Bilimkurgunun altın çağından kült bir eser!
“Bu, kimse için güzel ve rahat bir dünya değil, özellikle de farklı olanlar için.”
1950’lerin klasiklerinden sayılan John Wyndham’ın Krizalitler romanı, birkaç bin yıl sonrasının dünyasında geçen ve nükleer bir felaket sonrası yaşanan genetik bir mutasyon hikâyesini anlatıyor. Normallik, anormallik, öteki gibi kavramları ele alan Krizalitler, tahammülsüz insanların ırklarının saflığını korumak için ne kadar ileri gidebileceklerini gösteriyor.
Popüler kültürü de etkilemiş olan kitap, bilimkurgu severler için bir hazine.
“Krizalitler hoşgörüsüzlüğü ve bağnazlığı güçlü bir kurgu ile anlatan bir roman.” The Seattle Times
“Bazen klasik bir bilimkurgu romanı okumak istersiniz. 1950’lerin klasiği olan Wyndham’ın bu romanı tam da bu isteğinizi karşılar.” Thicket Magazine
“Şimdiye kadar yazılmış en düşündürücü post-apokaliptik romanlardan biri.” David Mitchell
“Krizalitler, uygarlık üzerine bizi düşündüren bir kitap.” The Boston Globe
1
Küçük bir çocukken bazen düşlerimde bir şehir görürdüm. Bu tuhaftı çünkü o zamanlar şehir denen şeyin ne olduğunu bile bilmiyordum. Ama büyük mavi bir körfezin çevresine konumlanmış bu şehir zihnimde canlanırdı. Sokakları, karşılıklı dizilmiş binaları, rıhtımları, hatta limandaki tekneleri gözlerimin önüne getirebiliyordum; oysa ne deniz ne de tekne görmüştüm. Yapılar benim bildiklerime hiç benzemiyordu. Sokaklardaki trafik tuhaftı; arabalar, onları çeken atlar olmadan hareket ediyordu. Bazen gökyüzünde balık biçiminde parlak şeyler uçtuğunu görürdüm ama kesinlikle kuş değildiler. Düşlerimde bu olağanüstü yeri çoğunlukla gündüz ışığında görürdüm ama bazen gece olurdu, ışıklar kıyı boyunca ateş böcekleri gibi parlar ve birkaçı havada veya suda kıvılcımlar gibi süzülürdü. Henüz birçok şeyi anlayamayacak kadar küçükken en büyük ablam Mary’ye bu büyüleyici güzel şehrin nerede olabileceğini sordum.
Mary başını iki yana salladı ve henüz öyle bir yer olmadığını, belki de çok eskiden var olan bir yeri düşümde görmüş olabileceğimi söyledi. Ama, belki de, diye devam etti, uzun zaman önce geçip gitmiş zamanları görüyorsundur. Düşler tuhaf şeylerdi ve onları anlamak mümkün değildi. Belki de dünyanın eski halinden, Kadim Halk’ın yaşadığı dünyadan sahneler görüyordum; Tanrı’nın insanları lanetleyip Büyük Gazap’ı gönderdiği zamanlardan çok önceki bir dünyadan. Sonra, ablam büyük ciddiyetle bana bundan kimseye bahsetmememi tembihledi; bildiği kadarıyla başkalarının zihninde, uyurken ya da uyanıkken, bu tür imgeler canlanmıyordu ve bu yüzden rüyalarımdan bahsetmek akıllıca olmazdı. Yerinde bir öğüttü ve neyse ki ben de uyacak kadar sağduyuluydum. Bölgemizdeki insanlar tuhaf veya sıradışı şeylere karşı gözlerini açık tutarlardı; öyle ki, solaklığım bile hafif bir hoşnutsuzlukla karşılanmıştı.
Bu yüzden, o günlerde ve daha sonraki senelerde rüyalarımdan kimseye bahsetmedim. Hatta onları neredeyse unuttum gitti, çünkü yaşım büyüdükçe sıklıkları azaldı ve sonrasında bu tür rüyaları nadiren görmeye başladım. Ama ablamın tavsiyesi aklımda kaldı. O olmasa kuzenim Rosalind ile aramızdaki ilginç iletişimden birilerine bahsedebilirdim ve bana inansalardı ikimizin de başı kesinlikle büyük belaya girerdi. O günlerde, sanırım Rosalind de ben de buna fazla dikkat etmiyorduk; yalnızca tedbirli davranmayı alışkanlık haline getirmiştik. Ben kesinlikle sıradışı olduğumu hissetmiyordum. Normal, küçük bir oğlan çocuğuydum, normal bir biçimde büyüyor, çevremdeki dünya düzenini olağan karşılıyordum. Sophie’yle tanışana kadar da aynı şekilde devam ettim. O zaman bile farkın ayrımına hemen varamadım. Kuşkumun filizlenmeye başladığı günün o gün olduğunu ancak daha sonraları anlayabildim.
O gün, sık sık yaptığım gibi, tek başıma gezmeye gitmiştim. Sanırım on yaşlarındaydım. Yaşça bana en yakın ablam Sarah bile benden beş yaş büyüktü. Bu yüzden genellikle yalnız başıma oynuyordum. Kenarına tarlalar dizilmiş, toprak araba yolunda güneye giderek dağın sırtına varmış, sonra uzun süre orada yürümüştüm. O güne kadar dağın sırtı beni hiç meraklandırmamıştı. İnsan eseri olduğunu hayal edemeyeceğim kadar yüksekti. Onu Kadim Halk’ın zaman zaman anlatılan harika eserleriyle bağdaştırmak da aklıma gelmemişti. Benim için yalnızca geniş bir yay çizerek dönen ve sonra ok gibi dümdüz uzaktaki tepelere uzanan bir yükseltiydi; dünyanın ırmak, gökyüzü ve tepeler kadar olağan bir parçası. Sırtın tepesine sık sık tırmanırdım ama diğer tarafını nadiren keşfe çıkardım. Bir sebepten, orayı kendi bölgemin dışında, pek de konuksever olmayan yabancı bir diyar olarak görüyordum. Ama sırtın öte yamacında yağmur suyunun kumlu bir oyuk açtığı bir alan keşfetmiştim. Oyuğun tepesine oturup kendinizi iterseniz hızla aşağı kayabiliyordunuz ve sonunda havada bir iki metre uçup dipteki yumuşak kum yığınına düşüyordunuz.
Oraya daha önce defalarca gitmiş ama kimseyle karşılaşmamıştım, o gün ise üçüncü kayışımdan sonra, dördüncüsü için yerden kalkarken bir ses, “Merhaba!” dedi. Çevreme bakındım. İlk başta sesin nereden geldiğini çıkartamadım; sonra fundalıkların üst dallarının sallandığını fark ettim. Dallar aralandı ve bir yüz belirdi. Koyu renk buklelerle çevrili, güneşten bronzlaşmış küçük bir yüz. İfadesi ciddi ve gözleri çakmak çakmaktı. Bir an birbirimize baktık. Sonra, “Selam,” diye karşılık verdim. Kız duraksadı, sonra çalıları biraz daha araladı. Benden biraz daha kısa boylu, belki yaşça daha küçük bir kız gördüm. Kırmızıya çalan kahverengi tulum pantolon ve sarı bir gömlek giymişti. Tulumunun önüne koyu kahverengi iplikle bir haç işlenmişti. Saçları ikiye ayrılıp kuyruk yapılmış, iki yanda sarı kurdelelerle bağlanmıştı. Çalıların güvenli bölgesinden ayrılıp ayrılmamak konusunda emin değilmiş gibi birkaç saniye kıpırdamadan durdu, sonra merakı ihtiyata baskın çıktı ve çalılardan sıyrılıp ortaya çıktı. Ona bakakalmıştım çünkü tamamen yabancıydı. Zaman zaman, kilometrelerce uzaklıktaki tüm çocukları bir araya getiren toplantılar ve şenlikler düzenlenirdi. Bu yüzden daha önce hiç görmediğim bir çocukla karşılaşmak çok şaşırtıcıydı.
“Adın ne?” diye sordum ona.
“Sophie,” dedi. “Seninki ne?”
“David,” dedim. “Evin nerede?”
“Orada,” dedi, elini belirsizce sırtın ötesindeki yabancı diyara doğru sallayarak.
Bakışlarını benimkilerden ayırdı ve biraz önce kaydığım kumlu oyuğa döndü. “Eğlenceli mi?” diye sordu meraklı bir ifadeyle. Onu davet etmeden önce bir an duraksadım, sonra, “Evet,” dedim. “Gel de dene.” Kız yerinden kıpırdamadı ve dikkatini yine bana çevirdi. Bir iki saniye ciddi bir ifadeyle beni inceledi ve sonra aniden kararını verdi. Benden önce sırtın tepesine tırmandı. Saçlarını ve kurdelelerini savurarak yağmur suyunun yatağından aşağı kaydı. Kaydıktan sonra ciddi ifadesi yok olmuştu, gözleri heyecanla dans ediyordu. “Bir daha,” dedi ve nefes nefese sırta tırmandı. Üçüncü inişinde talihsizlik yaşadı. Önceki gibi oyuğun tepesine oturup kendini aşağı itti. Onun kaymasını ve akan kumlar eşliğinde durmasını izledim. Bir şekilde, her zamanki yerinin biraz soluna düşmüştü. Kenara çekilmesini bekleyerek, peşinden kaymaya hazırlandım. Kenara kaçmadı.
“Çekil,” dedim ona sabırsızlıkla.
Hareket etmeye çalıştı ve sonra yukarı seslendi.
“Yapamıyorum. Acıyor!”
Yine de kendimi aşağı ittim ve yakınına doğru kaydım.
“Ne oldu?” diye sordum.
Yüzünü buruşturdu. Gözleri dolmuştu.
“Ayağım sıkıştı,” dedi.
Sol ayağı kuma gömülmüştü. Ellerimle yumuşak kumları
kazarak açtım. Ayakkabısı iki sivri taşın arasındaki dar aralığa sıkışmıştı. Ayağını hareket ettirmeye çalıştım ama yapamadım.
“Ayağını çevirip çıkaramaz mısın?” dedim.
Dudaklarını yiğitçe birbirine bastırarak denedi.
“Çıkmıyor.”
“Çekmene yardım edeyim mi?” dedim.
“Hayır, hayır! Acıyor,” diye itiraz etti.
Ne yapmam gerektiğini bilemiyordum. Acı çektiği açıktı. Sorunu düşündüm. “Ayakkabı bağcıklarını kessek iyi olacak. Böylece ayağını ayakkabıdan çıkarabilirsin. Düğüme ulaşamıyorum,” dedim. “Hayır!” dedi korkuyla. “Hayır, yapamam.” O kadar ısrarlıydı ki şaşaladım. Ayağını ayakkabıdan çıkarsa, bir taşla ayakkabıya vurarak kurtarabilirdik ama bunu reddederse ne yapabileceğimizi bilemiyordum. Kısılmış bacağını biraz hareket ettirerek kumlara uzandı. “Ah, çok acıyor,” dedi. Daha fazla kendini tutamadı ve gözyaşları yanaklarından süzülmeye başladı. Hüngür hüngür ağlamıyordu; köpek yavrusu gibi hafif hafif inliyordu. “Ayakkabını çıkarman gerek,” dedim ona.
“Hayır!” diye itiraz etti yine. “Hayır, çıkaramam. Asla çıkaramam. Çıkarmamam lazım.” Şaşkın şaşkın yanına oturdum. Sophie iki eliyle benimkini yakaladı ve sıkıca tutarak ağladı. Ayağındaki acının arttığı açıktı. Hayatımda neredeyse ilk defa, karar gerektiren bir durumda bulmuştum kendimi. Kararımı verdim. “Böyle olmaz. Ayakkabını çıkarman şart,” dedim ona. “Çıkarmazsan burada kalırsın ve muhtemelen ölürsün.” Sophie hemen pes etmedi ama sonunda razı oldu. Bağcıklarını kesmemi endişeyle izledi. Sonra, “Git buradan! Bakmaman lazım,” dedi. Duraksadım ama çocukluk, önemli ama anlaşılmaz âdetlerle dolu bir çağdır, bu yüzden birkaç adım çekildim ve sırtımı döndüm.
Derin derin nefes aldığını duyabiliyordum. Sonra yine ağlamaya başladı. Arkama döndüm. “Olmuyor,” dedi gözyaşları içinde, korkuyla bana bakarak. Ne yapabileceğimi görmek için çömeldim. “Kimseye söylememelisin,” dedi. “Asla, asla söylememelisin! Söz verir misin?” Söz verdim. Çok cesurdu. Bir köpek yavrusu gibi sadece inliyordu. Sonunda ayağını kurtarmayı başardığımda, acayip göründüğünü fark ettim. Çarpık ve şiş şişti. O an normalden fazla ayak parmağı olduğunu fark etmedim bile. Bir taşla vura vura ayakkabıyı yarıktan çıkarmayı başardım ve ona uzattım. Ama ayakkabıyı şişmiş ayağına geçiremedi. Ayağını yere de basamıyordu. Onu sırtımda taşımayı düşündüm ama beklediğimden daha ağırdı. Bu şekilde uzağa gidemeyeceğimiz açıktı. “Gidip yardım edecek birini getirmem gerekecek,” dedim.
“Hayır, emekleyerek giderim,” dedi kız. Ayakkabısını taşıyarak ve işe yaramaz hissederek yanında yürüdüm. Çok uzun bir yolu emekleyerek aşmayı başardı ama sonunda pes etti. Pantolonunun dizleri delinmişti; dizleri kızarmış, kanıyordu. Kız veya oğlan, bu duruma dayanabilecek kimseyi tanımıyordum; o yüzden de biraz hayranlık duydum. Sağlam ayağına basarak kalkmasına yardım ettim. Kız bana yaslanarak evinin bulunduğu yönü ve evden yükselen dumanı işaret etti. Tekrar arkama baktığımda ise yine dört ayak üzerindeydi, sonra çalıların arasında gözden kayboldu. Evi fazla güçlük çekmeden buldum, biraz endişeyle kapıyı çaldım. Uzun boylu bir kadın açtı. Büyük, parlak gözleri olan düzgün hatlı, güzel bir yüzdü. Bizim çiftlikteki kadınların giydiğinden biraz daha kısa, kırmızıya çalan kahverengi bir elbisesi vardı. Başörtüsüyle aynı, yeşil renkteki töresel haç işareti yakasından etek ucuna, göğsünün bir yanından diğerine uzanıyordu.
“Siz Sophie’nin annesi misiniz?” diye sordum. Bana dik dik baktı ve kaşlarını çattı. Endişeli ve sert bir sesle, “Ne oldu?” diye sordu. Anlattım. “Ah!” diye bağırdı. “Ayağı mı?” Bana bir anlığına yine dik dik baktı, sonra elindeki süpürgeyi duvara yasladı ve sertçe sordu. “O nerede?” Onu Sophie’yle geldiğimiz yola götürdüm. Kadının sesini duyunca Sophie emekleyerek çalıların arasından çıktı. Annesi şişmiş, şekilsiz ayağına ve kanayan dizlerine baktı. “Ah, benim zavallı yavrum!” dedi, öpüp sarılırken. Sonra ekledi: “O gördü mü?”
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıKrizalitler
- Sayfa Sayısı240
- YazarJohn Wyndham
- ISBN9786052349908
- Boyutlar, Kapak13,5x19,5, Karton Kapak
- YayıneviDelidolu /
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- İnci ~ John Steinbeck
İnci
John Steinbeck
İnci bir yandan yalınlığıyla, diğer yandan ahlâki meseleleri cesurca irdelemesiyle John Steinbeck külliyatının en özgün parçalarından biri. Tıpkı ataları gibi, bir kıyı kasabasında yaşayıp...
- Sula ~ Toni Morrison
Sula
Toni Morrison
Edebiyat tarihine armağan ettiği ölümsüz karakterler ve çarpıcı kurgularla dünya edebiyatının önde gelen isimlerinden, Nobel ve Pulitzer ödüllü yazar Toni Morrison ırk ve cinsiyet ayrımcılığını görünür...
- Halide ~ Frances Kazan
Halide
Frances Kazan
Halide’nin fonunu ondokuzuncu yüzyılın kapanış yıllarının büyülü ve gizemli İstanbul atmosferi oluşturuyor. Bu roman, baskıcı yönetim altında bunalan bir halkın, Osmanlı kadınının çaresizliğinin bir...