Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Kreçetovka İstasyonu’nda Bir Olay / Matriyona’nın Evi
Kreçetovka İstasyonu’nda Bir Olay / Matriyona’nın Evi

Kreçetovka İstasyonu’nda Bir Olay / Matriyona’nın Evi

Aleksandr Soljenitsin

Kreçetovka İstasyonu’nda Bir Olay ve Matriyona’nın Evi Nobel Edebiyat Ödüllü yazar Aleksandr Soljenitsin’in savaşın birleştirdiği hayatlara dair iki çarpıcı novellası. Kreçetovka İstasyonu’nda Bir Olay,…

Kreçetovka İstasyonu’nda Bir Olay ve Matriyona’nın Evi Nobel Edebiyat Ödüllü yazar Aleksandr Soljenitsin’in savaşın birleştirdiği hayatlara dair iki çarpıcı novellası.

Kreçetovka İstasyonu’nda Bir Olay, İkinci Dünya Savaşı’nın başında Sovyet ordusunda görevli teğmen Zotov’un savaşın ağırlığı altında kıvranan bir istasyon kasabasında yaşadığı huzursuzluğu, yüzleşmekten kaçındığı çelişkileri ve giderek solmaya yüz tutan ümitlerini ele alırken Ekim Devrimi’nin yarattığı coşkunun yerini alan kasveti ve tedirginliği anlatır. Matriyona’nın Evi ise ilk gözağrısını Birinci Dünya Savaşı’nda, kocasını ise İkinci Dünya Savaşı’nda kaybeden, topal kedisi ve keçisiyle yaşayan Matriyona’nın hikâyesidir. Matriyona, “her köyde onu ayakta tutan bir doğru vardır” atasözündeki “doğru” insandır. Soljenitsin’in bu iki novellası savaşın ayırdığı ve birleştirdiği hayatların talihsiz yazgısına dair estetik ve politik bir eleştiridir.

“Etkisi altında bulundukları ideolojiye mesafe alarak, o ideolojiyi içeriden algılamamızı sağlayan iki yazardan biri Balzac ise diğeri Soljenitsin’dir.” Terry Eagleton

İçindekiler
Kreçetovka İstasyonu’nda
Bir Olay………………………………………………………………………………………………7
Matriyona’nın Evi…………………………………………………………..81

Kreçetovka İstasyonu’nda
Bir Olay

“Alo, hareket memurluğu mu?”
“Ne istiyorsunuz? Söyleyin.”
“Kimsiniz? Dyaçihin, siz misiniz?”
“Evet. Söyleyin.”
“Bırakın ‘söyleyin’i şimdi! Dyaçihin misiniz, diyorum.”
“Sarnıç katarını yedinci hattan üçüncüye alın. Evet, ben
Dyaçihin.”
“Ben de komutan yardımcısı, nöbetçi amiri Teğmen Zotov. Dinleyin, nedir sizin bu yaptığınız? Neden Lipetsk’e altı yüz yetmiş… Kaçtı hele Valya?”
“Sekiz.”
“Altı yüz yetmiş sekiz numaralı katarı göndermediniz?”
“Neyle çektirecektik?”
“Ne demek neyle çektirecektik?”
“Lokomotif yok, efendim! Varnakov’a gidecek katar mı?
Altıncı hatta bekliyor, görmüyor musun kömürle dolu şu
dört platformu? Çek katarı oraya.”
“Ben lokomotif yok mok anlamam. Bak pencereden altısını arka arkaya dizilmiş görüyorum.”
“Lokomotif katarından mı söz ediyorsunuz?”
“Ne demek o?”
“Bildiğiniz katar işte! Lokomotif mezarlığından geliyor.
Boşaltıyorlar orasını.”
“Anladık, peki iki manevra lokomotifiniz yok mu sizin?”
“Teğmenim, manevra lokomotifim iki değil, üç.”
“Göndereceğim katarın konvoy komutanı yanımda duruyor, o da üç diyor zaten. Versenize şunun birini!”
“Veremem.”
“Ne demek veremem? Yükün ne kadar önemli olduğunu
biliyor musunuz? Bir dakika bile bekletemeyiz.”
“Öyleyse bu durumu sınıflandırma merkezine bildirin.”
“Olmaz, işi onlara bırakırsam yarım gün oyalarlar.”
“Hey, ne o gürültü öyle? Çocuk yuvası mı, yoksa hareket
memurluğu mu orası? Nedir bu çocuk çığlıkları?”
“Ne olacak, içerisi ana baba günü. Hey, arkadaşlar, kesin
şu gürültüyü! Çıkın odadan. Hiçbirinizi gönderemem, askerlerin yükü bile kaldı vallahi!”
“Bu katarda hastane için konservelenmiş kan gidiyor. Anlıyor musun?”
“Anlıyorum, anlıyorum, Varnakov katarı mı? Peki, lokomotifi ayır, su sarnıcına yanaştır. Oradaki on vagonu da
bağla.”
“Dinleyin beni! Yarım saat içinde bu katarı göndermezseniz sizi yukarıya rapor edeceğim! Ciddi söylüyorum! Yoksa
sorumlusu siz olursunuz!”
“Vasil Vasilyiç! Verin şu telefonu, bir de ben…”
“Dyaçihin, telefonu bizim hareket memuruna veriyorum.”
“Nikolay Petroviç, siz misiniz? Ben Podşebyakina. Depoda durum nasıl? Lokomotiflerden birine yakıt doldurulmuş,
hazır.”
“Peki çavuşum, konvoyunuzun başına gidin. Kırk dakikaya kadar… Daha doğrusu saat yedi buçuğa kadar sizi göndermezlerse, bize durumu bildirin.”
“Başüstüne! Gidebilir miyim?”
“Hadi güle güle.”
Konvoy komutanı sert bir hareketle, kalıp gibi geriye döndü; dönerken elini şapkasından aşağı indirdi, dışarı çıktı. Teğmen Zotov hiç de sert olmayan yüzüne sert bir ifade veren gözlüğünü düzeltti, askerî harekât memuru olan kıza şöyle bir baktı. Babadan kalma telefonun külüstür ahizesi elinde, durmadan konuşan bu demiryolcu üniformalı kızın gür beyaz saçları lüle lüle omuzlarına dökülüyordu.
Zotov, kızın küçücük odasından çıkarak aynı şekilde küçücük olan kendi odasına girdi. Buradan öteye başka kapı yoktu. Ulaştırma komutanının odası alt katta, köşedeydi. Yukarıda, tam bu köşenin üstünde yağmur borusu patlamıştı. Duvarın arkasında güldür güldür akan suyu rüzgâr bir o yana bir bu yana savuruyordu. Hortum gibi akan su bazen soldan, peron tarafındaki pencereden; bazen de sağdan, cinlerin top oynadığı geçit tarafındaki pencereden aşağıya dökülüyordu. Sabahları istasyonu kırağı ile örten ilk ekim soğuklarından sonra hava yağışa çevirmişti. Deminden beri durmadan buz gibi soğuk bir yağmur yağıyordu, gökte bu kadar suyun nasıl olup da biriktiğini anlamak zordu.
Ama düzeni yerine getiren de yine bu yağmurdu. Demiryollarının üzerinde, platformlarda gezerek işleri aksatan, istasyonun görünüşünü bozan o başıbozuk kalabalığından, o anlamsız itiş kakışlardan eser kalmamıştı. Herkes bir köşeye çekilmişti. Ne bir kimse dört ayak üzerinde vagonların altına giriyor ya da merdivenlere tırmanıyor ne de köyün yerlileri haşlanmış patates dolu kovalarıyla kalabalığı yarmaya çalışıyorlardı. Bitpazarındaymış gibi omuzlarına, kollarına çamaşır, entari, örgü işleri yığan yük vagonu yolcuları görünürlerde yoktu. (Bu çeşit mal alışverişi Teğmen Zotov’un epey zıddına gidiyordu; işgal bölgesinden boşaltılanlara yiyecek, giyecek verilmediği için bu iş yasak edilemiyor, ama açıkça izin de verilmiyordu.)
Yağmur yalnız görevlileri sindirememişti. Üstüne branda örtülmüş yüklerin bulunduğu platform nöbetçisi, üzerine bardaktan boşanırcasına yağan yağmura aldırmadan yerinde dikiliyordu. Üç numaralı hatta manevra lokomotifi sarnıç vagonlarını çekiyordu. Yağmurluğunun kukuletasını başına geçiren makasçı ise bayrağının sopasını durmadan lokomotife doğru sallıyordu. Alacakaranlıkta yüzü iyi seçilemeyen bir vagon bakım memuru, vagonların arasında bir kaybolarak, bir ortaya çıkarak ikinci hattaki katarın öbür yanında yürüyordu.
Eğik düşen yağmur damlaları durmamacasına yerleri dövüyordu. Soğuk, inatçı rüzgâr yağmur sularını evlerin çatısına, vagon duvarlarına, lokomotiflerin yan yüzüne savuruyor; sağanak yirmi kadar kıpkırmızı yanmış vagon iskeletinin bükülmüş demir kaburgalarına olanca hızıyla çarpıyordu. (İlerde cephede bombardımanda yanan yük vagonlarının yalnız çatı direkleri kalmıştı, bunları lokomotifle çekip cephe gerisine getirmişlerdi.) Platformda örtüsüz duran dört tümen topu, alacakaranlığa karışan yeşil, yuvarlak semaforların istasyona en yakın olanı, hepsi hepsi yağmurla yıkanıyordu. Yük katarlarındaki yolcu vagonlarının soba bacalarından çıkan kırmızı kıvılcımlar havada bir anda kayboluyordu. Birinci platformun asfalt kaplı yüzeyinde biriken su, kabarcıklarla doluydu, raylar alacakaranlıkta bile pırıl pırıldı, demiryolu ağının bulunduğu koyu boz toprak üzerindeki su gölcükleri kıpır kıpır titriyordu. Her yandan gelen tıpırtıdan, makasçının hafif düdük ötüşlerinden başka hiçbir ses işitilmiyordu.
Savaşın ilk günlerinden beri trenlerin düdük çalması yasaklanmıştı. Tek gürültü, patlayan yağmur borusundan geliyordu.
Geçit tarafındaki pencerenin ilerisinde, ambar çitinin yanında geniş bir meşe ağacı vardı. Yağmurun ıslatıp dövdüğü ağaç son kahverengi yapraklarını da bugün dökmüştü. Durup bunları seyredecek vakit yoktu. Pencerelere bezden yapılmış kalın karartma perdeleri çekildiği için içerde ışık yakarak çalışmak gerekiyordu. Gece dokuzda değişecek nöbete kadar yapılacak bir yığın iş vardı.
Fakat Zotov perdeleri indirmedi, nöbet sırasında odada otururken bile başından çıkarmadığı yeşil şeritli nöbetçi amiri şapkasını başından sıyırıp bir yana koydu, gözlüklerini çıkardı, kurşunkalemle yazdığı sevk çizelgelerini temize çekmekten yorulan gözlerini ağır ağır ovaladı. Hayır, yorgunluk değildi asıl duyduğu, vaktinden önce bastıran karanlıkla birlikte içine çöreklenen can sıkıntısıydı bu. Ta uzaklarda, Belarus’ta karnında bebeğiyle Almanların eline düşen karısının özlemini duyuyor denilemezdi. Kaybettiği malını mülkünü de düşünmüyordu, çünkü Zotov’un zaten bir şeyi yoktu ve olmasını da istememişti.
Akıl almaz savaşın sürüp gidişinden duyduğu eziklik ile hüngür hüngür ağlayamamaktı asıl sıkıntısı. İstihbarat Bürosu’nun verdiği bilgilere göre, cephenin sınırını çizmek olanaksızdı; Harkov’un, Kaluga’nın kimin elinde olduğu belli değildi. Demiryolcular, Uzlovaya üzerinden Tula’ya tren gönderilmediğini, Yelets üzerinden ise ancak Verkovya’ya kadar hattın açık olduğunu iyi biliyorlardı. Ryazan-Voronej hattına kadar sızan bombardıman uçaklarının attıkları bombaların birkaçı da Kreçetovka’nın payına düşmüştü. On gün önce de yolunu şaşıran iki düşman motosikletçisi Kreçetovka’ya dalıp, otomatik tüfekleriyle çevreyi yaylım ateşine tutmuşlardı. Bunlardan birini vurmuşlardı, öbürü kaçıp gitmişti. Ne var ki yaylım ateşi istasyonu birbirine katmış; istasyonu terk etme durumunda tesisleri havaya uçurma görevini üstlenen özel birlik komutanı, önceden yerleştirilen dinamitle su tulumbalarını kundaklamıştı. Bunun üzerine su sağlamak için getirtilen tren, üç gündür istasyonda durmaktaydı.
Asıl önemli olan Kreçetovka değildi. Savaş neden sürüp gidiyordu? Bütün Avrupa’nın kana bulandığı da, saldırganların çevirdiği dolaplar sonunda kargaşa yaşayanların yalnız biz olmadığımız da doğruydu, ama bu durum daha ne kadar sürecekti? Gündüz yaptığı işler sırasında olsun, geceleyin yatmaya giderken olsun, Zotov hep aynı şeyi düşünüyordu. Savaş ne zaman bitecekti? Görev başında olmadığı zamanlar, evinde uyurken bile saatin altısında sokak hoparlörünün seslenişiyle uyanıyor; savaşın zaferle bittiğini işitmeyi umutla bekliyordu. Ama nerde! Siyah hoparlörden Almanların Viyazemsk ve Volokalamsk yönünde ilerlediklerini öğrenince gene yüreği sızlıyordu. Yoksa Moskova da mı gidecekti elden? Bunu değil birine sormak (açıkça sormak tehlikeliydi), kendi kendine sormaktan bile korkuyordu Zotov. Aklından bir türlü çıkmayan, söküp atmak istediği bir düşünceydi bu.
Fakat karanlık soruların sonuncusu da değildi bu. Moskova’yı teslim etmekle felaket bitmiyordu. Moskova’yı Napolyon’a da vermişlerdi. Ama sonra? Sonrası daha kötüydü işte! Ya Urallara dayanırsa düşman?
Vasya Zotov bu korkunç düşüncenin aklından geçmesini bile suç sayıyordu. Her şeyi önceden görüp önlemini alan, hiçbir aksaklığa meydan vermeyen, değişmez, bilgili, kudretli Baba’ya,1 büyük Öğretmen’e1 karşı saygısızlık ve aşağılamaydı bu.
Fakat Moskova’da bir süre kalıp sonra ekim ayı ortalarında geriye dönen demiryolcular akla gelmez, inanılmaz olaylar anlatıyorlardı. Fabrika müdürleri işlerini bırakıp kaçmışlardı; bilmem hangi mağaza soyulmuş, banka kasaları kırılmıştı. Bunları işittikçe Zotov’un üzüntüden kanı donuyordu.

….

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

  1. İvan Denisoviç’in Bir Günü ~ Aleksandr Soljenitsinİvan Denisoviç’in Bir Günü

    İvan Denisoviç’in Bir Günü

    Aleksandr Soljenitsin

    Yayımlandığında dünyada hem edebi hem de siyasi yankı uyandıran İvan Denisoviç’in Bir Günü, Stalinist baskıyı edebiyata taşıyan ilk roman. Aleksandr İsayeviç Soljenitsin İvan Denisoviç’in...

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. Perşembe Günü Cinayet Kulübü ~ Richard OsmanPerşembe Günü Cinayet Kulübü

    Perşembe Günü Cinayet Kulübü

    Richard Osman

    PERŞEMBE GÜNÜ CİNAYET KULÜBÜ’NE HOŞ GELDİNİZ! DÖRT SIRA DIŞI ARKADAŞ. ŞOK EDİCİ BİR CİNAYET. Huzurlu bir emekli köyünde yaşayan yetmişli yaşlardaki dört arkadaşın haftada...

  2. Notre-Dame’ın Kamburu ~ Victor HugoNotre-Dame’ın Kamburu

    Notre-Dame’ın Kamburu

    Victor Hugo

    Notre-Dame’ın Kamburu, dansçı Esmeralda, katedral çanlarının koruyucusu Quasimodo ve Prens Phoebus arasındaki karmaşık ilişkileri merkezine alıyor. Notre-Dame Katedrali, bu karakterlerin hayatlarını ve Paris’in sokaklarını...

  3. Ev, Kadınlar, Seks. ~ Margit SchreinerEv, Kadınlar, Seks.

    Ev, Kadınlar, Seks.

    Margit Schreiner

    Ev, Kadınlar, Seks. Yirmi yıllık evlilikten sonra Resi –Marie Thérèse olan daha şık çift adını kullanmakta ısrarcıdır artık– oğlunu da yanına alarak kocası Franz’ı...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur