Hayat, başımıza gelen öykülerin ta kendisi! Kafede, üniversitede, evde, takside, plajda başımıza geliverenleri, ince ayrıntılar ve sahici karakterlerle resmeden, yaşamın türlü sokaklarına girip çıkan öyküler… Edebiyatımızın ödüllü yazarlarından Neslihan Önderoğlu, gençlerin dünyasından yansıyan öyküler anlatıyor. ON8 Blog’daki sevilen köşesi Cin Atı’nda biriktirdiği öykülere yenilerini de ekleyen yazar, genç duyguları, gençlikte yaşananları özgün üslubuyla okura fısıldıyor.
Tatile çıkanlar, kendi yolunu çizenler, kalbi kırıklar, eve dönenler, âşıklar, seçmediği bir hayatı yaşamak zorunda kalanlar, macera peşinde koşanlar, hayal kırıklığıyla tanışanlar, aile işinde çalışanlar, umut edenler, dünyayı önemseyenler, kendi içine dönükler, terk edilenler, bekleyenler, hayalperestler, kabullenenler, inat edenler… Yaşamın türlü sokaklarına girip çıkan 27 öykü.
Küçük Bir Mesele
Annem köfte patates kızartması doldurduğu servis tabağını mis kokular eşliğinde masaya getirdiğinde zil çaldı. Zilin çalmasıyla birlikte, babamın o âna kadar iyice gerilmiş olan sinirleri yaydan fırlayan ok gibi boşalıverdi.
“Git bak bakalım,” dedi bana. “Kesin, o hayırsız abin gelmiştir. Açsa demek, yemeğin kokusunu aldı deyyus!”
Çekinerek sandalyemden kalktım. Baktım, annemin de beti benzi atmış. Öyle ya, şimdi bir bağırtıdır kopacak, babam abime bağırdıkça, abim kendini savunmak için yine birbiriyle çelişen bahaneler uyduracak, annem araya girip ikisini de susturmaya, babamı yatıştırmaya çalışacak ve her zamanki gibi masadaki yemek soğuyup hepimize zıkkım olacak.
Keşke gelen abim olmasa, diyerek ayaklarımı sürüye sürüye gidip kapıyı açtım.
Abim değildi. Onun en yakın arkadaşlarından Fikret’ti gelen. Ortaokul birinci sınıftan beri hiç ayrılmamışlar, liseye birlikte gitmişler, dört yıldır üst üste girdikleri halde üniversite sınavında da hiçbir yeri tutturamamışlardı. Ama ısrarla bir işe de girmeyip, her yıl şanslarını denemeye devam ediyorlardı. Konu komşu, “Erol da bir işe girseydi artık,” dedikçe annem, “Geçici bir işe girip oyalansın tabii, aslında benim oğlum okuyacak,” diyerek umudunu koruyor; babamsa, “Bundan okumak geçti artık, bir meslek öğrensin,” diye abimi türlü işlere sokuyordu. Abim, o işlerin hiçbirinde birkaç aydan fazla çalışmıyor, her defasında ya bir bahane bulup kendi ayrılıyor ya da kendini işten attıracak bir olay çıkarıyordu.
Kapıda Fikret Abi’nin kıpır kıpır, yerinde duramaz bir hali var.
“Abimi arıyorsan evde değil,” dedim.
Bir yandan da tabağımda soğumakta olan köfteleri düşünüyor, bir an önce söyleyeceğini söyleyip gitsin diye bekliyorum. Anlaşılan, abimin evde olmadığını biliyor. Hiç şaşırmış görünmedi, onun yerine lafı uzattı.
“İnsan önce bir hal hatır sormaz mı Engin?”
Gözlerimi devirip, “Peki,” dedim. “Nasılsın?”
“İyiyim kardeşim, iyiyim. Abin gönderdi beni, ‘Engin’i al gel,’ dedi. Hadi, babana bir bahane uydur da hemen çıkalım.”
Ben, “Tam da yemeğe oturmuştuk,” demeye kalmadan, babam kapıdaki konuşmanın uzadığını görünce merakla arkamdan yaklaştı.
“Kimmiş? Ne oluyor?”
“Bir şey yok baba,” dedim. “Fikret Abi gelmiş.”
“Hayırdır Fikret? Geçsene oğlum, gel yemek ye,” dedi babam.
Fikret Abi ne diyeceğini bilemedi bir an.
“Yok amca, teşekkür ederim. Ben aslında Engin’i alıp bir yere kadar gidecektim. Küçük bir mesele vardı da…”
Babamın sesi az önceki kıvamını bularak sertleşti.
“Erol gönderdi, değil mi seni? Ne zaman bir halt etse kendi gelemez, önden birini gönderip havayı yumuşatır.”
Babam bunları söylerken, ben açlığı falan çoktan unutmuş, merakıma yenik düşerek ayakkabılarımı ayağıma geçirmiştim bile.
“Ben abimi de alır, hemen gelirim, siz yiyin,” dedim babama. Kapıyı çekip Fikret Abi’yle merdivenleri inerken, babam kapının arkasından abime söylenip duruyordu.
Fikret Abi’yle arka mahallede her zaman toplaştıkları boş arsaya gittik. Baktım, abim yanında iki arkadaşı daha, merdivenlere oturmuş, hararetli hararetli konuşuyorlar. Heyecanları her hallerinden belli. Bizi görünce ayağa kalktılar.
“Hah, geldin mi Engin?”
Yemekten apar topar kaldırılıp, aç karnına bir maceraya sürüklendiğim için kızgındım.
“Yok gelmedim, şu an evde köfte yiyorum!”
Abim, elini omuzuma koydu; “Bırak şimdi terslenmeyi,” dedi. “Sana bir sürprizim var.”
Eliyle yolun karşısına, kaldırım kenarına park etmiş kırmızı bir minibüsü işaret etti.
“Nasıl? Güzel mi?”
Minibüs, bildiğimiz minibüsler gibi değil, çok eski model, ama iyice bir tamir ve bakımdan geçmiş, güzelce parlatılmış.
“Bu da nerden çıktı?” diye sordum.
“Dört arkadaş birleşip aldık,” dedi diğerlerini gösterip.
“Düşeşe geldi.”
“Para?”
“Bulduk buluşturduk işte bir yerlerden.”
Bir yerlerden dediği, çalıştığı dönemlerde biriktirdiği parayla annemin babama çaktırmadan, son bir kere şansını denesin diye üniversite hazırlık kursu için verdiği para belli ki.
“Ne yapacaksınız bununla?”
Fikret Abi söze karıştı. “Henüz bilmiyoruz ama bulacağız bir şeyler.”
“Yahu siz delirdiniz mi?” Artık sabrım taşmıştı, sesim yükseldi. “Bir minibüs hattı kaça alınıyor haberiniz var mı?”
“Canım biz de minibüsçülük yapacak değiliz ya!” Bunu söyleyen abimdi.
“Peki, bir insan, aslında bir değil dört insan, durduk yerde neden birleşip de minibüs alır?” diyecektim ama baktım iş kavgaya gidiyor, sustum.
“Benden ne istiyorsun?” diye sordum. “Neden çağırttın beni?”
“Babamı ancak sen yumuşatırsın,” diye sırıttı. “Birlikte söyleyeceğiz babama. Ne de olsa sen onun akıllı, çalışkan oğlusun.”
“Vallahi bu durumda bir işe yarar mı, bilmem,” dedim.
Gönlümü almak için normalde arkadaşlarıyla gittiği ve ne zaman onlarla gitmek istesem, “Sen küçüksün, kendi akranlarınla takıl!” dediği kafeye götürdü beni. Hamburgerle ayran eşliğinde ne işe yarayacağını bilmediğimiz yeni minibüsümüzü kutladık. Sonra korka korka evin yolunu tuttuk.
Sofra çoktan toplanmış, babam televizyonun karşısına geçmiş, çekirdek çitleyerek bir açıkoturum izliyordu. Sinirli olduğu, çekirdekleri dişlerinin arasında ezişinden belliydi. Geçip sessizce karşısına oturdum. Abim odasına sıvıştı.
“Erol nerede?” diye sordu babam, televizyondan gözlerini ayırmadan.
“İçeride, üstünü değiştiriyor.”
“Neymiş bakalım şu küçük mesele?” dedi alay ederek.
Gözümün önünde bütün heybetiyle o kırmızı minibüs canlanınca, “Aslında pek küçük değil mesele,” dedim.
Sonra her cümleyi özenle seçerek ve babamı olabildiğince sakinleştirmeye çalışarak meseleyi anlattım. Babam sessizce dinledikten sonra, “Erol!” diye öyle bir kükredi ki, abimin yerinde olmak istemezdim.
Sonrası yine kavga gürültü. Yine aynı şeyler: “Sen adam olmazsın, elinde iki kuruş birikmiş paran vardı, onu harcadığın yetmezmiş gibi, bir de anneni kursa gideceğim diye kandırıp kadının üç kuruş parasına da göz diktin.” Daha neler neler…
Sonunda küstüler. Babam bir daha hiç konuşmadı abimle.
Abimse, aslında bir anlık çılgınlıkla giriştiği bu işten çoktan pişman olmuştu, ama geri dönemiyordu. Neler düşünmediler ki? Minibüsü seyyar köfteci yapmaya kıyamadılar. Atlayıp uzun bir tura çıkalım, dediler ama para yok. Gezici dersane yapıp ortaokul çocuklarına ders verelim, diye düşündüler ama bu avare takımından kim çocuğuna ders aldırır? Bu parlak fikirler bir süre havada uçuşup durdu. Sonunda minibüsün heyecanı biraz dindi. Her görenin büyüsüne kapılıp hayranlıkla seyrettiği kırmızı, parlak ve güzel bir nesne oldu. Bizim sitenin otoparkında ücra bir köşeye park edilmiş, soğuklar bastırınca da abimlerin mekânı olmuştu. Orada toplaşıp termosla çay kahve getiriyor; “Hiç olmazsa kafelere para harcamaktan kurtulduk!” diye kendilerini avutuyorlardı.
İşte kışın o soğuk günlerinde, talih yüzlerine gülüverdi. Bizim siteye akraba ziyaretine gelen bir adam minibüsü görmüş. Televizyona dizi yapan bir şirkette mi ne çalışıyormuş. “Aman tam da bizim aradığımız gibi bir şey,” demiş. “Bin dokuz yüz seksenlerde geçen bir dizi çekeceğiz. Bir minibüsçünün hikâyesi.”
Böylece bir akşam şans kapımızı çaldı. Bizim komşuyla bu televizyoncu akrabası çıkageldiler. Çaylar içilirken adam, sanki minibüs babama aitmiş gibi, neredeyse dizinin tasarlanmış bütün bölümlerini ballandıra ballandıra anlattı.
“Sizin minibüsü kiralayalım. İyi para verirler,” dedi. Babam başıyla abimi işaret etti ve, “Bu küçük meseleyi onunla konuşacaksınız,” dedi.
“Minibüs benim değil.”
Abimi çok uzun zamandır o kadar havalı ve başı dik görmemiştim. Üstüne güven gelmişti sanki. Bir güzel pazarlık edip adamla anlaştı. Üstelik, dizide küçük bir rol için de söz aldı.
“Neden olmasın?” dedi adam. “Yakışıklı çocuksun. Belli olmaz bu işler.”
Yaza girerken, hem bizim kırmızı minibüs hem de abim bütün mahallede ünlü olmuştu. Dizi beğenilmiş, ertesi sezona uzatılmasına karar verilmişti. Abim de figüran olarak göründüğü dizide minibüs şoförünün muavinliğine kadar yükselmişti.
Şimdi babam, arada bir camın önünde oturup bıyıklarını çekiştirerek, otoparkta kırmızı minibüsten kalan boşluğa üzüntüyle bakıyor.
“Yahu, şu küçük mesele ne zaman eve dönecek?” diye soruyor.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Bir Deli Ağaç ~ Pınar Kür
Bir Deli Ağaç
Pınar Kür
Değerli roman ve öykü yazarımız Pınar Kür, öykülerini bir yapı ustasının dikkatiyle kuran yazarlarımızdan. Edebiyatın her şeyden önce bir yapı sorunu olduğunu bilen, dağınık...
- Ateş, Güneş ve Ada ~ Ertürk Akşun
Ateş, Güneş ve Ada
Ertürk Akşun
İNSAN BİLMEDİĞİ CENNETİ DEĞİL, BİLDİĞİ CEHENNEMİ YAŞAMAYA MEYİLLİDİR. Ateş her şeyi dener ve sınar Onu ancak tek bir şekilde öğrenebilirsin; Yanarak… En kötü şey...
- Kelebekler Çizdim Kalbime ~ Bige Bilgen
Kelebekler Çizdim Kalbime
Bige Bilgen
Aşkın ömrü bir kelebeğinki kadar mı? İlk bakışta aşktı onlarınki. Sevda ve Orhan göz göze geldikleri anda her şey olup bitmişti. Bir kelebek kanat...