Ben Renata Convida’yım.
Yüzlerce çalıntı hayat yaşadım.
Artık kendiminkini yaşıyorum.
Renata, yeteneği yüzünden henüz küçük bir çocukken Kralın Adaleti tarafından kaçırılır ve Andalucia’nın görkemli sarayına getirilir. O, Moria ırkının en korkulanlarından biridir. Kraliyet düşmanlarından anıları çalabilme yeteneği, binlerce Moria’nın ölümüne yol açan Kralın Gazabı’na neden olur.
Zaman geçtikçe isyancı bir casusa dönüşür ve halkını kurtarmak için Fısıldayanlar’la beraber hareket etmeye karar verir. Artık krallık aleyhine çalışacaktır. Fısıldayanlar onu yıllar önce saraydan kurtarmış olsalar da Renata orada geçirdiği süre boyunca “boş” hâle getirdiği yüzlerce ruhun ezici anılarından kaçamayacaktır.
Komutanları Dez, korkunç Kanlı Prens tarafından esir alındığında Renata, büyük aşkını kurtarmak uğruna her şeyi yapacaktır. Hem kendi hayatı hem de Moria ırkının kaderi buna bağlıdır. Renata, acımasız prense karşı intikam ateşiyle yanıp tutuşurken bile, krallığı onlara sadık olduğuna ikna edebilecek midir?
Giriş
MS 317
Celeste San Marina o gece bir mezar kazdı.
Yılın kurak geçmesi Esmeraldas’ta toprağı sertleştirmişti ve küreği her vuruşunda kollarına ağrı saplanıyor, kasları seğiriyor ve kemikleri ağrıyordu. Ama yine de kazmaya devam etti; toz, solmuş teninden akan ter damlacıklarına yapıştı.
Yarım ay, dağılmayı reddeden kalın bulutların ardına saklanmıştı ve tek ışık, ketenlere gevşekçe sarılmış cesedin yanında sönmeye yüz e yüz tutmuş gaz lambasından geliyordu. Küreği tekrar toprağa sapladı, avuç içleri su toplayıp kızarana ve ceset için yeterince derin bir çukur açılana kadar durmadı. Sonra onun yanında dizlerinin üzerine çöktü.
“Daha iyisini hak ediyordun Rodrigue,” dedi istihbarat şefi, sesi titreyerek.
Daha fazla dikkat etseydi, daha fazla yardım alabilseydi, onu geleneksel yöntemlerle gömebilirdi fakat böyle zamanlarda sahip oldukları tek şey isimsiz bir mezardı. Boynuna uzandı ve Rodrigue’in mirasından geriye kalan olan alman taşını tutan deri ipi kesti ve sivri beyaz kristali gri entarisinin içine dikilmiş cebe koydu. Taş, krallıktaki diğer tüm Moria casuslarının taşıdığı tek bir cam şişenin yanında, tam kalbinin üzerinde duruyordu. Dinlenebilmek için daha kaç sır toplaması gerekecekti?
O gece için dinlenmek söz konusu değildi. Celeste tüm gücüyle cesedi kendisini bekleyen mezara itti ve üzerine kürekle toprak atmaya başladı.
Bir ölü Moria daha. Bir ölü asi daha.
Celeste lambasını ve küreğini toplarken at kişnedi ve gölgeleri tekmeledi. Gün doğmadan köye dönmesi gerekiyordu. Atına bindi ve topuklarını atın iki yanına bastırdı. Rüzgâr yüzüne çarpıyor, toynaklar tozdan bir iz bırakıyor ve yıldızlar gökte parlıyordu.
Bir eliyle dizginleri sıkıca kavrayan Celeste, Rodrigue’in alman taşının hâlâ cebinde olduğundan emin olmak için kontrol etmeye devam etti. Tüm umutları ve halkının geleceği, krallığın sıradağlarının derinliklerindeki maden damarlarından çıkarılan o taş parçasının içinde sıkışıp kalmışti. Memoria Kayalıkları boyunca, alman taşı bir zamanlar araziyi kaplıyordu. Artık mucizeler kadar nadir bulunuyorlardı. Bir zamanlar Tanrıça’nın tapınaklarını ve heykellerini inşa etmek için kullanılmış, komşu toprakların zanaatkârları tarafından göz kamaştırıcı mücevherlere ve kutsal emanetlere dönüştürülmüştü. Ama Gölgelerin Leydisi’nin güçleriyle donatılmış Moria için o her zaman bir taştan çok daha fazlasıydı. Prizmaları etrafındaki dünyayı canlı bir hafızaya dönüştürüyordu. Rodrigue’in verdiği bilgi uğruna ölmeye değerdi. Celeste buna inanmak zorundaydı.
Fısıldayanlar’ın Leydisi’ne, bugünün, yardımın geleceği gün olması için dua etti.
Haberciyi Fısıldayanlar’a göndermesinin üzerinden tam sekiz gün; Rodrigue’in kapısına yarı ölü bir hâlde gelmesinin üzerinden dokuz gün geçmişti. Öyle korkunç bir haberle gelmişti ki, katılaşmış kalbi bile yerinden oynamıştı. Rodrigue, Adalet Ordusu’nun işkencesi altında neredeyse bir ay hayatta kalmış ve ardından başkentten yola çıkmıştı. Tek başına bu bile insanı delirtebilir, bazı şeyler görmesine sebep olabilirdi.
Ama eğer bu doğruysa… Krallık için daha kötü bir kader olamazdı. Dünya Puerto Leones’e boyun eğmek zorunda kalacaktı. Atını daha sert tekmeledi, dizginleri göğsündeki nefesi kadar sıkı tuttu.
Sonunda atın toynakları Esmeraldas’ın ana toprak yoluna ulaştı. Köy hâlâ uykudaydı ama o, komşularını uyandıracak kaldırım taşlarından kaçınarak meydanı es geçti. Karanlığa rağmen, izlendiği hissinden kurtulamıyordu. Celeste attan indi ve atı küçük ahıra kilitledi. Sadece kapıya ulaşması gerekiyordu ve sonra ev sahiplerinin evinde güvende olacaktı.
Emilia’nın kendisini beklerken uykusunun kaçmamış olmasını umarak dikenli çalıların arasından süzüldü. Fısıldayanlar’ın istihbarat şefi olarak geçirdiği uzun yıllar boyunca Celeste pek çok yeri evi olarak görmüştü ancak hiçbiri Emilia Siriano ve ailesinin evi kadar yuva gibi hissettirmemişti. Onu Celeste Porto olarak tanıyorlardı, dul bir kadın, bir ebe, bir bakıcı. Onun uykusuzluğuna alışkın olmalarına rağmen, kapılarına hiç bela getirmemişti. Gün ışıyınca, Rodrigue’in neden mezarlığa gömülemeyeceğini ve neden ona sahip çıkacak bir ailesi olmadığını açıklamak zorunda kalacaktı. Celeste ve Fısıldayanlar onun sahip olduğu tek aileydi.
Anahtarını mutfağın yanındaki kapıda çeviren Celeste durup dinledi. Sessizlik, ateşin kuru çıtırtısı ve içeri girerken şalının çıkardığı hışırtılarla bozuldu. Ocaktaki kırmızı közden yumuşak bir ışık geliyordu. Kemikleri uyumak için kıvranıyordu ama Sirianos yakında uyanacaktı. Esmeraldas’ta geceler yılın bu zamanlarında pek serin olmazdı ama o ateş yakmak, ellerini basit işlerle meşgul etmek için her türlü bahaneyi severdi. Bu ve mükemmel bir somun ekmek, onun bu eve getirdiği armağanlardı.
Celeste rüzgârdan hırpalanmış yüzünü ocağın yanında ısıtırken, pencereden giren tatlı, çimen kokulu esintiye bir tutam duman karıştı. Alevler çıraları yutup kurumuş odunların kenarlarını tutuşturdu. Böyle anlarda kendini sadece basit bir hayatı olan bir hizmetçi olduğuna inandırmak kolaydı. Ama onlarca yıl gözden uzakta saklandıktan sonra, sezgileri dinlenmesine izin vermiyordu. Ayrılırken orada olmayan iki koku saptadı; esans yağları ve yıkanmamış bedenler. Rodrigue’i dışarı taşımadan önce bütün pencereleri ve kapıları kapatmış olduğunu hatırladı.
Omurgası kaskatı kesildi.
“Celeste San Marina,” diye konuştu berrak, keskin bir ses, büyüyen ateş gecenin karanlık köşelerini aydınlatırken. Bir adam ölümcül bir zarafetle sandalyesinden kalktı. “Yollarımızın tekrar kesişeceğini umuyordum.”
Celeste’in nefesi kesildi. Üzerinde sadece buruşuk beyaz bir entari ve kahverengi binici pantolonu olmasına rağmen, Celeste onun asil yüzünü her yerde tanıyabilirdi. Kral Fernando’nun hayatta kalan son oğlu. Ona pek çok isim takmışlardı, ama zaman ve mekân fark etmeksizin, sanki bir şekilde onun suretini çağrıştıracağından korkuyorlarmış gibi, adını asla telaffuz etmezlerdi.
Altın Prens.
Kanlı Prens.
Aslanın Öfkesi.
Kardeş Katili.
Loş ışıkta bir adım daha yaklaştığında, onun sarayda geçirdiği süre boyunca olduğu çocuğun hayaletini neredeyse görebiliyordu: meraklı, altın saçlı bir çocuk. Büyüyünce babasından beter olacak bir çocuk.
Ona sadece Castian derdi.
Celeste kaçamadan Prens eldivenli eliyle işaret etti ve iki asker salondan içeri daldı. İçlerinden biri etli eliyle boğazına sarıldı. İkincisi mutfak kapısını kapattı.
“Bunu kolayca halledebiliriz,” dedi Castian, derinden gelen sesiyle ona doğru yürürken. İnce deri eldivenlerini çıkarıp bir prense ait olmayan ellerini ortaya çıkardı. Yıllarca süren sıkı eğitim ve dövüşten nasırlaşmış ve yara bere içinde kalmış eklemler. “Bana onun nerede olduğunu söyle, ben de senin ölümünü hızlı ve acısız bir hâle getireyim.”
“Ailenizin yönetimi altındaki hayat ne hızlı ne de acısız.” Celeste yavaşça konuştu, sesi boğuktu. Onunla bir kez daha yüzleşeceği günün gelmesini bekliyordu. “Aslanın Öfkesi’nin sözünü tutacağına inanmıyorum.”
“Yaptığın onca şeyden sonra, bana güvenmeyen sen misin?”
Mutfak prensin varlığıyla küçülmüş gibiydi. Havadaki duyguların tadını alabiliyordu. Öfkesi, onun sonunu getirecek acı bir zehirdi. Ama bunu uzun zaman önce biliyordu. İsyancılar için yapabileceği tek şey onu oyalamak ve sırlarını perdenin ötesine taşımaktı.
Askerin parmakları nefes borusuna saplandı ve nefes almak için çırpınırken tekme attı. Rodrigue’in gelişinden beri saatlerce kazmaktan ve uykusuz gecelerden dolayı vücudundaki her kas ve kemik ağrıyordu. Gözleri Siriano ailesinin yatak odasının kapalı kapısına kaydı. Prens ve adamları onlara ne yapmıştı?
Sonra korkunç bir düşünce su yüzüne çıktı.
Onu işe alan ve barındıran, Puerto Leones’in tüm halkları arasında barışa inanan Sirianolar, oradan ayrıldığı anda ona ihanet mi etmişlerdi? Bir sancı zaten gergin olan kalbini sızlattı. Umutsuzca nefes almak istiyordu, buna ihtiyacı vardı.
İhaneti bir kenara itti ve hâlâ cebinde duran alman taşına odaklandı. Onun bulunmasına izin veremezdi. Muhafızın ellerini tokatladı, kolu ile eldiveni arasındaki açık deriyi tırmaladı, gözleri siyah lekelerin ardını zorlukla görebiliyordu. “Yeter.” Prens elini kaldırdı ve asker onu tutmayı bırakti. “Ölüler konuşamaz.”
Celeste dizlerinin üzerine çökerken, “Bu ölüler hakkında ne kadar çok şey bildiğini gösteriyor,” diye homurdandı. Dengesini sağlamak için ellerini soğuk taş zemine bastırarak öksürdü. Düşünmek için zamana ihtiyacı vardı ancak prens sabırlı olmasıyla tanınmıyordu.
Odaklanmak için ocaktaki ateşe baktı. Rodrigue yaralanmadan önce, alman taşını Fısıldayanlar’a götürmek için ne gerekiyorsa yapacağına söz vermişti. Orada olmalıydılar. Prensin burada olmasının nedeni onların çoktan yakalanmış olmaları değilse tabii.
İlk kez, istihbarat şefi belki de hiçbir zaman dinlenemeyeceğini fark etti. En azından bu hayatta. Yaşlanmış bedeni artık bir savaşta işe yaramazdı. Sahip olduğu tek şişesi ve büyüleriydi.
Gözlerini prense dikerek ortaparmağındaki kalın bakır yüzüğü çevirdi ve metal onun ikna gücünü harekete geçirirken büyülerinin gücünü damarlarında hissetti. İlkel bir ürperti teninin her santimetresine yayıldı, havaya karıştı ve muhafızın alnını terletecek kadar yoğunlaştı. Yeteneği zamanlar kadar eskiydi; ağaçlar kadar, damarlarındaki gücü artıran mineraller ve metaller kadar eskiydi ve serbest kalmak istiyordu. Odadaki en zayıf duyguları inceledi. Muhafızlar. Ona karşı duydukları yüksek korkuyu yakalamak kolaydı. Kasları ve sinirleri gerilmiş ve oldukları yerde taş kesilmişlerdi. Ama prens ulaşamayacağı bir yerdeydi. Ona daha yakın olmalıydı. Dokunacak kadar yakın.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Edebiyat Fantastik Roman (Yabancı)
- Kitap AdıKundakçı
- Sayfa Sayısı488
- YazarZoraida Cordova
- ISBN9786254145247
- Boyutlar, Kapak13.5 x 21 cm, Karton Kapak
- YayıneviEpsilon / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- İsa’nın Okul Günleri ~ J.M. Coetzee
İsa’nın Okul Günleri
J.M. Coetzee
David devamlı soru soran bir çocuktur. Simón ve Inés ise onu okula göndermez, Estrella’daki yeni evlerinde yetiştirirler. David oranın dilini öğrenir, arkadaş edinmeye başlar....
- Kuşlar ~ Tarjei Vesaas
Kuşlar
Tarjei Vesaas
“Evde bir iz kaldı. Kuş vuruldu, gözlerini yumdu, taşın altına kondu – ancak iz kaldı.” Buz Sarayı’nın yazarı, İskandinav Edebiyat Ödülü sahibi Tarjei Vesaas’tan,...
- Vathek ~ William Beckford
Vathek
William Beckford
18. yüzyılın son çeyreğinde, bir soylu olan W. Beckford 1001 Gece Masalları ile Batı fantastik birikimini harmanlayarak bir korku masalı yazar. Otranto Şatosu ve...