Kral Olacak Adam, İngiliz edebiyatının okurda belki de en çok heyecan uyandıran hikâye anlatıcısı Kipling’in en tuhaf, en esrarengiz, ama bir o kadar da cümbüşlü dört öyküsünü bir araya getiriyor. Öyküler alışılmış hayalet hikâyelerinden fazlasını sunuyor: Okuru dönem Hindistan’ının kalabalık tren istasyonlarından alıp baharat kokulu sokaklarına, bilinmedik Afgan kasabalarından ölülerin yaşadığı gizemli kumsallara götürüyor. Bu inanılması güç öğelerle dolu öyküleri neredeyse dokunulacak kadar gerçek kılansa, Kipling’in ömrünün büyük kısmını geçirdiği Hindistan’ı deyim yerindeyse avucunun içi gibi bilmesi ve bunu eserlerine ustalıkla yansıtması.
İçindekiler
Kral Olacak Adam…………………………………………………….. 11
Morrowbie Jukes’un Tuhaf Gezintisi……………………………. 59
Kendi Gerçek Hayalet Hikâyem………………………………….. 89
Yüzlerce Kederin Kapısı …………………………………………… 101
KRAL OLACAK ADAM
“İnsanın kıymeti bilinecekse bir prensle kardeş, bir
dilenciyle arkadaş olunabilir.”
Yukarıda sözü edilen bu yasa2 hayatta düzgün bir davranış olarak görülebilir, uygulanması ise pek zordur. Her ikimizin de karşısındakinin kıymet bilip bilmediğini kestirmesini engelleyen koşullar altındayken, bir dilenciyle tekrar tekrar arkadaşlık etmişliğim var. Bir zamanlar krallığa gerçekten layık biriyle az kalsın akraba olmak üzereyken bir krallık mirasına, –yani ordusuna, mahkemelerine, gelirlerine, siyasetine, bunların hepsine– sahip olabileceğim vaat edilmiş olsa bile, hâlâ bir prensle kardeşlik edebilirim. Oysa bugün kralımın ölmüş olmasından fena halde korkuyorum ve eğer bir taht peşindeysem, gidip onu kendi başıma ele geçirmem gerekiyor. Her şey Ajmer’den Mhar’a giden yolda, bir trende başladı. Bütçe kısıntısı nedeniyle lüks mevkinin yarı fiyatındaki ikinci mevkide bile değil, gerçekten pek feci olan orta mevkide yolculuk etme zorunluluğu doğmuştu.
Orta mevki vagonlarda yastık yoktur ve yolcular uzun yolculukları nahoş bir duruma dönüştüren Avrasyalıların ya da yerlilerin doluştuğu orta sınıftan; ya da kafaları iyi olsa da insanı eğlendiren serserilerden ibarettir. Orta mevkidekiler büfelerden alışveriş yapmazlar. Yiyeceklerini çıkınlarda, çömleklerde taşır, yerel satıcılardan tatlı alır, yol kenarlarında buldukları suları içerler. Bu yüzden de sıcak havalarda vagonlardan orta mevki yolcularının cesetleri çıkar ve hava nasıl olursa olsun orta mevkidekiler hep hor görülür. Nasırabad’a vardığımızda kısa kollu gömlek giymiş iriyarı bir bey girip orta mevki yolcularının âdeti olduğu üzere sohbet etmeye başlayana kadar içinde olduğum vagon boştu. O da benim gibi gezgin, avare biriydi ama tecrübeleriyle edindiği bir viski merakı vardı.
Gördüğü, yaptığı şeylerden, imparatorluğun sınırlarının uzandığı kuş uçmaz kervan geçmez yerlerden, birkaç günlük yiyecek için hayatını tehlikeye attığı maceralardan söz ediyordu. “Hindistan sen, ben gibi ertesi günün rızkını nasıl edineceğini ancak kargalar kadar bilen adamlarla dolu olsaydı bu toprakların verimliliği yetmiş milyon değil yedi yüz milyon hasılat getirirdi,” derken ben de konuşmasını izliyor, kendimi onunla hemfikir olmaya pek hevesli hissediyordum. Siyasetten söz ettik, tabii ki her şeyi tepetaklak gören serserilik siyasetiydi konumuz ve derken söz posta hizmetlerine geldi; çünkü dostum bir sonraki istasyondan batıya, Bombay’dan Mhow’a uzanan hat üzerindeki aktarma noktasının bulunduğu Ajmer’e telgraf çekmek istiyordu. Dostumun cebinde sekiz anna’dan1 başka para yoktu, onu da akşam yemeğine ayırmıştı; benimse sözünü ettiğim bütçe kısıntısı nedeniyle hiç param yoktu. Dahası, muhasebeyle ilişki kurmayı sürdürmem gerekse bile posta hizmetlerinin olmadığı, ıssız bir yere gidiyordum.
Bu yüzden zaten ona yardımcı olamazdım. Dostum, “İstasyon müdürünü tehdit edip telgrafı veresiye göndermesini sağlayabiliriz,” dedi, “ama bu yüzden seni de beni de soruşturabilirler; oysa bugünlerde yeterince dert var başımda. Birkaç gün sonra aynı trenle döneceğini söylemiştin, değil mi?” “On gün sonra,” dedim. “Şunu sekiz yapamaz mısın?” dedi. “Benim işim çok acil.” “İşine gelirse on gün içinde senin şu telgrafı yollayabilirim,” dedim. “Şimdi düşündüm de telgrafın eline geçeceğine güvenemiyorum. O böyledir işte. Ayın 23’ünde Bombay’a gitmek için Delhi’den ayrılacak. Yani 23’ü gecesi Ajmer’den geçecek.” “Ama ben Büyük Hint Çölü’ne gidiyorum,” diye açıkladım. “Güzel ve çok iyi,” dedi. “Jodhpur’a gitmek için Marwar Junction’da tren değiştireceksin, başka çaren yok; o ise 24’ü sabahın erken saatlerinde Bombay Postası’yla Marwar Junction’da olacak. O saatlerde Marwar Junction’da olabilir misin? Senin için bir sakınca yaratmaz çünkü bir Backwoodsman1 muhabiri gibi dolaşırsa insanın Orta Hindistan eyaletlerinde ufak tefek avantalar bulabileceğini iyi biliyorum.” “Sen öyle dalaverelere bulaştın mı hiç?” diye sordum. “Defalarca, ama oranın yerlileri senin kim olduğunu keşfedince bir bakmışsın daha bıçağını onlara saplamaya fırsat bulamadan seni kaptıkları gibi sınıra götürüyorlar.
Gelelim benim ahbaba. Ona haber ulaştırıp başıma neler geldiğini bildirmem şart yoksa nereye gideceğini bilemez. Onu Marwar Junction’da yakalamak üzere Orta Hindistan’dan tam zamanında yola çıkıp ona ‘Bir haftalığına güneye gitti,’ diyebilirsen bana büyük bir iyilik yapmış olursun. Ne demek istediğini anlayacaktır o. Kızıl sakallı, iriyarı bir adamdır, yaman herifin tekidir doğrusu. İkinci mevki kompartımanlardan birinde, etrafında valizleriyle bir beyefendi gibi uyurken bulursun onu. Hiç çekinme. Pencereyi indirip ‘Bir haftalığına güneye gitti,’ dersen meseleyi anlayacaktır. Oralarda iki gün oyalanmana bakar bu iş. Batıya giden bir yabancı olarak bunu yapmanı rica ediyorum,” diyerek isteğinin altını bir kez daha çizdi. “Sen ne taraftan geldin?” diye sordum. “Doğudan,” dedi, “umarım hem biraderlik adına hem kendi ananın ve benimkinin hatırına bu mesajı ona iletebilirsin.”1 İngiliz erkekleri genellikle annelerinin hatırı için bir şey istenmesine alışık değildir ama sonradan ortaya çıkacak bazı nedenlerden ötürü, kabul etmekte sakınca görmedim. “Ufak tefek bir şey değildir bu istediğim,” dedi, “işte bu yüzden bunu senin yapmanı rica ediyorum ve artık yapacağın konusunda sana güvenebileceğimi biliyorum.
Marwar Junction’da bir ikinci mevki kompartımanı, içinde uyuyan kızıl saçlı bir adam. Tabii ki unutmazsın. Ben artık bir sonraki istasyonda ineceğim ve o gelene ya da istediğim şeyi gönderene kadar orada kalmak zorundayım.” “Onu yakalarsam mesajını ileteceğim,” dedim, “ayrıca hem senin anan hem de benim anam hatırına sana bir tavsiyede bulunacağım. Orta Hindistan eyaletlerin de Backwoodsman muhabiri gibi dolaşmaya kalkma sakın. Gerçeği buralarda dolaşıyor; dolayısıyla başına dert açılabilir.” Sadece, “Teşekkür ederim,” dedi, “peki o domuz ne zaman gitmiş olur? İşimi bozduğu için açlıktan ölmeye niyetim yok. Buralarda Degumber racasını yakalayıp babasının dul eşi konusunda onu kıstırmaya niyetliyim.” “Babasının dul eşine ne yapmış ki?” “Onu kırmızı biberle doldurup bir kirişten sallandırarak öbür dünyaya yollamış. Bunu bizzat ben keşfettim ve bu konuda sus payı almak için devlete başvurabilecek tek kişi yine benim. Oraları yağmalamaya gittiğimde Chortumna’da yaptıkları gibi beni de zehirlemeye çalışacaklar.
Ama sen Marwar Junction’da o adama mesajımı ileteceksin, değil mi?” Küçük bir istasyonda trenden indi ve ben de düşüncelere daldım. Gazete muhabiriymiş gibi dolaşıp şantaj yaparak küçük yerel yönetimlerin kanını emen adamların varlığını kim bilir kaç kez duymuştum ama o cinsten biriyle hiç karşılaşmamıştım. Zorlu bir hayat sürüyorlar ve genellikle ansızın ölüp gidiyorlardı. Yerel yönetimlerin kendilerine özgü çalışmalarını teşhir edebilecek olan İngiliz gazetelerinden ödleri koptuğu için, ya muhabirleri şampanyaya boğmak için ellerinden geleni yapıyor ya da dört atlı faytonlara bindirip hem akıllarından hem de bölgelerinden uzaklaştırıyorlardı. Zulüm ve suç makul sınırlar içinde kaldığı, yönetici sarhoş, uyuşturucu müptelası olmadığı ya da yılın bir başından ötekine kadar ölmediği sürece yerel yönetimlerin iç işlerinin kimsenin zerrece umurunda olmadığını anlamıyorlardı. Yerel yönetimler gözü okşayan manzaralar, kaplanlar, inanılması güç hikâyeler üretsinler diye takdiriilahi tarafından yaratılmıştı.
Dünyanın karanlık köşeleriydi bunlar, akla hayale sığmayan gaddarlıklarla doluydu, bir yandan demiryollarına, telgraf sistemine bağlanırken öte yandan Harun Reşid zamanıyla ilişkiliydi. Trenden indikten sonra çeşitli meliklerle, emirlerle iş görüşmeleri yaptım ve o sekiz gün içinde hayatın türlü cilveleriyle karşılaştım. Bazen entari giyip kristal bardaklardan içip, gümüş tabaklardan yiyerek prenslerle, siyasetçilerle bağdaş kurup oturdum. Bazen de yerlerde yattım, önümdeki tasta ne bulduysam onu yedim, susuzluğumu akarsulardan giderdim, hizmetkârımla aynı kilimin üstünde uyudum. Hepsi bir günlük çalışma süresinde olup bitti.
Derken söz verdiğim gibi gereken zamanda Büyük Hint Çölü’ne doğru yola çıktım ve gece postası beni yerel yönetimlerin idaresinde Jodhpur’a giden küçük, sevimli, düzensiz trenlerin geçtiği Marwar Junction’a ulaştırdı. Delhi’den Bombay’a giden posta treni Marwar’da kısa bir duraklama yapar. Ben istasyona girdiğimde henüz geliyordu ve koşup vagonlara ulaşmak için çok az zamanım vardı. Trende sadece bir tane ikinci mevki kompartımanı vardı. Pencereyi indirip trenin halısıyla kısmen örtünmüş, göz alıcı kızıl sakalları olan adama baktım. Aradığım adam buydu, derin uykudaydı; sırtını hafifçe dürttüm. Homurdanarak uyanınca lambaların ışığında suratını gördüm. Kocaman, ışıltılı bir surattı. “Yine mi biletler?” dedi. “Hayır,” dedim. “Onun bir haftalığına güneye gittiğini söylemek için buradayım. Bir haftalığına güneye gitti!” Tren hareket etmeye başlamıştı. Adam gözlerini ovuşturdu. “Bir haftalığına güneye gitti,” diye tekrarladı. “Tam da ona yakışan bir küstahlık. Sana bir şey vereceğimi söyledi mi? Zira vermeyeceğim.” “Söylemedi,” dedim ve trenden atladıktan sonra kırmızı ışıklarının karanlığın içinde kaybolmasını izledim. Sonra kendi trenime bindim, bu sefer orta mevki vagonunda değildim ve uykuya daldım.
Adam bana bir rupi verseydi bu epeyce ilginç vakanın anısı olarak saklayacaktım. Ama aldığım tek ödül görevimi yerine getirmiş olmanın vicdan rahatlığı oldu. Sonradan düşündüm de, Orta Hindistan ya da Güney Rajputana benzeri, fare kapanından farksız eyaletlerde bu dostlarım gibi iki beyefendi bir araya gelip gazete muhabirleri kimliğinde böbürlenerek dolaşabilirlerdi; dolaşırlardı da ve böylece başlarını fena halde belaya sokabilirlerdi. Bu yüzden onları sınır dışı etmek isteyebilecek kişilere kendilerini etraflıca tarif etmek için hafızamı zorlayarak epeyce uğraştım ve bunu başardım, daha sonra onların Degumber sınırlarına gönderildiği haberini aldım. Sonra saygıdeğer biri olarak, gazetenin yayımlanması için sürüp giden gündelik işler dışında soylularla ya da vakalarla ilgili hiçbir şeyin yaşanmadığı işime döndüm. Öyle anlaşılıyor ki, gazete ofisi akla gelebilecek her türden insanı cezbeden bir yerdir, bu da ortamda disiplin sağlanmasını engeller.
Haremlerden kadın kurtarma gönüllüsü bazı hanımlar gelip ulaşılması zor bir yerin varoşlarında verilen ödülü anlatması için yazıişleri müdürüne işini gücünü bıraksın diye yalvarırlar; komuta mevkilerine yükseltilmeyen bazı albaylar oturup tayin edilmekte kıdemin üstünlüğü üzerine on, on iki ya da yirmi dört kararname maddesinin özetini yaparlar; misyonerler yazıişlerinin himayesi altındaki kardeş misyonun mutat tacizlerinden ve küfürlerinden kaçınmalarına neden izin verilmediğini bilmek isterler; başları dertte olan tiyatro kumpanyaları toplanıp ilanlarının parasını bulamadıklarını ama Yeni Zelanda’dan ya da Tahiti’den döndüklerinde faiziyle ödeyeceklerini açıklamaya uğraşırlar; tavan yelpazesi makinesi, vagon birleştirici, kırılmayan kılıç, araba dingili mucitleri ceplerinde icatlarının özellik listesiyle saatlerce vaktimizi alırlar; çay firmaları gelip ellerinde dolma kalemleriyle prospektüslerini ayrıntısıyla anlatmaya girişirler; balo komitelerinin sekreterleri son dans etkinliklerinin daha iyi vurgulanması gerektiği konusunda yaygara yaparlar; tuhaf hanımlar giysilerini hışırdatarak içeri girip sanki bu da yazıişleri müdürünün görevlerinden biriymiş gibi, “Derhal yüz adet hanımlara özgü kartvizit bastırmak istiyorum,” derler ve Grand Trunk Yolu’na1 ayak basmış hovarda kabadayıların her biri düzeltmen olarak iş istemeyi kendine görev bilir. Ve telefonlar gün boyunca deli gibi çalar, kıtada krallar öldürülür, imparatorlar, “Sen de onlardan birisin,” derler, Bay Gladstone2 Britanya sömürgelerine fırça atıp durur, ufacık, esmer oğlanlar yorgun arılar gibi, “Kaa-pi chaya-yeh!” (Yazı isteriz) diye inilderler ve gazetenin çoğu bölümü Modred’in3 kalkanı kadar boştur. Ama bunlar yılın eğlenceli kısmında olur. Önümüzde ise kimsenin kapımızı çalmayacağı altı ay var; termometreler santim santim yukarı tırmanır, ofislerimiz okuma lambasının ışığından biraz daha fazla aydınlatılır, baskı makineleri dokunulmayacak kadar kızgın olur ve hiç kimse kış merkezlerindeki cazip programlar ya da ölüm haberlerinden başka bir şey yazmaz.
Derken telefon çınlayan bir felaket habercisi olur, çünkü yakından tanıdığınız kadınların ve erkeklerin ani ölümlerini haber verir; can acıtan sıcak gövdenizi giysi gibi sararken oturup yazarsınız: “Khuda Janta Han bölgesinde hastalıklarda hafif bir artış olduğu bildirildi. Münferit vakalardan ibaret olan bu salgın bölge yetkililerinin etkili önemleri sayesinde sonlandırılmak üzere. Bu arada falancanın ölümünü üzüntüyle bildiririz, vs.” Derken hastalık gerçekten patlar ama ne kadar az kayıt altına alınır, ne kadar az haber yapılırsa abonelerin huzuru açısından o kadar isabetli olur. Oysa imparatorlar ve krallar eskiden olduğu kadar bencilce kendilerini eğlendirmeyi sürdürürler, şefimizse gündelik bir gazetenin gerçekten yirmi dört saatte bir çıkması gerektiğini düşünür ve kış merkezlerindeki insanlar eğlencelerinin orta yerinde “Aman Tanrım! Bu gazete neden ışık saçmaz ki? Eminim buralarda birçok şey olup bitiyor…” derler.
Nasıl ayın karanlık yüzünü kestiremezseniz, reklamda dedikleri gibi, “denemeden değerini bilemezsiniz.” İşte o mevsimdeydik ve o son derece fena geçen mevsimde Londra gazetelerinin geleneği sürdürülerek haftanın son nüshası cumartesi gecesi yani pazar sabahı basılmaya başladı. Bu büyük bir avantajdı çünkü gazete baskıya girdikten sonra şafak sökerken yarım saat süresince termometre otuz beş dereceden yirmi sekiz dereceye düşüyor, bu serinlikte (bunun için dualar etmemişseniz yirmi sekiz derecede çimlerin ne kadar serin olduğunu asla tahmin edemezsiniz) yorgun bir adam sıcak onu uyandırmadan önce güzel bir uyku çekebilir. Bir cumartesi gecesi gazeteyi baskıya tek başıma vermek gibi pek hoş bir görevim vardı. Dünyanın öteki ucunda bir kral, bir saraylı, bir odalık ya da koca bir cemaat ölecek ya da yeni bir anayasa benimsenecek veya önemli bir şey yapılacaktı; bu yüzden de gelecek telgrafı değerlendirmek için gazete mümkün olan son dakikaya.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Edebiyat Öykü
- Kitap AdıKral Olacak Adam
- Sayfa Sayısı112
- YazarRudyard Kipling
- ISBN9789750756801
- Boyutlar, Kapak14 x21 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2022
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Gölgeli Muhabbetler ~ Cemil Kavukçu
Gölgeli Muhabbetler
Cemil Kavukçu
Bak ne anlatacağım, diyorum karşımdaymışsın gibi ve sen gülmeye –yok lıkırdamaya– hazır bir yüzle bakıyormuşsun gibi. Belki de kuşkuyla bakacaksın çünkü son günlerde pek...
- Dünya Unutana Kalır ~ Deniz Poyraz
Dünya Unutana Kalır
Deniz Poyraz
İşçi servisi durağa yanaştı mı sokağın hareketi, evlerin beton duvarları arasına çekilir. O kedersiz curcuna, akşam haberlerinin sevimsiz iklimi altında kaybolup gider. Dip dibe...
- Dedemin Cenneti ~ Habib Bektaş
Dedemin Cenneti
Habib Bektaş
İnsanlık Hâlleri Gölge Kokusu adlı romanı, Eylül Fırtınası adıyla Atıf Yılmaz tarafından beyaz perdeye uyarlanan; şiir, öykü, roman ve tiyatro oyunu gibi farklı türlerde edebiyata kazandırdığı eserlerle...