Bir kitap, kaderi değiştirebilir mi? Ürkütücü ve gizemli olayları mizahla harmanlayarak kendine özgü bir edebiyat tarzı yaratan Hanzade Servi’den, ağırlaşan sırların, sessizliğe gömülmüş acıların, ‘keşke ben de aralarında olsaydım’ diyeceğiniz türden yakın dostlukların ve yıllardır hiç dağılmadan duran bir kum yığınının yürek burkan hikâyesi: Kumdan Salıncak. Kumdan bir salıncak ve her sallanışında uçuşup giden kum taneleri ile birlikte yavaş yavaş yok olup sonsuzluğa karışan küçük bir kız… Öyküleri ve romanlarıyla büyük bir okur kitlesi yakalayan Hanzade Servi, terk edilmiş bir oteli merkez aldığı Kumdan Salıncak adlı kitabında, önemli bir soru üzerine düşünmeye yönlendiriyor okurlarını:
‘Bir kitap, kaderi değiştirebilir mi?’ Yazara göre, eğer kum taneciklerinin sonsuzluğa taşıdığı yalnız bir kızın hazin öyküsünü okuyan iki kardeşin kaderini değiştirmeyi başardıysa bu düşünce mümkün olabilir. Ancak yine de buna inanıp inanmamak sizin elinizde. İyisi mi bu gerçeği keşfetmek için yazarın büyük bir ustalıkla üzerini örttüğü sırların bir bir açığa çıkmasını bekleyelim… Sırlar her zaman çekicidir. İnsan her ne kadar sakladığı gerçeklerin bir gün su yüzüne çıkacağından korksa da sırlarından asla vazgeçmez. Oysa saklanan şeylerin en sevdiği oyun, bir gün ortaya çıkmaktır.
Peki, bir kum yığını, içindeki sırları ne kadar tutabilir? Anadolu’nun küçük bir kasabasında kaderine terk edilmiş Salkımsöğüt Oteli, geçmişte yaşadığı görkemli günlere inat dimdik ayakta durmaya çalışırken, boş koridorları Kartal, Yaşın ve Örsay adındaki üç yakın arkadaşın ayak sesleri ile yankılanıyor. Yaşın’ın, odalardan birinde yer alan gizli bir oyukta bulduğu 8 yaşında işitme engelli küçük bir kızın günlüğü, peşi sıra gelecek gizemli olayların istemeden de olsa açığa çıkmasına ön ayak oluyor. 1963 yılında kaleme alınmış bu günlük, içerisinde, iki farklı ailenin hayatını altüst eden ve yazgısını değiştiren pek çok sır barındırıyor. Küçük dilsiz bir kızın yıllarca gizlediği hazinesini gün ışığına çıkarmanın heyecanı içerisindeki Yaşın kendini tutamayarak günlüğü okuyor. Üstelik, günlükte yazılanların kendi anne babasının geçmişi ile kesişen yakınlığını hiç tahmin etmeden…
Okurlar, günlüğün sahibinin gizli hazinesini bırakıp nereye gitmiş olabileceği üzerine kafa yorarken, başka bir şehirde Yıldız adında dünyanın kendi etrafında döndüğünü düşünen bir kız çocuğu doğum gününü kutlamaya hazırlanıyor. Kendisinin davet etmediği misafirler nedeniyle doğum günü partisi berbat olmaya yüz tutmuşken, Salkımsöğüt Oteli’nin sakladığı gizler de bir bir açığa çıkmaya başlıyor. Aslında gerçek şu ki, Anadolu’daki bir kasabada ıssızlığa mahkum edilmiş bir otelle şehirli zengin bir ailenin güzel malikanelerinde yaşanan olaylar birbirlerine çok uzak görünseler de bir günlüğün sayfalarında yazan gerçekler kadar yakınlar… Salkımsöğüt Oteli, karanlık geçmişine kalın bir sünger çekip eski misafirlerini ağırlamak için gün sayıyor: Zamansız ölümlere, vazgeçişlere, hayal kırıklıklarına, büyük aşklara, ayrılıklara, güçlü dostluklara ve asla unutulmayacak kötü anıların bile engelleyemediği umut dolu gelecek düşlere ev sahipliği yapan bu gizemli otel sizleri çağırıyor… Bu kitabı okuduktan sonra, kum yığınlarının yanından öylece geçip gidemeyeceksiniz.
1. Bölüm
1989
“Sanırım Salkımsöğüt’ü satmalısın Sayrun,” dedi halam. Bütün kelimeleri ‘s’ harfiyle başlayan bir cümle kurmak rekor sayılır mı? Büyükler her gün bir sürü rekor kırıp bunları fark etmemek konusunda uzmandır. Akşama dek yüz elli milyon kez ‘yapma’ deme rekoru, ödevinizin başında mısınız diye kontrol etmek için iki dakikada bir odanıza dalma rekoru, aynı sebzeyi tek öğünde pek çok değişik şekle sokarak önünüze getirme rekoru… Ki sonuncusu da, halam tarafından dün kırıldı: Ispanaklı gözleme, yoğurtlu ıspanak yemeği ve havuçlu ıspanaklı ezme. (Masada Temel Reis’in olmaması büyük eksiklikti.) Açıkçası, tatlı olarak da çikolata soslu ıspanak bekliyordum. Halam büyük ihtimalle, tadının iğrençliğini ismiyle süslemeye çalışacaktı. ‘Lö ıspanak de çikolata vü vööö’ falan gibi. (Halam Fransızca bilir.) Çikolata soslu ıspanak, isminden kaybediyordu. Ama ‘lö ıspanak’ için her midede mutlaka yer olurdu. (Benimki hariç. Ispanağı hiçbir dilde sevmem.) Babam halama cevap vermedi. Hesap makinesinin tuşlarına, işaret parmağıyla minik pireleri eziyormuşçasına vuruyor.
(Sanki büyük pire diye bir şey var… Ama olsaydı, eminim babam işaret parmağıyla onların da hakkından gelirdi.) Ekranda çıkan sayılara dudağını sarkıtıp bakıyor ve önündeki kâğıda hızlı hızlı bir şeyler yazıp çiziyor. Öldürdüğü pirelerin hesabını yapıyor gibi görünüyor. Bu sahneyi son bir senedir sürekli yaşıyoruz. Halam, Salkımsöğüt’le ilgili fikirlerini söylüyor. Önce bir cümle… Ardından, on beş yirmi dakika bekliyor. Sonra ikinci cümle… Bazen iki cümlesinin arası bir saati buluyor. Babam pes edene kadar, cümlelerini onun üzerine salıyor. Buna dırdır yapmak diyemeyiz. Dırdır yapmak, hiç durmadan konuşmak demek. Halam, durarak konuşuyor. Buna olsa olsa ‘dır…dır’ yapmak denir. Babam pes ettiğinde, halama tek cümleyle cevap verip salondan çıkıyor. Halamın ‘dır…dır’ı hep aynıyken, babamın ona verdiği cevap her seferinde değişiyor. Onun fikrine katılmadığını belirten en az elli cümle bulmuş olmalı. Bunları, konu açıldıkça kullanıyor. “Geleceği göremiyorum Sayrun,” dedi halam, babama Salkımsöğüt’ü satması gerektiğini söyledikten yarım saat sonra. “Ve bu hiç hoşuma gitmiyor.” Babam, kızdığını belirtmek için yüksek sesle iç çekti. Halamın geleceği görmek konusunda niçin böyle takıntılı olduğunu anlamıyorum. Bence geleceği görmek, insana can sıkıntısından başka bir şey vermez. Yarın okulda neler yaşayacağınızı biliyorsunuz; beş sene sonra kiminle tanışacağınızı, yaşlandığınızda neye benzeyeceğinizi biliyorsunuz. Bir kitabı bitirdiğiniz gün, tekrar okumaya başlamaya benziyor.
Halamın geleceği görmekten kastı, aslında başka. Çünkü bunu hep, Salkımsöğüt’ü satmamız gerektiğini belirttikten sonra söylüyor. Konu, para. Gelecekte paramızın olmamasından korkuyor. Galiba babamın işleri artık iyi değil. Babam marangozdur. Böyle söyleyince, sanki basit bir işmiş gibi duruyor. Ama dolaplar, yataklar, kitaplıklar, koltuklar yapmak bence harika. Atölyesindeki sıradan tahtalar, büyüleyici bir şekilde ahşap eşyalara dönüşür. Çalışırken onu izlemeyi severim. Bazen gözlerimi kapattığımda, ağaçların kokusu bana kendimi ormanda hissettirir. Elinden çıkan hiçbir eşyanın eşi yoktur. Eskiden farklı şehirlerden sipariş bile alırmış.
Bir süredir müşteriler azaldı. Babam koltuktan çok, hesap yapıyor. Neyse ki o an telefon çaldı ve babamın Salkımsöğüt’ü satmayacağını belirten yeni cümlesini duymak zorunda kalmadım. “Sana…” dedi halam. “İpek arıyor.” Komodinimin üzerindeki paralel telefonu açmaya, odama koştum. “Konuş!” “Elbette konuşacağım,” dedi İpek. “Yoksa seni niye arayayım? Karşılıklı susmaya mı?” “Biri bugün solundan kalkmış.” “Sanki sağımdan kalkmam mümkünmüş gibi…” Doğru söylüyor. İpek’in ikiz kardeşleriyle paylaştığı oda çok küçük olduğu için, yatağının sağ tarafı duvara dayalı. Yani her gün, solundan kalkmak zorunda. Ona birkaç kez, ayakucundan da kalkabileceğini belirttim.
“Yıldız’ın doğum gününde ne giyeceğine karar verdin mi?” dedi heyecanla. Tam o anda “GÜM” diye bir ses geldi ve ayaklarını duvara dayadığını anladım. Bu, İpek’in ‘heyecanlı telefon konuşması’ pozuydu. Üzgün olsaydı yatağına enlemesine ve sırtüstü uzanıp başını aşağı sarkıtacaktı. Mutluysa, telefonun kordonunu çekiştirip odada sürekli gezinirdi. “Yıldız’ın doğum günü bir hafta sonra. Ne giyeceğime niye şimdiden karar vereyim? Hem gideceğimden bile emin değilim.” “Elbette gideceksin! Pelin straples bir elbise almış!
Dün elbiseyi göstermek için beni evine çağırdı. Straples! İnanabiliyor musun? Sanki genç bir kızmış gibi…” “On bir yaşındayken niye on sekizimizdeymişiz gibi davranmak zorundayız ki? Çok saçma.” Bu yaşlarda, büyük görünmeye uğraşıyorlar. Sonra bir süre, yaşlarının tadını çıkarabiliyorlar. (Sanırım on sekizle yirmi beş arası.) Ardından, küçük görünmeye çalıştıkları dönem geliyor. Bu dönem, ölene kadar sürüyor. Bazen sırf kızların saçma takıntıları yüzünden ‘keşke erkek olsaydım’ diyorum. Nasıl göründüğümü asla umursamazdım. Gerçi şimdi de umursamıyorum. “Sakın partiye kot pantolon ve gömlekle gelmeye kalkma. Hele o çamurlu çizmelerini unut.” “Belki çay lekeli kazağımla gelirim. Ya da pijamalarımla…” “Amma da şikâyetçisin! Yarın elbise alışverişine gideceğiz. Hediye de almamız lazım. Böyle önemli bir ortamda bulunma şansı, insanın yüzüne her zaman gülmez. Yıldızların aile dostlarının çocuklarıyla tanışacağız! Zengin ve yakışıklı olduklarını hayal etsene. Bu şansı iyi değerlendirmeliyiz.
Oraya eski elbiselerle gidemeyiz.” Bana cevap verme fırsatı tanımadan telefonu kapattı. Ne harika! Şimdi elbise almak zorundayım. Almazsam, İpek’in dırdırı günlerce bitmez. “İpek’in dırdırını çekmek mi, yoksa baştan aşağı tavuk pisliğine bulanmış bir ayıya tüy bakımı yapmak mı?” derseniz, kesinlikle ayıyı seçerim. Elbise almam, halamın hoşuna gider. Şimdiye kadar bana bir sürü elbise aldı. Hiçbirini giymedim. Küçüldüler. Aslında alındıkları günkü boydalar. Ben büyüdüm. Bizim yüzümüzden olan şeyler için başkalarını suçlamaya ne kadar meraklıyız. Sanki dolap Alis Harikalar Diyarı ve elbiseler de sihirli mantarları yiyip kendi kendilerine büyüyüp küçülüyor.
Gözlerimi kapatıp Pelin’i straples elbisenin içinde hayal etmeye çalıştım. Sıkıcıydı. Bu kez öğretmenimiz Kerem Bey’i ve köpeğini straples elbiseyle hayal ettim. Kabul etmek zorundayım ki, tanıdığım insanlar içinde askısız elbiseyle güzel görünecek tek kişi Yıldız. Ne sinir bozucu! Yıldız’ın ailesi çok zengin. Onu özel bir okula göndermek yerine niçin bizim okulu seçtiklerini bilmiyorum. Geçen seneki veli toplantısında halamın kulağına çalınana göre, babası idealistmiş. Bunun ne anlama geldiği konusunda hiçbir fikrim yok, ama Yıldız’ın bizim sınıfta olmasını sağlıyor. Hiçbirimiz yarıyıl tatilini kayak yaparak geçirmiyor ya da yazın yurtdışına gitmiyoruz.
Yıldız gidiyor. Demek idealistlik sadece çocuklarını devlet okuluna göndermek anlamına geliyor, halk plajına değil. (Yıldız’ın kardeşi üç yaşında. Neyse ki o, henüz sinirimi bozmaya başlayacak kadar büyümedi.) Yıldız’ın, sınıfta hayran hayran peşinde dolaşan küçük bir çetesi var. Bunun dışında zengin ailesinin zengin arkadaşlarının zengin çocuklarıyla geziyor. Onun hayatını kesinlikle kıskanıyor değilim. Sadece dik dik bakışları ve kendini beğenmiş prenses edaları yüzünden bazen onun saçlarını çekmek istiyorum. İpek, “Yıldız Akçarlar’ın saçlarını çekemezsin,” diyor. Bence hiçbir kitapta ‘Serin, Yıldız Akçarlar’ın saçlarını çekemez’ diye yazmıyor. Aslında bizi doğum gününe asla davet etmezdi. Geçen gün annesi kapıyı çalıp sınıfa girdi. Öğretmenimiz Kerem Bey dersinin bölünmesine kızar, ama Papatya Akçarlar’a sadece gülümsedi. Kadın, Kerem Bey dahil tüm sınıfı, kızının doğum günü partisinde görmek istediğini söyledi. Gülerek söylendiğinde, emirlerin emir gibi görünmemesi garip. Yıldız’ın yüzü, öfkeden kırmızıya döndü.
(Bir insanın, annesi ya da babası domates olmadıktan sonra bu kadar kızarabileceğini tahmin edemezdim. Müthişti!) Papatya Akçarlar, muhtemelen böyle özel bir partiye herkesin davet edilmemesi gerektiğini bilmiyordu. Belki de idealist babası, tüm sınıfın gelmesi gerektiğini düşünmüştü. Yıldız’ın, çetesiyle birlikte davet edilecek kişileri ince elemelerle seçeceğini duymuştum. Hatta ‘asla davet edilmeyecekler’, ‘acaba davet etsek mi?’, ‘mutlaka davet edilecekler’ başlıkları altında listeler bile hazırlayacaklardı. İpek’le benim adım, büyük ihtimalle ‘kazara partiye gelirlerse, üzerlerine kokarca parfümü sıkılacaklar’ bölümüne yazılacaktı. Ama annesi, tüm planlarını mahvetmişti. Böylece, evleneceği adamın mutlaka üçgenleri sevmesi gerektiğini söyleyen Özge, eşeklerle ilgili şarkısının onu dünyaca ünlü yapacağına inanan Kaan, evlerinin toplam nüfusu yedi kişi olan matematik dehası İpek ve erkek gibi giyinen, suratsız Serin (bu ben oluyorum), sınıfın geri kalanıyla birlikte Yıldız’ın doğum gününe gitmeye hak kazandı.
Yaşasın(!)! Beni asıl kızdıran, İpek’in bunu gerçekten önemsemesi… Sanki Yıldızlara gideceği için kendini ayrıcalıklı hissediyor. Belki altı kişiyle yaşadığındandır. (Ağabeyleri Tan ile Togay, annesi, babası ve ikiz kardeşleri Tayfun’la Gülfem). Onların evinde kimse kimseye vakit ayırmıyor; etrafta bitmek bilmeyen bir karmaşa var. En son doğum gününde, daha mumları bile üflemeden küçük kardeşleri pastanın yarısını yemişti. Bize her geldiğinde, sessizliğin onu korkuttuğunu söylüyor. Ben de onların evinden korkuyorum. Sanki sabah akşam teneffüsteymişsiniz gibi… Herkes sürekli hep bir ağızdan konuşuyor. Dır…dır kesilmiş. Acaba bu kez babam halama ne cevap verdi? Halamın mutfakta olduğunu anlayınca, yavaşça odasına süzüldüm. Burası dünyanın en garip yeri. Karşı duvarı, boydan boya bir gardırop kaplıyor. Halama babaannemden kalmış. Aslında babaannemin annesininmiş.
(Belki ona da annesinden kalmıştır. Bu böyle, bir dinozorun annesine kadar gidiyor sanırım.) O kadar eski ki içinde mumyalar olabilir. Kapağını açtığınızda, yoğun bir naftalin kokusu duyuyorsunuz. Koku, mumya tezimi güçlendiriyor. İnsan elbiselerini güvelerin yemesinden bu kadar çok korkar mı? Eminim naftalinle korumaya çalıştığı başka şeyler var. Dolabın kapaklarından ikisi kilitli. Belki orada babaannemin annesi yaşıyordur. Bu da, naftalinin altındaki o garip kokuyu açıklar. Dolabın yanında tek kişilik bir koltuk duruyor. Koltuğun üzeri oyuncaklarla dolu.
Tüylü hayvanlar, bebekler, arabalar… Ben küçükken hiçbiri ortada yoktu. Sanırım gardırobun kilitli kapılarının ardındaydılar. Onları kurcalayıp bozmayacak yaşa geldiğimde, koltuktaki yerlerini aldılar. Koltuğun sağına, yirmi raflı bir kitaplık konmuş. Tıka basa dolu. Bazıları Türkçe, bazıları İngilizce, bazıları Fransızca kitaplar… Tuğla kadar kalın tarih, politika kitapları da var, incecik okul öncesi kitaplar da…
Çocukken halam bana bir sürü masal okurdu. Halam, tek kişilik bir yatakta uyuyor. Onu öyle düzgün topluyor ki sadece yatağa baktığınızda, buranın otel odası olduğunu sanabilirsiniz. (Benim yatağım her zaman, üzerinde az önce iki gergedan güreş yapmış gibi görünür. Topladığım günlerde bile…) Yatağın yanındaki duvarda, eski dergi ve gazetelerden kesilmiş resimler asılı: Clark Gable, Gary Cooper, Alain Delon, Robert Redford… Bir gün ona, bizim de yakışıklı aktörlerimizin olduğunu söyledim. Ekrem Bora, Göksel Arsoy, Tarık Akan, Ediz Hun… “Elbette…” dedi halam. “Ama onlar yeterince uzak değil.” Ne demek istediğini kesinlikle anlamadım.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Çocuk Kitapları Roman (Yerli)
- Kitap AdıKumdan Salıncak
- Sayfa Sayısı224
- YazarHanzade Servi
- ISBN9786052853450
- Boyutlar, Kapak13,5x19,5, Karton Kapak
- YayıneviTudem Yayınevi /
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Dil-Küşâ ~ Murat Terlemez
Dil-Küşâ
Murat Terlemez
Kıvrımlı buzul sarı saçları, başındaki Fascinatör siyah şapkasına rağmen Boyacıköy yokuşunun hafif rüzgârı ile omuzlarından hareketlenip tekrar yerine konuveriyordu. Tacına iliştirilmiş tüyler rüzgârdan uçuştukça, şapkasının desenlerinden kanatlanan cennet kuşuna dönüşüyordu. Üzerinde dizlerine kadar saran siyah jarse kumaşıyla bluzan korsaj bir elbisesi vardı.
- Aylak Adam ~ Yusuf Atılgan
Aylak Adam
Yusuf Atılgan
Her şeye “karşı” duran,”karşı” çıkan,”karşı” olan bir adam…Aylak Adam…Bir adı bile yok.”C.” diyor Yusuf Atılgan kısaca. Zor bir karakter, zor bir yaşam, yalın bir...
- İskender ~ Elif Şafak
İskender
Elif Şafak
Aşkı aramadan evvel, düşün bir, ya benden nasıl bir âşık olur? İnsanın sevdası karakterinin yansımasıdır. Sen kavgacı isen, ha bire öfkeli, aşkı da bir...