Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Kulübemiz Tehlikede!
Kulübemiz Tehlikede!

Kulübemiz Tehlikede!

Jean-Claude Lalumière

Bernie ve arkadaşları Félix, Pierre, Simon, Quentin ve Hugo’nun bir dertleri vardır: Yaşadıkları kasabanın yakınlarına yapılacak yeni otoyol, ormandaki kulübelerinin tam ortasından geçecektir. Burası…

Bernie ve arkadaşları Félix, Pierre, Simon, Quentin ve Hugo’nun bir dertleri vardır: Yaşadıkları kasabanın yakınlarına yapılacak yeni otoyol, ormandaki kulübelerinin tam ortasından geçecektir. Burası onlar için bir kulübeden öte, kutsal bir sığınaktır adeta. Okul çıkışı kulübede buluşup oyunlar oynar, gülüp eğlenirler.

Altı arkadaş, bu felaketi önlemek için düşünüp taşınır. Doğa aktivistlerinin dikkatini çekmek iyi bir fikir gibi görünür onlara. Hemen harekete geçerler. Bu da yetmezse buldozerlerle savaşmaya kararlıdırlar.

Kulübemiz Tehlikede, çocukları sivil katılım, ekoloji ve yerel siyaset temalarıyla tanıştıracak eğlenceli bir dostluk ve dayanışma hikâyesi.

1. BÖLÜM

Geleceklerini biliyorduk. Veliler haftalardır okul çıkışında bunu konuşuyorlardı. Gazetede okumuşlardı. Hatta belediye başkanı tören salonunda bir bilgilendirme toplantısı bile düzenlemişti. Babam Belediye Meclisi’nde ulaşımdan sorumlu (ilk söylediğinde ben de anlamını bilmiyordum: meğer “ulaşım”, yetişkinlerin yollardan bahsetmek için kullandıkları bir kelimeymiş). Bir gün belediyedeki toplantısından acayip heyecanlı döndü. Anneme bunun “harikulade” bir şey olduğunu söyledi ve ekledi: “İnanılmaz vakit kazanacağız.” Başlarda konu arkadaşlarla pek ilgimizi çekmemişti. Gene bir yetişkin icadı diye düşünmüştük, hani şu aylarca konuşup durdukları ama hiçbir zaman gerçekleşmeyen işlerinden biri. Ve gerçekleştiğinde de çoğunlukla neden bu kadar yaygara kopardıklarını anlamazsınız. Öğretmenimiz Bayan Chaillaud, budurumu açıklamak için bir deyim olduğunu söyledi: “Dağ fare doğurdu”. Hatta La Fontaine’in bu deyimi doğuran fablını da okudu: Doğuran Dağ. Teneffüste konuştuk, hepimiz aynı fikirdeydik: La Fontaine bu işe çok da kafa yormamıştı. Yani, fabl yazmak öyle karmaşık bir şey değildi. Biz de kendimize göre uyarlamaya başladık:

“Ev kutu yoğurt doğurdu.”
“Otobüs yer fıstığı doğurdu.”
“Veya bir sivrisinek!”
Sınıf birincisi Pierre bile sessizliğini bozdu:
“Supernova proton doğurdu.”
“Supernova ne ki?”
“Bir yıldız.”
“Proton ne peki?”
İnsanın şakalarını açıklamak zorunda kalması
kadar berbat bir şey olamaz.
“İnek poposundan bezelye çıkardı.”

Hugo yaşça en büyüğümüzdür: Tam on bir buçuk yaşında. Üçüncü sınıfı tekrar etmiş. Ama şakaları hep aynı konudadır: çiş-kaka. Çocukça işler. Sanki en küçüğümüz. En fazla on buçuk yaşında sanırsınız. İkinci sınıftan beri gelişim göstermedi.

Sonunda işler kontrolden çıktı. Quentin, Simon’a döndü: “Annen Félix’i doğurdu.” Fazla açıklamaya gerek yok. Simon’un annesi XXXL giyiyor (Simon da şimdiden XL giyiyor) ve Félix de minyatür bir tiptir. Simon Quentin’e bir tokat yapıştırdı. Hak etmişti. Simon’unki bütün anneler arasında en iyisidir. Bize birlikte yememiz için atıştırmalıklar hazırlayan tek annedir. Quentin tam misilleme yapacaktı ki Félix kaval kemiğine indirdiği tekmeyle onu durdurdu.

Félix boyuyla dalga geçilmesinden pek hoşlanmaz. Tam o anda zil çaldı. Ben kendi fabl yorumumu söyleyemeden sınıfa döndük. Gene de yerlerimize otururken Pierre’in kulağına fısıldadım: “Pembe fil yeşil bir fare doğurdu.” Gülümseyerek, “Daha iyisini yapabilirsin,” deyip konuyu kapattı Pierre. Doğru söylüyor, normalde daha komiğimdir. Günün sonunda, okulun kapısında toplandık. Hafta bitmişti. İlkbaharın gelişinden bu yana cuma akşamları kulübeye gidip iki saat oynama iznimiz vardı. Quentin gene surat asıyordu, şu tokat ve tekme nedeniyle. Ama beş dakika içinde hepsini unutmuştu.

Yolda, küçük grubumuzda hararetli bir tartışma başladı: Kulübeye kızları davet etmek mümkün müydü? Soruyu ben sormuştum, umursamaz bir havayla. Görünen o ki çoğunluk buna karşıydı. Bense Juliette’i davet etmek isterdim, çok önemli bir şeymiş gibi görünmesin diye arkadaşları Camille, Louise ve Anissa’yla birlikte. Zaten yapışık yaşıyorlar. Davet etmeyi düşündüğüm kişinin o olduğunu diğerlerine söylemedim. Juliette bizim okulda yeni.

Noel tatilinden sonra geldi. Bayan Chaillaud onu sınıfa takdim ettiğinde, önemli biriyle tanıştığım hissine kapıldım. Romantik takılıp bir melek veya prenses olduğunu söyleyebilirdim ama o işler bana göre değil. Kesin olan şu ki, Juliette’in önemli biri olduğunu onu ilk gördüğüm an anlamıştım. Bu düşüncemde yalnız da değildim. Sınıftaki bütün oğlanlar onu evlerine ödev yapmaya davet etmek istiyorlardı. Gerçeği söylesem kesin dalga geçeceklerdi. Ama gülüşerek kulübeye kimi davet etmeyi düşündüğümü sorduklarında, niyetimi tahmin ettiklerini anladım. Neyse ki cevap vermem gerekmedi.

Sitenin arkasındaki çimenlikten geçerken, karşımızda hücuma hazır birer canavar gibi yan yana dizili olduklarını gördük. Olduğumuz yere çakılıp kaldık. Dediğim gibi, geleceklerini biliyorduk. Ve işte şimdi, burada, karşımızdalardı. Üç buldozer, herhangi bir şeyi doğurmaktan çok yok etmek, önüne çıkanları ezip geçmek için gelmiş üç sarı fil. Ve niçin? Bir yetişkin icadı için, sadece onların “harikulade” bulabilecekleri bir hızlı yol, bir otoban için, babamın dediği gibi zaman kazanmak için, ama bunu yaparken bizi, bizim bu işte ne kaybımız olacağını hiç düşünmeden: çimenlik, koru ve kendi ellerimizle inşa ettiğimiz kulübemiz.

2. BÖLÜM

Kulübemizi okula döndüğümüz haftanın ilk çarşambası, öğleden sonra inşa ettik. Bu, yaz tatilinde dedesinin avcı kulübesini keşfetmiş olan Simon’un fikriydi. Biz de kendi kulübemizi yapabiliriz, diye düşünmüştü, avlanmak için değil tabii, oyun oynamak için. Dedesi bizim için bir plan çizmişti. Tek yapmamız gereken kare oluşturacak beş ağaç bulmaktı. “Neden beş ağaç?” diye sormuştu Pierre, Bayan Chaillaud gibi konuşarak. Kare için dört tanesi yeterliydi. Her köşe için birer tane. Hepimiz bunu anaokulundan beri biliyoruz. Simon bir kez olsun onu alt edebildiğine pek memnun olmuştu: “Peki nereden gireceğiz kulübeye?” Beşinci ağaç, kapı yapmak içindi. Bir kulübe inşa ediyorsanız kapısı da olmalı. Kâğıt üstünde şöyle görünüyordu:Plana dikkatlice baktık ve gidip bu beş ağacı aramaya koyulduk.

İki saat boyunca koruyu baştan başa taradık, önce hep birlikte, sonra da daha iyi aramak için ayrı ayrı. Sonra da her zamanki buluşma yerimiz olan büyük meşenin altında toplandık. Hiçbirimiz aradığımız kareyi bulamamıştık. Şu doğada da hiç düzen yok yani. Ağaçlar kafalarına göre büyüyorlar, hizalı olmak bir yana, düz bile değiller. Bu da ortaya acayip şekiller çıkarıyor: eşkenar dörtgenler, üçgenler, geometri dersinde daha işlemediğimiz bir dolu şekil. Ama kare yok. Canımız son derece sıkkın, meşe ağacının etrafına oturduk. Sonra benim aklıma bir fikir geldi. Çok da iyi bir fikir. Bunu kendi fikrim olduğu için değil, gerçekten çok iyi olduğu için söylüyorum. “Kare olması için uğraşmayalım. Kare dediğimiz şey de sonuçta bir yetişkin icadı. Mecbur değiliz.

Canımız biçimsiz bir kulübe yapmak istiyorsa bu sadece bizi ilgilendirir.” Herkes şöyle dedi: “Evet! Çok doğru!” “Kareden bize ne!” Simon dışında. O orada öylece, elinde dedesinin planıyla dikilmeye devam ediyordu. Etrafımıza baktık. Küçük bir tepenin üstünde, gayet işimizi görebilecek yedi ağacı gözümüze kestirdik. Şimdi kare yerine, elimizde şu vardı:

Simon bunu elindeki planla karşılaştırdı. İkinci aşamaya nasıl geçeceğimizi çözemiyordu: Duvarları oluşturmak için ağaçların arasına ipler bağlamak. İşi yine ben ele aldım. Planı unutalım, yaratıcılığımızı kullanalım, dedim. İpi açmaya başladık, ağaçların arasına, yaklaşık elli santimetre yükseğe gerdik, sonra bir metreye bir şerit daha ve bir buçuk metreye son bir tane daha. İpler gerildikten sonra eğreltiotlarını toplamak, iplerin üstünden yaprakları dışa gelecek şekilde sıkıca ikiye katlamak, saplarını da alttaki ipin altından geçirmek gerekiyordu. Böylece gayet sıkı ve kalın, mükemmel duvarlarımız oldu. Eğreltiotlarını toplamanın pek de kolay olmaması kısmını geçiyorum. Ellerimiz çok fena su topladı.

Kapı konusunu da geçiyorum, çünkü bunu tamamen unutmuştuk. Uzun süre nereye yapabileceğimizi tartıştıktan sonra bunun da bir yetişkin icadı olduğuna karar verdik. Bizim kulübemizde kapı olmayacaktı. En azından gerçek anlamda bir kapı. Yalnızca gizli bir geçit, diğerlerinden daha seyrek olan iki eğreltiotu demeti arasında, dört ayak üstünde sürünerek içeriye sızabileceğiniz türden. Ancak bizim geçebileceğimiz kadar. Hiçbir yetişkin buradan pantolonunu kirletmeden geçemezdi. Üstümüz başımız batmış, bizim umurumuzda değildi. İçeriye girdikten sonra, bir diğer gerçekle yüzleşmemiz gerekti: Çatı yoktu. O da unutulmuş. Hepimiz orada, kalın duvarlarımızın ortasında duruyorduk, ahıra tıkılmış inekler gibi. Ve bir de şaşkın şaşkın yukarıya bakıyorduk, sanki çatı biz baktıkça kendi kendine oluşacakmış gibi.

Simon bir kez daha planı cebinden çıkardı. Dedesi üçüncü aşamayı da göstermişti: Uzun kütükler duvarların en az yirmi santimetre üstünden, dalların birleştiği yerlere dayanacak, üstlerine de daha küçük tahta parçaları konarak bir ızgara oluşturulacak ve bu da yine eğreltiotlarıyla kaplanacaktı. İş iyice karmaşık, hatta teknik bir hal alıyordu. Akşam olmak üzereydi. Kulübemizi bir dahaki sefere tamamlarız, dedik. Sonraki cuma akşamı, etraftan kurumuş dallar topladık. Uzunlarını bulmakta güçlük çekiyorduk. Ortadaki ağaçlar imdadımıza yetişti, kısa dalları onlara yasladık. İşte bu nedenle kareye takılmamanın çok iyi bir fikir olduğunu söylüyorum. Ortadaki ağaçlar olmasa, şimdi yerimizde sayacak, hatta belki de tamamen vazgeçmiş olacaktık. İki saat kadar uğraştıktan sonra, çatımız tamamlanmıştı. Bir ada gibi tepenin üstüne yerleşen kulübemiz çok havalı görünüyordu. Birazcık hayal gücüyle insan etrafındaki suyu gözünde canlandırabiliyordu. Herkes içeride kendine bir yer tuttu, sonrasında da köşelerimizi hiç bırakmadık. Hava güzel oldukça, çarşamba öğleden sonraları, cuma akşamları ve cumartesi öğleden sonraları yine geldik kulübemize.

Birkaç hafta içinde, adasındaki Robinson Crusoe gibi olmuştuk. Dördüncü sınıfların öğretmeni Bay Fernandez, ki aynı zamanda okulun müdürüdür, önceki sene derste bu romandan bölümler okutmuştu. Ama tabii biz Robinson gibi yalnız değildik, adamız da bir ıssız ada değildi. Yaban hayat ve maceralar bizi büyülüyordu. Kulübemiz artık konforluydu. Herkes kendi köşesini düzenlemişti. Kalas ve kütüklerden koltuklar yapmıştık. Hatta ortada Quentin’in evlerinin garajından getirdiği küçük bir masa bile vardı. Krallar gibiydik. Sonbaharla birlikte günler kısalmaya başladı. Artık sadece çarşamba ve cumartesi öğleden sonraları kulübeye geliyorduk. Sonra da kışın soğuğu gözümüzü korkuttu.

On dakika kütüklerimizde oturduk mu popomuz buz kesiyordu. Sıcağa, evlerimize sığındık. Sıklıkla da Simon’lara, annesinin hazırladığı atıştırmalıklar nedeniyle. İlkbaharın ilk güneşli günleriyle birlikte biz de kulübemize döndük. Ama önce biraz tamirat yapmak gerekti.

Özellikle de çatı yer yer çökmüştü. Ve bütün emeğimiz, karşımızda duran buldozerler tarafından yok edilmek üzereydi. “Ne yapacağız?” diye sordu Félix. “Yaklaşırlarsa canlarına okuyalım,” diye önerdi Hugo. “Söylemesi kolay,” diye vurguladı Pierre. “Bu dengesiz bir muharebe olacaktır, hatta tehlikeli. Risk göz ardı edilemez.” Quentin sürekli babasıyla izlediği aksiyon filmlerinde duyduğu cümleleri kullanır. “Düşünmek gerek,” dedim ben. “Kulübeyi kurtarmanın mutlaka bir yolu olmalı. Yollar her zaman dümdüz gitmez. Yönünü değiştirmenin bir yolunu bulabiliriz.” “Kulübenin yerini değiştirmek daha kolay olur.” Hugo ilk kez mantıklı bir şey söylüyordu. Sorun şu ki, kulübeyi sıfırdan inşa edebileceğimiz başka bir yer yoktu.

Site büyümüştü. Evvelki sene yapılan, şimdiden dükkânların açılmaya başladığı pazar yeriyle evler arasında yalnızca yabani denebilecek bir doğa parçası, bir çimenlik ve küçük bir ağaçlık kalmıştı. Otoyolun tam ikisinin arasından, bizim oyun alanımızın,kulübemizin üstünden geçmesi gerekiyordu. Dükkânların olduğu tarafta hâlâ boş duran birkaç arsa vardı aslında. Pekâlâ oradan da geçebilirdi. Yapılması gereken tek şey, yetişkinlerin bunu anlamasını sağlamaktı. Bir de tabii kabul edebilecekleri türden bir gerekçe bulmak lazımdı. Aradık ama nafile, aklımıza hiçbir şey gelmiyordu. Canımız sıkkın, kendi başımıza düşünmeye devam etme sözü vererek, ertesi gün buluşup fikirlerimizi paylaşmak ve bir strateji ortaya koymak üzere ayrıldık.

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. Kağıt Kız ~ Guillaume MussoKağıt Kız

    Kağıt Kız

    Guillaume Musso

    Kitapları dünyada 10 milyonun üstünde satılan ve 33 dile çevrilen Fransa’nın en çok satan yazarı Musso’dan soluk soluğa okuyacağınız sıra dışı bir roman… “Fırtınalı...

  2. Sadece Müzik ~ Haruki MurakamiSadece Müzik

    Sadece Müzik

    Haruki Murakami

    Edebiyatın büyük ustası müziğin bilge maestro’suyla buluşuyor… Dünyanın yaşayan en önemli yazarlarından biri olarak kabul edilen Haruki Murakami’nin okurları, onun her romanının, her kitabının...

  3. Fareler ve İnsanlar ~ John SteinbeckFareler ve İnsanlar

    Fareler ve İnsanlar

    John Steinbeck

    Birlikte dolaşan iki gezgin toprak işçisinin bağlılığı ve dostluğu üzerine bir roman. Bu romanda Steinbeck, insan ruhunu derinlemesine ortaya koyan keskin gözlemlerini, kendine özgü...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur