Korku edebiyatında yepyeni bir sayfa açmak…
Dünya çapında fenomen haline gelmiş 12 kitaplık Ucubeler Sirki serisinin ödüllü yazarı Darren Shan’dan çok özel bir korku kitabı: Koyasan
Ölüm başlı başına bir korku temasıdır edebiyatta. Bu tema ile yoğrulan edebi eserler, hayaletler, ruhlar, tanımlanamayan yaratıklar, mezarlıklar ve korkuyu anımsatan, tüyleri ürperten her nevi korku unsuru, ölüme ve ardındaki bilinmeyenlere karşı merakla karışık huzursuzluk verici bir duygu yaratır müdavimlerinde. Korku kitapları okuyan biri bu türü neden sevdiğini tam olarak bilemez. Kendince sever. Fakat vardır elbet bunun da cevabı herkesin ruhunun derinliklerinde bir yerde…
Korku edebiyatında, ölümle yaşamın kol kola dans ettiği öyküler, ölümün gerçekliğini bir tokat gibi vurur okurun yüzüne. Türün belkemiğini oluşturan klişelerle bezeli öyküler ve romanlar öncelikli olarak okurunu korkutmayı kendine hedef olarak seçse de, kullandığı korku unsurları bakımından kimi zaman sığ sulara yelken açabilir. Öykü kendi içinde kaybolabilir. Bu noktada, Koyasan gibi bir kitabın varlığı bu türde bambaşka işler de yapılabileceğini, edebi anlamda yepyeni bir sayfa açılabileceğini haykırırcasına vurgulamak istiyor adeta. İşte bu yüzden Koyasan’ı eşi benzeri olmayan bir kitap olarak tanımlayabiliriz. Ölüm ve yaşam ilişkisinin bu denli içten, naif ve gerçek bir şekilde anlatmayı başarabilen eser az rastlanır bir cevher. Böylesi bir mezarlık öyküsünü, çağdaş korku edebiyatının genç ustası Darren Shan’ın kaleminden okumak ise ayrı bir tat ve duygu kazandırıyor okuruna.
Koyasan’ın yaşadığı köyde bir dere, derenin üzerinde bir köprü ve az ilerisinde de bir mezarlık bulunmaktadır. Çocuklar gün boyunca köprünün öte tarafında oyun oynarken, Koyasan köprüye bile yaklaşamamaktadır. Ta ki küçük kardeşi bir gün mezarlığa doğru koşup geri gelmeyene dek. İşte ne oluyorsa bundan sonra oluyor Koyasan’ın hayatında. Korkularıyla yüzleşerek mezarlığa doğru ilerlediğinde başına neler geleceğini aklımızdan bin bir şey geçirerek yürek çarpıntılarıyla okuyoruz. Siyahın beyazla, ölümün yaşamla, iyinin kötüyle omuz omuza çarpıştığı bir ortamda Koyasan’ın peşinden herkesi kendi korkusuyla yüzleşmesi için bir an önce bu köprüye bekliyoruz.
Bakalım hayatımızın orta yerinde duran bu çetrefilli köprüleri geçerek tünelin ucundaki ışığı görebilecek miyiz?
2006 Dünya Kitap Günü için özel olarak yazılan ve yayımlanan Koyasan, okurlarını korkularıyla yüzleştirecek şiirsel bir yolculuğa çıkarıyor!..
KÖPRÜ
Koyasan taştan yapılma daracık köprünün başında endişeyle duruyor, bir yandan da bir diş sarımsak çiğniyordu. İki bacaklı bir yengeç kadar yalnız ve mutsuzdu. O sabah uyandığında mutlulukla şöyle demişti kendisine: “Artık yeter. Bugün diğerleriyle birlikte o köprüyü geçiyor ve mezarlığa gidiyorum.” Düşününce kolay gelmişti. Oraya git, köprüye ayağını bas ve birbiri ardına ufak adımlar atarak ilerle. Diğer taraftaki çamurlu mezarların içinde veya kırık dökük mezar taşlarının arkasında pusuya yatmış kötü ruhları aklına getirme. Sadece derenin diğer kıyısına dik gözlerini ve karşıya geç. Midesine bir kuru kek indirip, kuyudan su getirdikten sonra bile hâlâ mutluydu. Kız kardeşi Maiko’yu giydirip annesinin kahvaltı hazırlamasına yardımcı olduğu süre boyunca da gülümsüyordu. Maiko ile birlikte hoplaya zıplaya mezarlığa doğru ilerledikleri sırada, diğer çocukların onu bir mezarın tepesine tünemiş halde gördüklerinde nasıl şaşkına döneceklerini düşünüp bir kahkaha attı.
Köyün arka kapısını oluşturan iki ağacın yanından geçtiklerinde, Koyasan’ın yüzündeki gülümseme yavaş yavaş kaybolmaya başladı. Her iki ağacın gövdesine de öfkeli, şeytani yüzler oyulmuş, oyuklar da parlak kırmızı ve sarı renklerle boyanmıştı. Geceleri köye yaklaşmaya çalışacak kötü ruhları korkutup kaçırmak için oradaydı bu yüzler. Mezarlıktaki ruhlar için yapılmamışlardı; onlar dereyi geçemiyorlardı ne de olsa. Fakat dünyada serbestçe dolaşan çok sayıda başka ruh vardı. Koyasan bu yüzlere bakmaması gerektiğini biliyordu. Onu korkutuyorlardı çünkü. Ama yine de, geçerken her iki tarafa da kaçamak bakışlar atmadan duramadı.
Bu vahşi, çirkin ve tehditkâr yüzleri görünce karnı kasılır gibi oldu. Her iki yüz de âdeta parıldıyordu. Ağızları hafifçe açılmış ve gözleri kısılmıştı sanki. Ağaçlar da nefes alıp veriyora benziyordu. Bütün bunların hayal gücünün bir oyunu olduğuna emindi Koyasan, ama yine de adımlarını hızlandırdı. Kendisine olan güveni azalmıştı şimdi. Yanında yürüyen Maiko ise ağaçların farkına varmamıştı bile. Gerçi o çok az şeyden korkardı. Daha çok küçüktü ve dünyayı, ondan korkacak kadar iyi tanımıyordu henüz. Tüm bunlara rağmen Koyasan köprüyü geçmeye kararlıydı. Bu iş bu gün bitecekti. Tepede güneş parıldıyordu; gökyüzünde bir tek bulut bile yoktu.
Şu an tüm ruhlar gölgelere ya da yerin altına çekilmiş, dinleniyor olmalıydılar. Açık havada olduğu sürece kendisine zarar gelmesi mümkün değildi Koyasan’ın. Köprüye vardığında, oraya ilk gelen kişinin kendisi olmadığını gördü. Arkadaşlarından bazıları köprünün diğer tarafında neşe içerisinde birbirlerini kovalıyorlar, mezar taşlarının etrafında dolanıp mezarların üzerinden atlıyorlardı. Koyasan’ı gördüklerinde ona seslenip selam verdiler, fakat yanlarına çağırmadılar. Köydeki her çocuk, mezarlıktaki kötü ruhların Koyasan’ı dehşete düşürdüğünü biliyordu. Bir gün onun köprüyü geçebileceğine inanmıyorlardı ve çoğu da onu ikna etmeye çalışmaktan vazgeçmişti. Ama Koyasan onlara yanıldıklarını gösterecekti bugün! Kendisinin korkak bir kız olmadığına yürekten inanıyordu. Geçen sene, bir keçi, dik bir tepeden aşağıya yuvarlanmış, çoban çocuk korkuyla tepede durup ağlarken Koyasan aşağıya inip hayvanı yukarıya çıkarmıştı. Bir keresinde düşüp kolunu yarmış, yaradan kan akmaya başladığında da İtako kıvrık bir iğneyi koluna sokup çıkararak yarayı diktiğinde de tek damla gözyaşı dökmemişti. Somut şeyler korkutmuyordu onu.
Ama ruhlar… bedenlerinden ayrılmış o sefil şeyler… öbür dünyaya ait o korkunç yaratıklar… Konu onlar olduğunda durum epey farklıydı. Maiko karşıda oynayan üçlüyü görünce neşeyle aguladı. Ondan büyük ve hızlı olan diğer çocukları yakalayabilmek için henüz çok küçüktü, ama yine de onları kovalayabilmek amacıyla ufak ama hızlı adımlarla köprüden karşıya geçti. Koyasan eteğinin cebinden bir diş sarımsak çıkarıp ağzına attı. Sarımsağa bayılıyor, cebinde mutlaka birkaç diş bulunduruyordu. Ağzındakini çiğnerken bir yandan da köprüye göz attı. Sıradan bir taş köprüydü bu. Uzun zaman önce inşa edilmiş, onyıllar içinde birçok defa çeşitli yerlerinden onarım görmüştü. Aheste bir dere şırıldıyordu altından.
En ağır kış şartlarında bile taşmıyor, yazları kurumuyordu; fakat Koyasan sık sık bu ince ince süzülen suyun kuruyacağından ve geceleri diğer tarafta toplanıp taşkınlık yapan ruhların köyün bulunduğu kıyıya geçmelerine izin vereceğinden endişe duyuyordu. Köprünün ardındaki alana yayılmış eski mezarlık artık kullanılmıyordu. Yüzlerce, hatta belki de binlerce yıllık insan külleri gömülüydü burada.
Köy sakinleri, bunca ölünün nereden geldiğini bilmiyordu. Bir zamanlar, yakınlarda bir yerde büyük kasabalar ya da bir şehir vardı herhalde; fakat bunu doğrulayabilecek hiçbir kalıntı yoktu ortada. Veya burası eskiden kutsal bir yerdi ve ölülerin külleri bu kuytu bölgeye uzak diyarlardan getirilip gömülmüştü. Köprünün hemen ardındaki alan, lahitleri saymazsak açık ve düzdü; fakat yetmiş ya da seksen adım sonra dik bir yamaca dönüşüyordu. Yirmi adım sonra ise ilk ağaçlar görülüyor, giderek sıklaşan bu ağaçlar ölülerin büyük kısmının gömülü olduğu tepeyi kaplıyordu.
Buraya yakınları tarafından getirilip gömülen kül vazolarının sayısı için tam bir rakam vermek mümkün değildi. Toplam rakamı bulmak için defalarca girişimde bulunulmuştu. Bir seferinde on bin, başka bir sayımda ise yirmi bin sayısına ulaşılmıştı. Sorun şuydu ki, mezar ve mezar taşlarının birçoğu yosun, çalı ya da ağaçlarla kaplanmış, orman zemininin altında sonsuza dek kaybolmuştu. Bir başka engel ise bir mezar taşının üzerinde bir isim yazmasına rağmen altında elli, yüz, belki de daha fazla vazo bulunabilmesiydi. Bazıları burada yüz bin ölünün yattığını; tepenin doğal bir oluşum değil, ölülerin kalıntılarıyla meydana gelmiş bir çıkıntı olduğunu söylüyorlardı. Koyasan bunun doğru olduğunu sanmıyordu; ama bu konu, ölüler tarafından kovalandığı kâbuslar olarak sık sık karşısına çıkıyordu. Koyasan bu mezarlıkla kaplı ormanlık tepeyi keşfe hiç çıkmamış, yaşayanları ölülerin dünyasına bağlayan taş köprüyü bir kere bile geçmemişti. Korku, onu insanların yaşadığı tarafta tutmuştu hep. Biliyordu; bu aptalcaydı.
Aslında ruhların kötü huylu oldukları konusunda herkes hemfikirdi; çocuklar güneş battıktan sonra karşı kıyıya geçmiyorlar, tedbiri elden bırakmamak için karanlık basmadan en az bir saat önce mezarlıktan ayrılıyorlardı. Fakat hiçbir ruh gündüz etrafta gezinemiyordu. İçlerinden güçlü olanları yer üstüne çıkabiliyordu belki; ama yine de gölgelere sığınmak zorundaydılar. Büyük lahitlerin, iri kayaların ardına siniyorlar, dev gövdeli ağaçların oyuk gövdelerine saklanıyorlardı.
Ormanın derinliklerine gitmediğiniz, mağaralardan ve diğer karanlık noktalardan uzak durduğunuz sürece tamamen güvendeydiniz. Tüm çocuklar aynı şeyi söylüyorlardı ne de olsa. Her günün sonunda canlı ve sağlıklı bir şekilde geri dönmeleri de bunun kanıtıydı. Gelgelelim Koyasan bütün bunlara rağmen korkuyordu. İnanılmaz uzunluktaki korkunç solucanlar gibi yerin altında sürünüp durduklarını, dışarıya çıkma hasretiyle yanıp tutuştuklarını hissediyordu bu ruhların. Kaçmak… ele geçirmek… acı çektirmek… öldürmekti tek istedikleri. Birden ensesini bir pençe tırmaladı. Koyasan bir çığlık atıp hızla arkasına döndü. Bu sırada ağzındaki sarımsak da yere düşmüştü.
Karşısında, elinde ucu çatallı bir sopa tutan ve kahkahalarla gülen Yamadasan vardı. Mitsuo ve Chie de yanındaydılar. Onlar da gülüyorlardı. “Ruh sandın!” diye bağırdı Yamadasan kıkırdayarak. “Hiç de bile!” diye kızgınlıkla cevap veren Koyasan, hemen başını eğip arkadaşını selamladı. Her zaman kibardı, korktuğunda bile. “Kuş kondu sandım.” “Hayır efendim, sanmadın. Eğer bir kuş olduğunu düşünseydin çığlık atmazdın.” Oğlan kısa bir süre alaycı dans figürleri yaptıktan sonra, sopayı elinden atıp Koyasan’a baktı ve sırıttı.
“Bugün karşı tarafa geçecek misin, yoksa her zamanki gibi burada mı duracaksın?” Koyasan onlarla birlikte karşıya geçeceğini, ne kadar cesur olduğunu bugün onlara kanıtlayacağını söylemek için ağzını açtı… Fakat içinde sabahki kararlılığı hissedemeyince sustu. “Onu rahat bırakın,” diyerek sıcak bir gülümsemeyle Koyasan’a baktı Mitsuo. “Korkuyor olması onun suçu değil.” “Korkmuyorum ben!” diye çıkıştı Koyasan. Sonra da topuklarıyla yeri eşeledi. “Ölüleri rahatsız etmememiz gerektiğini düşünüyorum sadece. Bir mezarlıkta oynamak doğru değil.” “Saçmalık,” dedi Yamadasan. “Etrafa bir zarar vermediğimiz sürece ne yaptığımız kimsenin umurunda değil. Sen, bir ruhun yeraltından fırlayıp seni yemesinden korkuyorsun.” Koyasan öfke dolu gözlerle arkadaşına baktıysa da kendisini savunmak için söyleyecek bir şey bulamadı. Yamadasan’ın sırtına hafifçe vuran Chie, “Hadi gidelim,” dedi. “Zaten kısa bir süre sonra geri dönmek zorundayız.
Keçiler kendi kendilerini güdemeyecekler ne de olsa. Burada zaman kaybetmeyelim.” Yamadasan omuz silkip son bir defa Koyasan’a güldükten sonra, köprüye doğru koştu. Bir yandan da diğer taraftakilere bağırıyor, kendisinin bir kurt olduğunu ve yakaladığı ilk çocuğun bağırsaklarını sökeceğini söylüyordu. Chie ve Mitsuo da büyük bir neşeyle uluyarak onun peşinden gittiler ve mezarlığın üzerini örten sessizliği yırtıp attılar. Koyasan üzüntüyle bu üç çocuğun gidişini izledi, sonra da köprüye göz attı. Ardından da kendi ayaklarına bakarak onlara hareket etmelerini söyledi.
Parmaklarından biri hafifçe oynar gibi olduysa da, sonuçta iki ayağı da bu emre aldırış etmedi. Bir kez daha köprüye bakan Koyasan, o sabah söylediklerini hatırladı. “Bunu yapmak zorundayım,” diye mırıldandı. “Yapmazsam hayatım boyunca benimle dalga geçecekler.” Tüm cesaretini toplayıp sağ ayağını havaya kaldırmaya çalıştı ve kendisini ileriye gitmeye zorladı. Ayağı kalkıp bir süre havada durduktan sonra yere… bir adım ilerideki köprünün üzerine indi. Hava birden buz gibi oldu. Mezarlıktaki oğlanlar ve kızlar bağırıp çağırmaya, ulumaya devam ediyorlardı, ama Koyasan onları duyamıyordu artık. Göremiyordu da. Dünya gri bir boşluk halini almıştı şimdi. Tek duyabildiği şey, derin ve hırıltılı nefeslerdi. Bir zamanlar insan olan, ama artık başka bir dünyaya ait yaratıkların nefesleriydi bunlar. Yavaş yavaş, binbir güçlükle, korka korka sol ayağını öne doğru sürüdü. Şimdi iki ayağı da köprünün üzerindeydi ve bu ilk defa oluyordu.
Derenin üzerinde, iki dünya arasında kalakalmıştı şimdi; hem ilerlemekten ödü kopuyor, hem de cesaretini kaybedip geri gitmemek için var gücüyle savaşıyordu. Midesi bulanıyor, başı zonkluyordu. Birkaç sene önce hastalanıp ateşi çıktığında da böyle olmuştu. Birden nefes almadığını, yüzünün önce kızarıp ardından da morardığını hissetti. Ölülerin sesleri de heyecan doluydu şimdi. Küçük kız burada öldüğü takdirde onlardan biri olacak, onların oynayabileceği ve acı çektireceği yeni bir oyuncak haline gelecekti çünkü. Koyasan onların hızla büyüyen zehirli sarmaşıklar gibi kendisine doğru uzandıklarını hissetti. Diğer çocukların şaşırıp donakalmalarına yol açan bir çığlık atan Koyasan, kendisini yere çivileyen büyüden kurtulup, ciğerlerine kısa ve sığ bir nefes çekti. Hemen sonra da Maiko’yu arkadaşlarının yanında bırakıp, dere üzerinde kendi halinde duran gösterişsiz taş köprüden bir an önce uzaklaşmaktan başka bir şey düşünmeden köye doğru koştu.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Korku - Gerilim Roman (Yabancı)
- Kitap AdıKoyasan
- Sayfa Sayısı88
- YazarDarren Shan
- ISBN9789944696067
- Boyutlar, Kapak13,5x19,5, Karton Kapak
- YayıneviTudem Yayınevi /
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Muhteşem Maurice ve Değişmiş Fareleri ~ Terry Pratchett
Muhteşem Maurice ve Değişmiş Fareleri
Terry Pratchett
Hayalî evrenlerin azametli mucidi Sör Terry Pratchett’ın benzersiz yaratımı “Diskdünya”nın yirmi sekizinci halkası olan Muhteşem Maurice ve Değişmiş Fareleri; efsanevi Fareli Köyün Kavalcısı masalını parodileştiren, Carnegie Madalyalı...
- Genç Bond Üçüncü Kitap “Oyna Ya Da Öl” ~ Charlie Higson
Genç Bond Üçüncü Kitap “Oyna Ya Da Öl”
Charlie Higson
007’nin gençliğine doğru sürükleyici bir maceraya hazır olun! Ian Fleming’in 1950’lerin başlarında yarattığı hayali İngiliz ajan James Bond karakteri, yarım asrı aşkın bir süredir...
- Peter Pan Ölmeli ~ John Verdon
Peter Pan Ölmeli
John Verdon
John Verdon’un şimdiye dek yazdığı bu en şaşırtıcı romanında, her olayı bulmaca çözer gibi ele alan Dave Gurney, polisin belirttiği şekilde işlenmesi imkansız olan...