Ayşe ölüyor, verem, verem! O güzelliğe âşık katil! O gençlik düşmanı canavar! Verem bir yırtıcı hayvandır ki hurilerin dinlenme yeri olan cennet ovasında bulunur.
Sinsi sinsi gezer, hunhar gözüne merhamet ışığı, gaddar çehresine masumiyet anlamı verir de o hurilerden hangisi daha güzel, tabiatına daha uygun bulunursa yanına yaklaşanlar ayaklarının altında yuvarlanmaya başlar. Kaplanken güvercin kadar küçülür; hayatı yutacağı halde cana can katacak kadar güzelleşir.
“Bu neslin ortak özelliği farklı edebî türlerle ilgilenmeleri, şiiri hikâyeye yaklaştırmaları, hatta Fikret örneğinde olduğu gibi şiire diyaloğu sokmalarıdır. Bu sayede şiir dili, gündelik olanın realitesine yaklaşarak toplumla edebiyat aracılığıyla yeni bir iletişime geçmektedir. Yoksulluğun, hastalığın ve çaresizliğin şiirdeki çizimi, hikâyeyle birleşerek daha önce Hamid’in kulağına ilahî sesler gelen şairinden farklı olarak bir gözlemciye dönüşmektedir. Dahası daha önce kulağına ilahî sesler gelen şairin duydukları da değişmiştir.”Seval Şahin
İçindekiler
Önsöz ……………………………………………………………………. 11
ORİJİNAL METİNLER
Nadim ………………………………………………………………. 19
Bir Manzum Hikâyenin Mukaddimesi ……………………. 23
Validelik ……………………………………………………………. 26
Jean! …………………………………………………………………. 54
Hasta Çocuk ………………………………………………………. 62
Vedia ………………………………………………………………… 65
Tecdid-i İzdivaç ………………………………………………….. 76
Bir Hatıracık ………………………………………………………. 78
Seza ………………………………………………………………….. 80
Küçük Aile …………………………………………………………. 83
Nesrin ……………………………………………………………….. 85
Kenan ……………………………………………………………….. 88
Hasan’ın Gazası ………………………………………………….. 90
Süha ve Pervin ……………………………………………………. 97
Tesadüf ……………………………………………………………. 107
İkinci Tesadüf ……………………………………………………. 108
Son Tesadüf ……………………………………………………… 109
Kamîs-i Yusuf ……………………………………………………. 110
Balıkçılar ………………………………………………………….. 112
Tarlada …………………………………………………………….. 115
Meftur-ı Gayret ………………………………………………… 121
GÜNÜMÜZ TÜRKÇESİYLE
Pişman …………………………………………………………….. 131
Bir Manzum Hikâyenin Girişi ……………………………… 135
Annelik …………………………………………………………… 137
Jean! ……………………………………………………………….. 165
Hasta Çocuk …………………………………………………….. 172
Vedia ………………………………………………………………. 175
Evliliğin Tazelenmesi …………………………………………. 185
Bir Hatıracık …………………………………………………….. 187
Seza ………………………………………………………………… 188
Küçük Aile ……………………………………………………….. 190
Nesrin ……………………………………………………………… 191
Kenan ……………………………………………………………… 194
Hasan’ın Gazası ………………………………………………… 195
Süha ve Pervin ………………………………………………….. 200
Tesadüf ……………………………………………………………. 206
İkinci Tesadüf ……………………………………………………. 207
Son Tesadüf ……………………………………………………… 208
Yusuf’un Gömleği ……………………………………………… 209
Balıkçılar ………………………………………………………….. 211
Tarlada …………………………………………………………….. 213
Gayret Yorgunluğu …………………………………………….. 219
ÖNSÖZ
19. yüzyılın özellikle ikinci yarısı, Osmanlı-Türk edebiyatında dünyeviliğin kendine sağlam bir yer edindiği, edebiyatın kodlarının ruhani ve dinî olanla değil, yaşantının içindeki realiteyle temsil edildiği bir dönemdir. Bu dönemin edebiyatçıları dünyevi olanla ilişkilerini tanımlarken gelenekteki ruhani olan la da diyaloğa girerler. Bu diyalog, dünya, varlık ve birey üzerine yeniden düşünmeyi, dünyayla ilgili yeni sorular ortaya atmayı beraberinde getirir. Ziya Paşa’nın, Recaizade Mahmut Ekrem’in, Abdülhak Hamid’in eserleri bu dünyevilik üzerine düşünmenin; ama başka türlü, dinî olandan ayrılmış bir şekilde düşünmenin örnekleridir. Bu sebeple eserlerinde varlık kadar varlığın kendisini anlatmaları da mühim bir meseledir. Ziya Paşa’nın Kopernik ile İslam dinini bir arada düşünmesi, Ek rem’in giderek duygusallaşan bir edebiyatla hissî, aslında içsel olanı anlatmaya giderken bir taraftan edebî olan üzerine kafa yorması ve bunun tarifi üzerine çalışmaları, Abdülhak Hamid’in farklı edebî biçimlerin hatta farklı vezin ve kafiyelerin bir arada yer aldığı tamamen kalıpların dışına çıkan edebiyatı hep bu dünyevilikle ilgilidir.
1850’den sonra doğan ve bu edebiyatçılarla büyüyen yeni nesil onlardan en çok bu anlatma ihtiyacını alır. Kalemlerde, askerî okullarda ya da evlerinde özel derslerle yabancı dil öğrenen bu edebiyatçılar dünya edebiyatını daha yakından takip etmeye başlarlar. Böylece anlatma ihtiyacını tartışmanın yollarını edebiyatlarında örnekler göstererek yaparlar. Hamid’in tüm kalıpları kıran tavrı onlara yol gösterici olur. Tevfik Fikret, işte böyle bir ortamda edebiyatının ilk ürünlerini, özelikle Galatasaray’da öğrenci olduğu yıllarda, eskiyle, gelenekle, uhrevi olanla ve kalıplarla yazılanla yaparken yaş aldıkça ve okudukça yönelimlerini anlatma ihtiyacını dünya edebiyatıyla birleştirmeye ve bu birleşimi sorunsallaştırmaya başlar. Dünya değişirken toplumlar da değişir ve tabii onları anlatmanın araçları da. Kendilerine “yeni edebiyat-ı cedide” adını veren bu kuşak, bu araçların peşinde edebiyatı da tıpkı Hamid’in yaptığı gibi tarumar ederek yeniden kurmaya girişirler. Yeni neslin ortak özelliği farklı edebî türlerle ilgilenmeleri, şiiri hikâyeye yaklaştırmaları, hatta Fikret örneğinde olduğu gibi şiire diyaloğu sokmalarıdır. Bu sayede şiir dili, gündelik olanın realitesine yaklaşarak toplumla edebiyat aracılığıyla yeni bir iletişime geçmektedir. Yoksulluğun, hastalığın ve çaresizliğin şiirdeki çizimi, hikâyeyle birleşerek Hamid’in kulağına ilahî sesler gelen şairinden faklı olarak bir gözlemciye dönüşmektedir. Dahası, daha önce kulağına ilahî sesler gelen şairin duydukları da değişmiştir. Abdülhak Hamid’in aksine, Mehmet Rauf ve Halid Ziya bu dönemde, ilk adlandırmasını Halid Ziya’nın yaptığı “mensur şiir”lerle bu duyuşu değiştirirler. Çünkü duyuş da kendini dünyevi olanda sabitlemiştir ve artık duyular ve duygular dünyaya bireyin kendi gördüklerinden, kendi acılarından ve hislerinden açılmaktadır. Dünyeviliğin içinde yazar/şair anlık olanı da bu türle kayda geçirip Halid Ziya’nın tabiriyle ona bir “müsvedde”1 olarak bakmaktadır. Neden Halid Ziya buna müsvedde der, işte tam da bu düzeni ve üzerine belirli bir disiplinle düşünmeyi reddettiği için. Mensur şiir demesinin sebebi de budur: Nazım yani şiir düzen, mensur ise saçılmış, dağılmış anlamını taşır; dolayısıyla mensur şiir, dağılmış ve anlıkta odaklanmış bir nottur. Bu sebeple kısa, ritmik ve düzeni reddeden, daha doğrusu hikâyenin sıralı düzenini de reddeden bir yapıya sahiptir. Türler bu kadar birbiri içine geçerken şair ve yazarın anlatma ihtiyacında bu birliktelik de etkili olmuştur. Bu etki, türler üzerine düşünmemizde yön belirleyicidir.
Bir tür, edebiyat tarihçileri ve eleştirmenler tarafından biçimi, üslubu, konusu ve uzunluğuyla tanımlanır. Benim bu kitapta bir araya getirdiğim eserlerin hiçbiri Tevfik Fikret tarafından hikâye olarak tanımlanmamıştır. Onun edebiyatının “hikâye”si olarak seçtiğim bu kitapta yer alan çalışmalarda temel ölçütüm kısa hikâye, manzum hikâye ve mensur şiir arasındaki farklılıktan yola çıkmak oldu. Nitekim Fikret’in eserlerini bu şekilde sınıflandırma girişimi ilk kez Şehnaz Aliş tarafından yapılmıştır. Aliş, Fikret’in Servet-i Fünun’da yayımlanan eserleri üzerine yaptığı çalışmada “Av Âlemi”, “Tarlada”, “Meftur-ı Gayret”, “Vedia’dan Bir Parça”, “Vedia’dan Bir Parça Daha”, “Valideleri Vefat Etmişti”yi kısa hikâye; “Güzelliğin”, “Senin İçin”, “Mezarlıkta”, “Yine Orada”yı mensur şiir, Kamîs-i Yusuf”, “Kenan”, “Hasan’ın Gazası”, “Küçük Aile”, “Bir Hatıracık”, “Tecdid-i İzdivaç”, “Süha ve Pervin”, “Hasta Çocuk”, “Balıkçılar” ve “Nesrin”i manzum hikâye olarak sınıflandırmıştır.1 İsmail Parlatır, Dil ve Edebiyat Yazıları’nda bu eserleri, “edebî denemeleri” başlığı altında toplamıştır.2 Erol Gökşen’in Senin İçin üst başlığında bir araya getirdiği “toplu hikâyeleri”nde ise “Nâdim”, “Validelik”, “Jean”, “Vedia’dan Bir Parça”, “Vedia’dan Bir Parça Daha”, “Valideleri Vefat Etmişti”, “Av Âlemi”, “Tarlada” ve “Meftur-ı Gayret” hikâye, “Hepimiz Tabiatın Birer Acemi Şâkirdiyiz”, “Manzume-i Garra”, “Hemşiremin Hastalığında”, “Senin İçin” ve “Güzelliğin” “mensure” başlığıyla verilmiştir.1 Gökşen önsözde, “Jean” ve “Zavallı Nuri”yi ilk defa kendisinin bularak bu kitaba dahil ettiğini belirtmektedir. Bunlardan “Jean!”, Fikret’in Maarif dergisinde kaleme aldığı bir eserdir, eserden ilk defa Nuri Sağlam, “Servet-i Fünûn’a Kadar Tevfik Fikret ve Bilinmeyen Şiirleri” başlıklı makalesinde söz eder.2 Aynı makalede Sağlam, Fikret’in Servet-i Fünun’a kadarki yazdığı dergilerde eserlerinin altına attığı imzaları da titizlikle takip ederek bu imzaların edebiyatındaki değişimlerle paralel olduğu tespitini yapar.3 Gökşen’in ilk defa kendisinin tespit ettiğini söylediği “Zavallı Nuri”den de daha önce Hülya Kanat bahsetmektedir.4 Ancak Kanat, Mehmed Tevfik imzasıyla yayımlanan bu eserin Tevfik Fikret’e ait olduğu konusunda bir yorum yapmamıştır. Eserin Asır gazetesinde yayımlanma tarihi 1896’dır. Nuri Sağlam’ın makalesinde tespit ettiği üzere Fikret, bu imzayı 1895 yılında kullanmayı bırakmıştır, ayrıca Asır gazetesinin sayılarına bakıldığında bir başka Mehmed Tevfik imzasıyla daha karşılaşılmaktadır. Bu şahıs, “mekteb-i idadi müdür muavinlerinden Mehmed Tevfik’tir” ve Asır’da “İstihsal-i Servet Ne ile Kabildir?”5 başlıklı bir yazı yazmıştır. Metnin Fikret’e ait olduğunu gösteren belirgin bir üslup özelliği bulunmamaktadır. Bu sebeplerle “Zavallı Nuri”nin Tevfik Fikret’e ait olduğu kanaatinde değilim. “Av Âlemi”ni ise Servet-i Fünun dergisinin yayımlandığı sayısındaki kapak resmini tasvir ettiği ve bu resmin bölünmüşlüğüne paralel olarak üç tablo şeklinde anlatılmış olduğu için hikâyelerin içine dahil etmedim.
Küçük Aile adını verdiğim bu kitapta, Fikret’in hikâyelerini bir araya getirirken manzum ve mensur olarak bir ayrım gözetmedim. Kitaba bu adı vermemin sebebi ise, Fikret’in hikâyele rinde meselenin büyük çoğunlukla bir şekilde hep aileye temas etmesiydi. Kitapta, “Manzum Bir Hikâye İçin Mukaddime”, “Kamîs-i Yusuf”, “Kenan”, “Hasan’ın Gazası”, Küçük Aile”, “Bir Hatıracık”, “Tecdid-i İzdivaç”, “Süha ve Pervin”, “Hasta Çocuk”, “Balıkçılar”, “Nesrin”, “Tesadüf”, “İkinci Tesadüf” ve “Son Tesadüf”, “Nâdim”, “Validelik”, “Jean!”, “Vedia’dan Bir Parça”, “Ve dia’dan Bir Parça Daha”, “Valideleri Vefat Etmişti”, “Tarlada” ve “Meftur-ı Gayret” yer alıyor.
Manzum hikâyeleri günümüz Türkçesine uyarlarken düzyazı şeklini tercih ettim ve bir hikâye üslubu kullanmaya özen gösterdim. Birbiriyle bağlantılı olan “Tesadüf”, “İkinci Tesadüf” ve “Son Tesadüf”ü tek bir hikâye olarak aldım. Eserleri hikâye olarak sınıflandırmada, metinde birey ya da bireylerin bir olay örgüsü etrafında kurgu oluşturmalarını temel aldım. Fakat buradaki olay örgüsü epikte ya da mesnevide olduğu gibi olağanüstünün ya da kahramanca olanın anlatımı değil, gündelik olanın ön plana çıkmasıdır.1 Bunda da hareketi dikkate aldım; çünkü hareket, kurguda olay örgüsünü tetikleyen temel unsurdur. Halid Ziya’nın mensur şiir tanımında “kısa, süratli ve müsvedde” tanımlarını dikkate alarak belirli bir anda ve belirli bir duygu ve ruh halini anlatmayı göz önünde bulundurdum.2 Çünkü böyle bir anlatım, olay örgüsünün düzenini bozup üsluba odaklanmayı, anlaşılır olmaktan çok anlatmayı önceler. Bu dönemde fıkra, musahabe, mülahaza gibi farklı edebî türlerle türler arasında geçişkenlik yaratılması, makale, deneme, fıkra türleri üzerine de yeniden düşünmemizi sağlamaktadır. Şüphesiz bugün edebî türler birçok anlatı şeklini, hatta sadece metni değil görsel unsurları da kullanarak klasik anlatma formunun sınırlarını ihlal ederek edebiyat üzerine tekrar tekrar düşünmemizin ufuklarını genişletmektedir, ancak 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başında yazan bir yazarın edebiyatına edebî türler üzerine bakışta bulunduğu dönemdeki sınır ihlallerini de göz önüne alarak bir değerlendirme yapmayı uygun buldum. Bu eserlerde görülecektir ki ritmik bir dille müzikaliteyi çağıran duygu durumu ve ruh hallerinin anlatıldığı, zaman ve mekân vurgusunun göz ardı edildiği anlatılar mensur şiir, bir zaman ve mekân vurgusuyla, kahramanın hareketiyle tetiklenen olay örgüsünün bir düzen içerisinde kurguyu oluşturduğu metinler hikâyedir. Tabii ki bu tartışma, böyle birkaç cümleyle özetlenecek bir boyutu aşmaktadır ancak eserin üretildiği dönemi de dikkate alarak bir ölçüt ve sınıflandırma yapılması da gerekmektedir. Bu yüzden, dönemde yazılmış eserlerden yola çıkan ortaklıklar da göz önünde bulundurulmuştur.
Bu kitabın hazırlanması sırasında pek çok kişinin yardımını gördüm. Tevfik Fikret hakkındaki ufuk açıcı makaleleriyle olduğu kadar Fikret üzerine sorularımı cevaplandırmak için uzun saatlerini bana ayıran sevgili hocam Nuri Sağlam’a; yıllardır birlikte çalıştığımız, her daim ufuk açıcı sorularıyla ve önerileriyle yolumu aydınlatan sevgili arkadaşlarım Didem Ardalı Büyükarman ve Banu Öztürk’e, takıldığım yerlerde verdiği el için sevgili Leylâ Alptekin Sarıoğlu, Fatih Artvinli ve Fatih Bakırcı’ya ve bu kitabı titizlikle yayına hazırlayan sevgili Mustafa Çevikdoğan’a çok teşekkür ederim. Takdirler onların, kusurlar benimdir. Akademik hayatıma bundan tam yirmi yıl önce Tevfik Fikret üzerine yazdığım yüksek lisans tezimle başladım. O gün bugündür Fikret’le bağım devam etti. Ta o zamandan beri Fikret’in edebiyatına farklı perspektiflerden bakmanın yollarını düşünüyorum. Elinizdeki bu kitabı meydana getirirken de onun edebiyatını okumak ve anlamak için başka bir yol açmayı diledim. Umarım siz okurlar için de öyle olur.
Seval Şahin
NADİM
… Bey sekiz senedir gitmekte olduğu mektepten çıkarak mekteb-i âlî-i hayat olan kârgâh-ı maişete girdiği zaman henüz yirmi yaşındaydı. Hanesinde bir tanecik evlat muamelesi görmüş yani hiç terbiye görmemişti. Mektepte ise terbiyeyi yalnız gördü! Kendi bütün bütün kalpsiz, vicdansız bir mahluk değildi. Lakin cehaleti, sefahati adeta kalbini köreltmiş, vicdanını söndürmüştü. Mektepten kurtulur kurtulmaz istediği gibi yaramazlığa koyuldu. Bir aralık da evlendi. Pek iyi bir yerden pek gü zel bir kız aldı: Fakat evlenmesinin sebebini hâlâ kendi de anlayamadı. Karıştığı aileyi ise mesut etmedi. Evinin, zevcesinin hiçbir cihetinden, hiçbir halinden memnun değil. “Bu niçin böyle? Gece yarılarına kadar dışarılarda dolaşmak; rahatı huzuru hanesinin haricinde aramaya mecbur olmak… Bu çekilir dert mi? Sefalet!” Bununla beraber beyefendi döner dolaşır; yine o beğenmediği, o duzah-ı sefalet addettiği haneye gelir. Gece yarıları gelip de gâh yatağında bularak hışım ile uyandırdığı, gâh ağlaya ağlaya yaslanıp uyuyakalmış olduğu sandalye üzerinde sabahlara kadar terk ettiği o tabiatsız, sevimsiz hareminin o biçare kadıncağızın sabahleyin yüzüne gülmekten ar etmez. Arzusuna nail olduktan, cebini doldurduktan sonra yine evvelki çehresini takınır.
Hatta bunun için sebep aramaya, vesile bulmaya lüzum bile görmez. “Mümkün değil, bir gün de rahat evinizde oturmak mümkün değil!” Bey bu kadar hışmı, bu kadar hakareti hep şayan-ı terzil u tahkir olan kendi fezayihinden bahse zaman vermemek, kendini muahezeye kimsede cüret bırakmamak için gösteriyor. Hakikat-i hâlde evinin beğenilmeyecek, zevcesinin sevilmeyecek hiçbir ciheti, hiçbir hali yok. Burasını kendi de fâriktir.
* * *
Bu akşam hilaf-ı mutat olarak sükûn u ihtiraz ile girdiği oda –duvarlarına tavanına pembe saten çekilmiş; döşemeleri, perdeleri pembe bir kumaştan yapılmış; yatak perdelerine, sobasına, keçesine hatta pembe örtülü bir iskemle üzerinde yanmakta olan kandiline varıncaya kadar pembe intihap edilmiş olduğu için– gecenin dışarıdaki siyahlığına rağmen içerisi şafak bulutları(!) kadar revnaklıdır. Muhadderatın nazarında pek muhterem olan ârâm gâh-ı iffetlerine böyle girivermeyi edeb-i tazime mugayir görürüm. Mamafih bir şefkatli validenin iki yıl evvel rengini –izdivaç sözüne karşı kızının gül yanaklarında toplanan– nur-ı hicaptan, tezyinatının her birini bir büyük mağazadan beğenmiş, almış olduğu bu harîm-i goncefâm-ı ismete bu gece sahib-i hane beyefendiyle beraber bilatereddüt ve fakat kemal-i ihtiramla girebiliriz. Bey arkasından çıkardığı paltoyu bir koltuğun üzerine serptikten; fesi, jaketi1 de bir kenara attıktan sonra sol tarafta yatağın karşısına tesadüf eden bir aynanın önüne geçerek bir müddet –donuk pembe çehresine pek yakışan– sarı, güzel bıyıklarını narin parmakları arasında büktü. Gülümsedi. Parlak gözleri zihninin mucib-i memnu niyet birçok şeylerle meşgul olduğunu ima eder bir surette tebessümleri içine dalıp gidiyor; kandilin titrek ziyası yan taraftan gelerek taranmış saçlarını, yüzünün bir kısmını yaldızlıyordu. Birkaç dakika aşağı yukarı odanın içinde dolaştı. Yeleğini de çıkardı. Bu sırada yatağın önüne kadar gelmişti. Orada birdenbire irkildi. Yatak karışık. Yastığın üzerinde refikasının başına yakın bir çukurluk var. Orada kim yattı! Dehşetli tasavvur! Bey bu ihtimali hiç hatırına getirmemişti. Kendinin şimdiye kadar pâyimâl ettiği hukuk-ı zevciye bir hayal-i cerihadar kıyafetinde gözünün önüne gelerek hun-âlûd parmaklarıyla yastığın üzerini gösteriyor; istihzalar ediyor; yastığın üzerindeki çukurluk içinde bulunduğu gir dab-ı mezellet gibi derinleştikçe derinleşiyor; odanın içi reng-i intikam gibi kırmızı bir zulmete gark oluyordu. Gözleri fırladı. Tesir-i gazapla titreyen elini, ateşler içinde kalan alnına götürdü. Parmaklarının harekât-ı asabiyesiyle intizamını kaybeden saçları dikildi. Göğsü kabarmaya nefesi daralmaya başladı. “Bu ne? Bu çukur… Bu perişanlık! Aman Yarabbi! Namus nerede kaldı? Mümkün değil, bu hakarete tahammül edemeyecek! Hani ya öteki, o herif nerede? Onu bulmalı! Yarabbi! Yarabbi! Çıldırmak bir şey değil. Ya şu hain, ah! Sevmemekte ne kadar hakkı varmış! Şimdi ne yapmalı? Bu lekeyi nasıl temizlemeli?” Tehevvürü artık havsalasına sığmaz bir dereceye geldiği, gözünü kan bürüdüğü bu dakikada zevcesi yattığı yerde bir ufak hareket etti. Güzel başını çevirdi. Başı çevrildiği gibi tamam beyin mezar-ı ırz u namusu zannettiği o çukurlaşmış yere tesadüf etti. Ötede bir diğer çukurluk peyda oldu. Kadıncağız hâlâ uyuyor, meleklerin kim bilir ne kadar hoş, ne kadar kıymetli bir müjdelerine karşı tebessümler ediyordu. Bey bu levhanın önünde bir zaman öyle hareketsiz durdu. Sonra eğildi; refika-i hayatının ilk defa olmak üzere ihtiramkârane bir muhabbet ile alnından öptü. O âna kadar hiç duymamış olduğu bir neşe kalbini, ruhunu istila eyledi. Hıçkırarak, “Ruhum, beni affet! Affet beni!” diyordu. Şayan-ı perestiş bir şaşkınlık içinde gözlerini açmış olan zevcesi, “Beyim!” cevabını verdi.
Mehmet Fikret, Malumat, 4 Ağustos 1310
(16 Ağustos 1894), Sayı 25, s. 194-195.
BİR MANZUM HİKÂYENİN
MUKADDİMESİ
Sevmişti Sitâre Pakzâd’ı
Eshârı nasıl severse kuşlar
İlk açtığı dem gül-i fuâdı
Olmuştu bu feyz-i pâke mazhar.
Maşûku da bâ-kemâl-i safvet
Bağlanmış idi o hüsn-i sâfa;
Kurbân olurum ben, ey muhabbet
Bir böyle muvâfık itilâfa!
Eylülde bir sabâh-ı mahmûr
–Bir sisli sabâhı sonbahârın–
Sevdâlar içinde nîm-manzûr
Bâlâ-yı sefîdi kûhsârın.
Pîşinde o dağların hüveydâ
Bir meşcer, önünde bir çemen-zâr,
Bir makber, anın önünde sahrâ,
Sahrânın önünde bahr-i zehhâr
Sathında cezîreler nümâyân
Bahrın, o fezâ-yı nilgûnun,
Enzâr bulur esefle pâyân,
Umkunda bu levha-i sükûnun!
Denmez mi bu levh-i dilsitâne
Bir makesi âlem-i berînin!
Yok nisbeti bence hâkdâne,
Ulviyyeti var bu hoş zemînin.
Cennet der isem bu hâke lâyık,
Ol rütbe latîf ü uhrevîdir
Cennet ki hezâr şehre fâyik
Bir köyceğiz anda münzevîdir.
Bir köy, bir me’men-i saâdet
Zîr-i kademinde kûhsârın,
Hep serv ü çenârdan ibâret
Ârâyiş-i hilkati civârın.
Efrâdı ferâğ-ı dille handân,
Bîgâne takallübât-ı dehre,
Bir köhne minâredir nigehbân,
Bî-burc u hisâr olan o şehre!
Yükselmeye başlamıştı sisler
Dûşunda nesîm-i bî-karârın,
Çoktan doğmuştu mihr-i enver
Fevkında cibâl-i zî-vakârın…
Feyz-i seherîyi ıktıtâfa
Yer yer açılırdı bâb ü revzen,
Peyrevlik edip havâ-yı sâfa,
Ev ev dolaşırdı mihr-i rûşen.
Gâhî ne latiftir hazânın
Arz ettiği levhâlar uyûna;
Ezcümle bu subh-ı zî-safânın
Tesîr-i garibi var derûna!
Bir tâze-i hatt-ı siyâh-kâkül
Yoldan geçiyordu şûh u ser-bâz,
Bir pencereden –ne hoş tekabül!–
Bir kız ana oldu hande perdâz.
Gencin leb-i pür-tebinde filhâl
Bir tatlı tebessüm oldu zâhir…
Ben eyleyemem bu faslı icmâl,
Olsam ne kadar beliğ ü mâhir!
Hasret sana ey dem-i civânî!
Ey subh-ı safâ-yı ömr-i mahdûd!
Ey aşk! Ey aşk-ı bî-müdânî!
Kurbân sana bin sabâh-ı mesûd!
Mehmet Fikret, Malumat, 1 Eylül 1310 (13 Eylül
1894), Sayı 29, s. 225-226.
VALİDELİK
Ahmet Bey namında bir zat henüz yirmi yaşındayken şehrimizin en fena âdetlerinden olduğu üzere on beş yaşını ikmal etmemiş bir kızcağızı almıştı. Kendisinin pederden müntakil küçük bir serveti olduğu gibi Gümrük’te üç-dört yüz kuruş maaşı1 da vardı, orta halli adamların sehl olan kanaatleriyle geçinmeye başladılar. Evleri Üsküdar’daki mezarlıklardan birinin karşısında olmasa daha ziyade memnun olacaklardı ama beye bu hane pederinden miras kalmış, tedbiline de imkân bulunamamıştı. Hatta evlendiklerinden iki-üç gün sonra pencereden dışarıya bakarlarken bekçinin koltuğunda küçük bir tabutun gelmekte olduğunu gördüler, ikisinin de tüyleri ürperdi, geriye çekilmek istediler; ikisi de insanın facia temaşasındaki meclubiyet-i mütevahhişanesiyle pencereye avdet etti! Bekçi kendisine pek de ağır gelmeyen yükçeğizini bir mezar taşının üzerine koydu, mezarcılar işe başladılar. Dünyadan gitmek –hususiyle âlemi öğrenemeyen masumlar için dünyaya gelmekten kolay olduğundan– beş-on dakikada hufre-i nisyan hazırlandı. Biçare masumu içine atıverdiler. Üzerine kürek kürek toprak doldururlarken sarı benizli, gözleri çukurlanmış zayıf bir gencin halsiz halsiz feryatları duyuldu. Bu genç çocuğun babasıydı. Mezarcılar işlerini bitirdiler, kubbe-i semanın altında bir kubbecik daha peyda oldu! Herkes dağıldı, biçare peder de yaşlarla dolu gözlerini silerek beşikten mezara intikal eden çocuğunun ârâm gâh-ı ebedisine baka baka koluna girmiş olan arkadaşının ibramlarıyla gözden kayboldu.
O zamana kadar bu vakayı birbirlerini kucaklayarak dehşetli bir sükûnetle temaşa etmekten ve mahzun nazarlarını ara sıra mezc eylemekten başka bir şey yapmaya muvaffak olamayan zevç ve zevce çocuğu yalnız, mezarı garip görünce heyecana geldiler, ağlamaya başladılar. Genç kadın, “Bey! Allah aşkına bu evden çıkalım!” diyerek kocasının boynuna daha ziyade tehalükle sarıldı. Bey, “Çıkalım Emineciğim vallah ben bile erkekken bu hale tahammül edemiyorum,” cevabını verdi. Emine Hanım, “İçimden ne geliyor bilir misin bey? Bizim de bir çocuğumuz olacak, şu mezarlığa gömeceğiz,” deyince hüngür hüngür ağlamaya başladı. Yeni gelin gayet masumane bir hisle söylediği sözün hasıl ettiği tesirden dolayı pek mahcup olarak ipek mendiliyle beyinin gözlerini silmekteyken evin hizmetçisi, aşçısı, vekilharcı hasılı her şeyi olan Çerkes dadı içeri girdi. “A, tövbe estağfurullah! Bak hele şunlar ne yapıyorlar! Çok şey vallahi. Haydi bakalım, sizi gidi yaramazlar sizi! Haydi yemek soğudu. Vallahi kardeşim böyle şey görmedim! Ne bu? Üç gün düğün sonra ağlamak! Tu size!” gibi çetrefilliklerle gençleri âlem-i kederinden ayırabildi. Hengâme-i teessürlerine nefes-i vâ pesîn kadar hazin bir ah ile nihayet vererek dadının ellerini öptükten sonra yemeğe indiler. Gençlik unutkandır, aşk-ı nevzuhur ashab-ı kâinatı kendi daire-i muhabbetlerinden ibaret görürler. İşte bizim nev-teehhüller de sofraya kederli kederli oturmuşken yemeğe şen şen nihayet
….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Hikaye
- Kitap AdıKüçük Aile
- Sayfa Sayısı224
- YazarTevfik Fikret
- ISBN9789750755491
- Boyutlar, Kapak12,5 x 20,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2021
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Yalnızsam Düzelt ~ Ceyhun Yılmaz
Yalnızsam Düzelt
Ceyhun Yılmaz
Yalnızsam Düzelt’de Ceyhun Yılmaz’ın twetter’da 1 Milyon takipçiye ulaşmasını sağlayan tweet’lerinden bir seçme bulacaksınız. Ekim 2009’da “Hayatı anlamama sebep olanlara ve tüm anlamaya çalışanlara...
- Kızıl Haç ~ Saşa Filipenko
Kızıl Haç
Saşa Filipenko
Kızıl Haç kişisel bir hikâye üzerinden Sovyet tarihini, 20. yüzyılın acı dolu yıllarını iki yüz sayfada kateden bir roman. Bir yanda doksan bir yaşında,...
- Martı Jonathan Livingston ~ Richard Bach
Martı Jonathan Livingston
Richard Bach
Durgun denizin minik dalgacıkları üzerinde, güneşin altın gibi ışıldadığı pırıl pırıl bir sabahtı. Sahilden bir mil uzaklıkta, denizi kucaklarcasına ilerleyen bir balıkçı teknesi, martılara...