir binanın sağlam ve çürük olduğunu rapor eden bir inşaat mühendisinin sözü, o konuda fikir beyan yüz doktorun sözünden daha inandırıcı ve daha tesirlidir. Aynı şekilde bir kişinin hastalığı konusunda da yüz mühendisin değil, bir doktorun sözüne itibar edilir. Zira o konuda söz söyleme salahiyeti ona aittir.
Dünyada her mesleğin bir ustası, her ilmin bir mütehassısı, her hastalığın bir tabibi olduğu gibi, içtimaî ve manevî hastalıkların tabipleri de başta Peygamber Efendimiz (sav.) olmak üzere diğer bütün peygamberler, mürşit, müceddit ve âlimlerdir. İnsanlara Cenab-ı Hakk’ın emir ve yasaklarını anlatmak, onları birçok manevî hastalıklardan korumak, cehaletten kurtarıp, fikren ve ilmen terakki ettirmek için bu gibi emsalsiz zatlara ihtiyaç vardır. Güneşten feyiz alan meyve ve çiçeklerin renkleri ve letafetleri, kokuları ve tatları ayrı ayrı olduğu gibi, Kur’an güneşinin manevi meyveleri olan umum asfiyaların, mürşit ve mücedditlerin, âlim ve evliyaların da, feyizleri, irfanları, meşrepleri ve manevi dereceleri muhteliftir. Onlar, o manevi güneşten aldıkları feyiz ile neşrettikleri nurlar, zamanın ve zeminin her tarafını ışıklandırmıştır. İnsan maddi ve manevi birçok ihtiyaçlara muhtaç olarak yaratılmıştır. Bunları temin edemediği takdirde onun huzur ve rahat içinde yaşaması mümkün değildir. Hususen iman, marifet, ilim ve hikmet gibi manevi ihtiyaçlarını temin etmeden fikren sükûnete ve kalben inşiraha nail olamaz. Bunun için Kur’an’ın nurlu yolunda yürüyen, ehl-i sünnet çizgisinden ayrılmayan, Hz. Peygamberin sünnetlerini kendilerine rehber edinen mürşitlere, mücedditlere, âlimlere ve evliyalara muhtaçtır. Sadece meal okuyarak Kur’anı anladığını söylemek en azından haddini bilmemezliktir. Bediüzzaman Hazretlerinin ifade ettiği gibi;
“Yani, “Ne mutlu o adama ki, kendini bilip haddinden tecavüz etmez.”Nasıl bir zerre camdan, bir katre sudan, bir havuzdan, denizden, kamerden seyyarelere kadar güneşin cilveleri var. Her birisi kabiliyetine göre güneşin aksini, misalini tutuyor ve haddini biliyor. Bir katre su, kendi kabiliyetine göre “Güneşin bir aksi bende vardır” der. Fakat “Ben de deniz gibi bir aynayım” diyemez. Öyle de, esmâ-i İlâhiyenin cilvesinin tenevvüüne göre, makamât-ı evliyada öyle merâtip var. Esmâ-i İlâhiyenin her birisinin, bir güneş gibi, kalbden Arşa kadar cilveleri var. Kalb de bir arştır. Fakat “Ben de Arş gibiyim” diyemez.
İşte, ubudiyetin esası olan, acz ve fakr ve kusur ve naksını bilmek ve niyaz ile dergâh-ı Ulûhiyete karşı secde etmeye bedel naz ve fahir suretinde gidenler, zerrecik kalbini Arşa müsavi tutar. Katre gibi makamını, deniz gibi evliyanın makamâtıyla iltibas eder. Kendini o büyük makamâta yakıştırmak ve o makamda kendini muhafaza etmek için, tasannuâta, tekellüfâta, mânâsız hodfuruşluğa ve birçok müşkilâta düşer.”
Hz. Peygamber’i (sav.) ve onun rahle-i tedrisinden geçmiş olan sahabeyi kiram efendilerimizi örnek kabul eden ehl- sünnet her meselede ifrat ve tefritten uzak olan istikamet yolundan asla ayrılmamışlardır.
Sünnilik” olarak bilinen ehl-i sünnet, Peygamber Efendimiz (sav)’in sünnetlerine sımsıkı bağlı, ifrat ve tefritten uzak olan müminler topluluğuna denilir. Cemaat ruhuna bağlı kalmak manasında “Ehl-i Sünnet ve’l-cemaat” adıyla da anılır.
Ehl-i sünnet, imanın altı şartına inanan, Hz. Peygamber (sav.)’i, başta dört halife efendilerimiz olmak üzere bütün sahabeleri ve ehl-i beyti sevenlerdir.
Ehl-i sünnet, Cenab-ı Hakk’ın emir ve yasaklarına inandığı halde, tembelliğinden dolayı o emirleri yapmayan müminleri tekfirle itham etmez.
Ehl-i sünnet; kıyamet gününde, başta Peygamber Efendimiz (sav.) olmak üzere diğer peygamberlerin ve Cenab-ı Hakk’ın izin vereceği bazı salih kulların şefaat edeceklerini kabul etmektedirler.
Ehl-i sünnet; kabir azabının, vesilenin ve kerametin hak olduğunu, Kur’an okumak, sadaka vermek, hayır ve hasenat yapmak suretiyle sevaplarını vefat edenlerin ruhlarına bağışlamanın onların azaplarını hafifleteceğine veya kaldırılacağına inanırlar.
İslâm dininin Kur’an, sünnet, icma-i ümmet ve kıyas-ı fukaha ( fakihlerin içtihatları) olmak üzere dört ana kaynağı vardır. İstikamet dairesinden uzaklaşıp ifrat ve tefrite sapanlar, ehl-i sünnet görüşünü kabul etmezler.
Biz bu eserimizde kelam âlimleri arasında tartışma konusu olan tekfir, şefaat, rüyetullah ve vesile gibi bazı mühim konular ile günümüzde sıkça sorulan mühim sorulara Kur’an ve sünnet ışığında cevap vermeye çalışacağız. Gayret bizden, tevfik Cenab-ı Hak’tandır.
Mayıs-2013
Mehmed KIRKINCI
Kur’an ve Sünnet ışığında 40 SORU CEVAP
SORU-1
Günümüzde bazı kimseler büyük günah işleyen kimseleri küfürle itham etmektedirler. Büyük günah işleyen kimse dinden çıkar mı? Tekfir konusunu izah eder misiniz?
CEVAP
Tekfir; lügat manasıyla küfür, nimete karşı nankörlük etmektir. Istılahta ise; “Hiçbir zorlama olmaksızın kişinin kendi iradesiyle iman hakikatlerini veya onun bir cüzünü inkâr etmek yahut tasdik etmemek, iman edilmesi gereken mukaddesatı tahkir etmek, haramı helâl, helâli haram kabul etmek” manasındadır.
Bediüüzaman Hazretleri de küfrü şöyle tarif eder:
“Kâfirin iki manası vardır: Birisi ve en mütebadiri, dinsiz ve münkir-i sani’ demektir. Şu mana ile ehl-i kitaba ıtlak etmeğe hakkımız yoktur. İkincisi: Peygamberimizi ve İslâmiyeti münkir demektir. Şu mana ile onlara ıtlak etmek hakkımızdır. Onlar dahi razıdırlar. Lâkin örfen evvelki mananın tebadüründen, bir kelime-i tahkir ve eziyet olmuştur.” 1
Bir mümini tekfir etmek son derece tehlikelidir. Bu konuda her müminin çok dikkatli olmasını gerektiren, tüyler ürperten bir hadis-i şerifte şöyle buyrulur: “Kim kardeşine kâfir derse, ikisinden biri mutlaka kâfir olmuştur. Eğer itham edilen kâfir değilse, küfür itham edene döner.” 2
Öyle ise herhangi bir kimsenin İslam’a muhalif bir fiiline veya günahına bakıp da onu hemen tekfir etmek büyük bir tehlikedir ve hiç kimsenin buna hakkı yoktur.
“Neden kâfir olana kâfir demiyeceğiz?” sualine karşı; “Kör adama, hey kör demediğiniz gibi… Çünki eziyettir. Eziyetten nehiy var.” diyen Bediüüzaman Hazretleri, başka bir eserinde ise şöyle buyurur: “Said’i bilenler bilirler ki, mümkün olduğu kadar tekfirden çekinir. Hatta sarih küfrü bir adamdan görse de yine te’vile çalışır.” 3
Büyük müceddit, mürşit ve müçtedit olan İmam-ı Azam Hazretleri, İslam dinine muhalif fikir ve davranışlarda bulunanlarla mücadele etmiş, onların batıl görüşlerini ve yanlış itikatlarını akli ve nakli delillerle çürütmüştür.
İmam-ı Azam Hazretleri bir gün mescitte ibadet ederken, Haricîlerden bir grup ellerinde kılıçlarla mescide gelirler ve “Sana iki sualimiz var. Eğer cevap veremezsen seni öldüreceğiz” derler. İmam-ı Azam; “Önce kılıçlarınızı kınlarına koyunuz, kalbim onlarla meşgul olmasın, sonra suallerinizi sorunuz” der.
Onlar kılıçlarını kınlarına koyduktan sonra: “Dışarıda iki cenaze var. Birisi devamlı olarak içki içen ve tövbe etmeden ölen bir erkek, diğeri ise zina eden ve tövbe etmeden ölen bir kadın. Şimdi bunlar Müslüman mıdır yoksa kâfir mi?” diye sorarlar.
Eğer İmam-ı Azam o ölen kimselere “mümin” dese onu öldürecekler, şayet, ‘onlar Müslüman değildir’ dese o zaman da yanlış fetva vermiş olacak. Çünkü İslam dinine göre günah-ı kebairi işleyen bir kişi kâfir olmaz. Haricilere göre ise, büyük günahlardan birini irtikâp eden kişi, kâfir olarak ölür.
İmam-ı Azam Hazretleri gelen o gruba şöyle der; “Ölen o kişiler Hıristiyan mı?” onlar; “Hayır” derler. İmam-ı Azam tekrar: “ Onlar Mecusi mi?” diye sorar. Onlar yine; “Hayır” cevabını verirler. İmam-ı Azam; “Peki o vefat edenler putperest mi?” diye sorar. Onlar yine “Hayır” derler. İmam-ı Azam; “ Peki o hâlde, o vefat edenler kimler?” deyince, onlar hep bir ağızdan “Onlar Müslümanlardı.” diye cevap verirler.
Bunun üzerine o büyük insan şöyle der: “Vefat eden o kimselerin Müslüman olduğunu siz itiraf ettiniz. O hâlde sizin kendinizi öldürmeniz icap eder.”
Onlar bu kez: “O hâlde o vefat edenler, cennete mi yoksa cehenneme mi gidecekler?” diye sorarlar.
İmam-ı Azam Hazretleri: “Bu sualinize Hz. İbrahim’in (a.s) vermiş olduğu cevap ile cevap vermek isterim” der ve şöyle buyurur:
“Hz. İbrahim’e (a.s) bunlardan daha şerli insanlar hakkında sual soruldu da, o, şöyle cevap verdi: “Rabbim! Çünkü onlar (putlar) insanlardan birçoğunun sapmasına sebep oldular. Şimdi kim bana uyarsa, o bendendir; kim bana karşı gelirse, artık sen gerçekten çok bağışlayan ve çok merhamet edensin.” 4
Hz. İsa da ( a.s), asiler hakkında şöyle buyurdu: “Eğer onlara azap edersen, onlar senin kullarındır, eğer onları bağışlarsan, şüphesiz sen daima üstünsün, hikmet sahibisin.” 5
Onlar, İmam-ı Azam Hazretlerinin bu cevabı karşısında yanlış düşündüklerini itiraf etmiş ve tövbe ederek ehl-i sünnet itikadını kabul etmişlerdir.
Ahmet Ziyaeddin Gümüşhanevi Hazretleri de şöyle buyurur: “Bir kimsenin sarf ettiği bir söz, birçok yönleriyle küfrü gerektiriyor da bir yönüyle küfürden kurtarıyorsa, müftünün (fetva veren kişinin) onu tercih etmesi gerekir. Zira Müslümanlar hakkında hüsn-ü zan esastır.”
Bu ilim ve irfan saçan ifadelerde iki yaramızı birden seyrediyoruz. Birisi, “su-i zan”, yani kötüye yormak, olumsuz değerlendirmek. Diğeri de, müftünün görevini herkesin yüklenmesi. Fetvanın câhiller eline düşmesi…
Gümüşhanevî Hazretleri devamla şöyle buyuruyor: “Şu var ki, bu adamın niyeti küfür değilse Müslüman’dır, fakat niyeti küfür ise müftünün fetvası onu kurtarmaz” 6
Tâbiînin büyüklerinden, zahit, muhaddis, fakih ve müfessir Hazreti Ömer’in halifeliğinin son ikinci yılında Hicrî 21 senesinde dünyaya gelen (H.110/M 728) Hasan-ı Basri Hazretleri’nin, Vasıl İbn-i Ata (H.80/M.699) isimli bir talebesi vardı. Bir gün Hasan-ı Basrî Hazretleri’nin huzuruna gelen bir zât, Haricileri kastederek, “Zamanımızda bir cemaat ortaya çıktı ki, onlar günah-ı kebâiri işleyenlere kâfir hükmü veriyorlar. Bu hususta kanaatiniz nedir?” diye sorduğunda, Hasan-ı Basrî Hazretleri daha cevap vermeden, Vasıl İbn-i Atâ şöyle cevap verir; “Bana göre günah-ı kebâiri işleyen ne mü’mindir, ne de kâfirdir. Çünkü mü’min olsa günah-ı kebâir işlemez. İman hakikatlerine inanan kimseye de kâfir denilmez.” Bunun üzerine, Hasan-ı Basrî Hazretleri, “Bu bizim itikadımızdan i’tizal etti (ayrıldı),” buyurdular. Bu olaydan sonra, Vasıl İbn-i Atâ’nın fikrinde olanlara, i’tizal edenler manasına gelen Mutezile lakabı verildi.
Vasıl b.Ata’nın; “Büyük günah işleyen ne mü’mindir, ne de kâfirdir, o ancak fasıktır» demesine mukabil Hariciler, özellikle de onun Ezarika kolundan olanlar daha da ileri giderek büyük günah işleyenler müminleri tekfirle itham etmektedirler.
“…Kebâiri işlemek imansızlıktan gelmiyor, belki his ve hevesin ve vehmin galebesiyle akıl ve kalbin mağlûbiyetinden ileri gelir.” 7
diyen Bediüzzaman Hazretleri de büyük günahları işleyenlerin durumunu şöyle ifade eder:
“Dinimize göre, günah-ı kebairi işleyen kâfir olmaz. Zaten bu mesele Ehl-i Sünnet âlimleri ile Haricîler ve Mûtezile arasında asırlarca sürmüştür. Haricîler büyük olsun küçük olsun her günah işleyenin kâfir olup ebediyen Cehennemde kalacağını iddia ederlerken, Mûtezile büyük günah işleyenin ne kâfir ne de mümin olmayıp, imanla küfür arasında kalacağını savunmuşlardır. Bu iki görüş de İslam düşüncesine zıttır ve şeriata muhaliftir.” 8
Yahya bin Muaz’ın buyurduğu gibi: “Bir anlık iman, yetmiş yıllık küfrü mahveder, yok eder. Nasıl oluyor ki yetmiş yıllık iman, bir anlık günahla yok oluyor.”
Şunu da ifade edelim ki, kişinin imanını muhafaza etmesi için, günahlardan kaçınıp emir dairesinde hareket etmesi gerekir. Çünkü günah işleyen bir kimse iman dairesinden çıkmasa bile, küfre giden yola bir adım atmış olur. Onun için hemen tövbe ve istiğfar etmelidir. Bediüzzaman Hazretlerinin de ifade buyurduğu gibi; “Her bir günah içinde küfre gidecek bir yol vardır.” 9
Bunun içindir ki, bir mümin küçük bir günahını dağlar kadar görür ve hemen tövbe istiğfar eder. Münafık ise dağlar kadar büyük olan günahlarını bir sineğin kanadı kadar hafif görür ve tövbe, istiğfar etmez. Günahlardan kaçınıp, dinin emirlerini yerine getiren bir insan, imanını bu tehlikeden koruduğu gibi, Allah katında da insanların en çok ikram edileni ve en sevgilisi olur.
SORU-2
Bazı kimseler; “Kim Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse işte onlar kâfirlerin ta kendileridir.” 10 ayetini delil getirerek, Allah’ın emrettiği hükümler ile hükmetmeyenlerin dinden çıkacağını iddia etmektedirler. Bu ayeti nasıl anlamak gerekir?
CEVAP
Peygamber Efendimiz (sav.) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyururlar: “Bir zaman gelecek, kâfirler için gelmiş olan âyet-i kerimeleri, Müslümanları kötülemek için vesika olarak kullanacaklardır.” 11
Başka bir hadis-i şeriflerinde ise şöyle buyurur: “En çok korktuğum şey, ayet-i kerimeleri Allah u Teâlâ’nın dilemediği yerlerde kullanacak kimselerin ortaya çıkmasıdır.” 12
Büyük müfessir Fahreddin-i Razi hazretleri bu ayetin tefsirinde şöyle der: “Burada kastedilen hem kalbi hem de lisanîyle inkâr edenlerdir. Kalbiyle onun Allah’ın hükmü olduğunu bilip sonra da lisanîyle onun Allah’ın hükmü olduğunu ikrar edip, buna zıt olan şeyleri yapan kimseye gelince, o da Allah’ın indirdiğiyle hükmetmiş, ama onu bilfiil yapmamış olur. Binaenaleyh, böyle bir kimsenin bu ayetin hükmüne dâhil olması gerekmez…” 13
Buna göre, bir insan namaz emrini inkâr ederse küfre girer; ama bu emri kabul ettiği hâlde tembellik edip kılmazsa asla dinden çıkmaz. Haramları işlemek de böyledir. Faiz alıp vermeyi Kur’an’ın yasak ettiğini, bunun İlahî bir nehiy olduğunu kabul eden bir insanın nefsine mağlup olarak bu haramı işlemesi onu günahkâr eder, ama onu dinden çıkarmaz. Bediüzzaman Hazretlerinin bu hakikati şu harika ifadeleriyle şöyle ifade eder:
“Meselâ: Demiş bu şey küfürdür. Yâni, o sıfat imandan neş’et etmemiş, o sıfat kâfiredir. O haysiyet ile o zât küfür etti, denilir. Fakat mevsufu ise mâsume ve imandan neş’et ettikleri gibi, imanın tereşşuhatına da hâize olan başka evsafa malik olduğundan o zât kâfirdir denilmez. İllâ ki, o sıfat küfürden neş’et ettiği yakînen biline… Zira başka sebepten de neş’et edebilir. Sıfatın delâletinde şek var. İmanın vücudunda da yakîn var. Şek ise yakînin hükmünü izale etmez.” 14
Peygamber Efendimiz (sav.) “Yalan söylemeyi, sözünde durmamayı ve emanete hıyanet etmeyi münafıklık alameti olarak” 15 ifade etmiştir. Hâlbuki münafık kâfirden daha eşettir. Çünkü münafık inanmadığı halde, inanmış gibi görünen kişidir. O hâlde bu kötü fiilleri işleyen bir Müslüman’ı bir kâfirden daha adi olarak mı göreceğiz. Hz. Peygamber (sav.) bu hadis-i şerifleriyle bütün müminlerin çok dikkatli olmasını, bu fiillerin kâfirlerden bile daha alçak olan münafıkların sıfatları olduğunu, bütün Müslümanların bu gibi çirkin fiillerden son derece kaçınmalarını ihtar etmektedir. Yoksa bu fiilleri işleyen bir mümini münafıklıkla, hatta tekfirle itham etmek büyük bir cinayettir.
Bediüzzaman Hazretleri’nin ifade ettiği gibi; “Bir müslimin her sıfatı müslim olmadığı gibi, bir kâfirin de her sıfatı kâfir olmak lazım değildir.” der.
SORU-3
Bazı kimseler Hz. Peygamber (sav.)’in hırka-i şerifi ile sakal-ı şerifini ziyaret etmek, O’na salât ü selam okumak, kabir ziyaretlerinde bulunmak ve mevlid okutmak gibi birçok güzel âdeti bidat olarak görmekte ve onları yapanları bid’at ehli olmakla itham etmektedirler. Sonradan olan her şey bidat midir? Bu konuda düşüncelerinizi alabilir miyiz?
CEVAP
Bidat; Hz. Peygamber (sav.) ve ashâb-ı kirâm efendilerimizin zamanında olmayan ve sonradan meydana gelen İslam’a muhalif, inanç, amel, tutum ve davranışlardır.
Istılahta ise bidat; “sünnet” kavramının zıddı olarak kullanılır. 16
Bidat; İslam’ın tamamlanmış ve kesinleşmiş olan ibadet sistemine yeni bir şey ilave etmek ya da sistemde var olan bir şeyi ondan çıkarmaktır.
Bidat; sahabe ve tabiun döneminde mevcut olamayan ve şer’i bir delilin gerektirmediği her yeni şeydir. 17
Ahmed bin Hambel şöyle der: “Bidalar, nasların yanlış yorumlanması ve sünnetin terk edilmesi ile ortaya çıkmıştır. Sünnet terk edilerek yerine bir başka âdet koymak ve onun ile amel etmek bidattır.” 18
Leknevî bidatı şöyle tarif eder: “Hz. Peygamber (sav.) zamanında meydana gelen şeyler, ister kendileri tarafından yapılsın, ister sahabi tarafından işlenip de O’nun tarafından bir müdahale edilmeyip kabul edilsin, kesinlik ve ittifakla bunlar bidat değildir” 19
Nitekim Resûlüllah (sav.) döneminde münferiden ve sekiz rekât olarak kılınan teravih namazının Ubey b. Ka’b (ra.) tarafından yirmi rekât ve cemaatle kılındığını gören Hz. Ömer (ra.): “Bu ne güzel bidattir” 20 diye buyurmuş ve böylece teravih namazını, kendi halifeliği zamanında ilk defa cemaatle kılmayı başlatmıştır.
Hâlbuki Peygamber Efendimiz (sav.) teravih namazını, birkaç gece kıldıktan sonra terk etmiş, sahabelerine de cemaatle kılmaları hususunda herhangi bir tavsiyede bulunmamıştır. Teravih namazı Hz. Ebu Bekir Efendimiz (ra.)’in halifelik döneminde de cemaatle kılınmamıştır. Elbetteki, Hz. Peygamber (sav.)’in en yakın dava arkadaşlarının ve seçkin halifelerinin İslam’a ve sünnete muhalif bir şey ihdas etmeleri mümkün değildir. Hz. Ömer’in (ra.) böyle bir harekette bulunması; Peygamber Efendimiz (sav.)’in: “Size benim sünnetime ve benden sonra raşit halifelerin sünnetine sarılmanızı tesviye ederim” 21 “Benden sonra gelecek iki kişiye yani Ebu Bekir ve Ömer’e uyunuz.” 22 hadis-i şeriflerine dayanmaktadır. Bugün büyük bir aşk ve şevkle teravih namazını kılan Müslümanlar da Hz. Ömer’in (ra.) bu sünnetine uymaktadırlar.
Dinin ibadet kısmı ile alakalı esaslar Kur’an ve sünnette mevcut olup, bizzat Hz. Peygamber (sav.)’in ifa etmesiyle kesinleşmiştir. Bundan dolayı İslam hukukçuları bidati; taabbüd (ibadet etmek) kasdıyla dinde ortaya atılan yeni şeylerdir.” 23 diye tarif etmişlerdir.
Evet, bir kavramın sadece lügat manasına bakarak, icat edilen her yeni şeyi bidat olarak görmek doğru değildir. Sonradan ortaya çıkan ve bidat diye adlandırılan şeylerin meşru ve makbul; ya da İslam inancına ve ehl-i sünnet itikadına muhalif olup olmadığına bakmak gerekir.
Nitekim Hz. Peygamber (sav.) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyururlar: “Kim benden sonra terk edilmiş bir sünnetimi ihya ederse, onunla amel eden herkesin ecri kadar o kimseye sevap verilir, hem de onların sevabından hiçbir şey eksiltilmeden. Kimde Allah’ın ve Rasulünün rızasına uygun düşmeyen bir dalalet, bidatı
————
1- Nursî, B. S Münazarat
2- Buhârî, Edeb, 73; Müslim, Îmân, 26
3- Nursî, B. S Şualar
4- İbrahim Suresi 14/36
5- Maide Suresi 5/118
6- Gümüşhanevî, Ahmet Ziyaeddin, Ehl-i Sünnet İtikadı, s.68
7- Nursî, B.S, Lem’alar (13. Lem’a, 7. İşaret)
8- Nursî, B.S Münazarat
9- Nursî, B. S Lem’alar
10- Maide Suresi 5/44
11- Buhari, 6. Bölüm, istitabetül mürtedin) ( Abdullah bin Ömer’in sözü olarak da bilinir: (Hariciler kâfirler hakkında gelen ayetleri yanlış olarak müninlere hamlettiler)
12- Taberani, el Mucemül Kebir, 17. Cilt, s.296) (ramuzul Ehadis 1. Cilt. Hadis No:1537
13- Razi, Tefsir-i Kebir, 9.cilt,s 86
14- Nursî, B. S Sunuhat
15- Buharî, İman, 24
16- el- Cürcâni, Ta’rîfât,s.29.
17- el- Cürcanî, Ta’rifât, s.29.
18- Ahmet bin Hambel, Mişakâtu’l-Mesabih, 1:66
19- el-Leknevî, v.1304/1889,a.g.e.,s.33-34.
20- Muhammed Revvâs Kal’acî, Mevsüatu Fıkhı Umar b. e!Hattâb, Kuveyt 1984, s. 125
21- Tirmizî, Kitâbu’l-İlm, ban no:16, Hadis no:2676.
22- Tirmizi, Menakıb:16,37. İbni Mace, Mukaddime,11
23- el-Câbirî, et-Türâs,s.52.
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) İslam ve Düşünce Kültür Kur'an ve Kur'an Üzerine
- Kitap AdıKur'an ve Sünnet Işığında 40 Soru 40 Cevap
- Sayfa Sayısı272
- YazarMehmed Kırkıncı
- ISBN9789752612181
- Boyutlar, Kapak13,5x19,5, Karton Kapak
- Yayınevi / 2013