Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Kötü Kızlar Ölmez
Kötü Kızlar Ölmez

Kötü Kızlar Ölmez

Katie Alender

Alexis sorunlu lise yılları geçiren tipik bir öğrenci olduğunu düşünüyordu. Problemli evlilikleriyle uğraşan bir aile, oyuncak bebeklerine kafasını takmış on iki yaşında bir kız kardeş ve kendisinin anti-sosyal, anti-ponpon kız tutumu… Kız kardeşlerin birbirine yakınlaşmasını sağlayan bir olay sonrasında Alexis, sorunlu hayatının tehlikeli sulara doğru hızla kaydığını fark etmişti. Kız kardeşi Kasey her zamankinden de tuhaf davranıyordu: Mavi gözleri bazen yeşeriyor, oldukça eski kelimeler kullanarak konuşuyor, hatta zaman zaman kendindent geçiyordu ve bu tuhaf davranışlarının farkında bile değildi.

Alexis sorunlu lise yılları geçiren tipik bir öğrenci olduğunu düşünüyordu. Problemli evlilikleriyle uğraşan bir aile, oyuncak bebeklerine kafasını takmış on iki yaşında bir kız kardeş ve kendisinin anti-sosyal, anti-ponpon kız tutumu…

Kız kardeşlerin birbirine yakınlaşmasını sağlayan bir olay sonrasında Alexis, sorunlu hayatının tehlikeli sulara doğru hızla kaydığını fark etmişti. Kız kardeşi Kasey her zamankinden de tuhaf davranıyordu: Mavi gözleri bazen yeşeriyor, oldukça eski kelimeler kullanarak konuşuyor, hatta zaman zaman kendindent geçiyordu ve bu tuhaf davranışlarının farkında bile değildi. Oturdukları eski evde de garip şeyler oluyordu: kapılar kendi kendine açılıp kapanıyor, yanmayan ocakta duran su kaynıyor ve fişe dahi takılmamış havalandırma evi buz gibi yapıyordu.

Alexis tüm bunların kendi aklının bir oyunu olduğuna inanmak istiyordu ama basit yanılsamalar olarak düşündüğü bu olaylar giderek ailesi, kendisi ve öğrenci başkanıyla arasında tomurcuklanmaya başlayan ilişki için tehdit oluşturmaya başlamıştı. Alexis, Kasey’i durdurabilecek tek kişiydi ama ya, bu yeşil gözlü kız artık Kasey değilse?

“Bu kitap ışıklar açık uyumama neden oldu! Zekice ve ürkütücü.”
-Melissa de la Cruz, Asil Kan serisinin New York Times Çoksatan yazarı-

“Tıpkı Stephen King kitaplarında olduğu gibi, Alender’da da uykunuz kaçacak!”
-Margaret Stohl and Kami Garcia, Muhteşem Yaratıklar serisinin New York Times Çoksatan yazarları-

“Kötü Kızlar Ölmez tüylerinizi ürperten, unutamayacağınız anlar yaşatan, ustalıkla yazılmış bir roman.”
-Voya, Starred Review-

“Genç edebiyatı hayalet hikâyelerinden hoşlanan okurlar bu kitabı ellerinden bırakamayacak.”
-Publishers Weekly-

“Sıradışı ve güçlü karakterler sizi kendilerine bağlayacak.”
-Kirkus Reviews-

“Dozunda korku, gerilim ve aşk ile sayfaları hiç durmadan çevireceğiniz, umut vadeden bir ilk roman.” -Booklist-

“Ürkütücü!”
-Horn Book-

“Ürkütücü ve kesinlikle tüyler ürpertici!”
-Xpresso Reads-

***
1

Eve ve ardındaki karanlık gökyüzüne bakarken son derece kıpırtısız bir şekilde dikiliyordum.
Bir sis kümesi aynı önünden sürüklenerek çekildi ve yeni bir küme buluta yer açtı. Bunun da beklediğim, o resmedilesi fonu bana sağlayacağını umuyordum.
İkinci el bir satıştan otuz dolara aldığım yirmi beş yıllık bir Nikon fotoğraf makinesi, tripodun üstünde sabırla bekliyordu.
Ne kadar süredir dışarıda olduğumu bilmiyordum. Saatler geçmiş gibi geliyordu, ama muhtemelen şu bilimsel deneylerde kendisine saatte bir zili çalması söylenen ancak en fazla yirmi dakika sonra o zili çalan denekler gibiydim. Bir anlığına bu akşamlık burada bırakmayı düşündüm. Günler çuvala girmemişti ya.
Ancak aniden etrafımdaki her şey aydınlandı. Ay, paçavraya dönüşmüş bir duvak gibi, bir tutam buğu pusunun içinden ışıldayarak evin arkasında ortaya çıktı.
Başka bir deyişle, manzara mükemmeldi.
Az ışıkta çekilen fotoğrafların pozlama süresi, ben dahil çoğu kişinin kıpırdamadan duracağından uzun oluyordu; bu yüzden ben de makineye vidayla bağlı, sıkabileceğiniz şişkin bir kısım ve kablodan oluşan küçük bir aleti kullanıyordum. Şişkin kısma bastım, enstantenenin açıldığına işaret eden klik sesini duydum ve içimden saymaya başladım. Ona kadar saydığımda bastırmayı bıraktım. Kapak da kapandı.
Bu işlemi birkaç kez daha tekrar ettim. Bir noktadan sonra odak mesafesini değiştirdim ki, evin kendisi odak merkezi olmaktan çıksın ve ön bahçedeki devasa meşe ağacı net bir şekilde görülebilsin. Çok fazla fotoğraf çekemedim gerçi. Parası sizin cebinizden çıkan gerçek film kullandığınızda istediğiniz kadar çekim yapamıyordunuz.
Birkaç dakika sonra bulutlar birbirine karıştı ve manzara eh işte diyebileceğiniz bir görüntüye büründü. Bizimkisi gibi eski ve oymalı padavralarla kaplı, gıcırdayan çıkıntıları olan ve devasa vitraylı camlı bir evin bile doğru dekora ihtiyacı oluyordu.
Şimdi dikkatim fotoğrafların üzerinde olmadığı için durumun ne kadar ürkütücü olduğunun farkına vardım. Aniden, rastgele bir manyağa kolay hedef olabilecek şekilde dışarıda tek başıma dikilmek çok aptalca gözüktü gözüme. Mercek kapağını kapatırken ellerim titriyordu ve nefesim duyulabilir şekilde sesli hale gelmişti. Tüm ekipmanı kavrayıp evin içine kaçmak geldi içimden ama bir yanım korkuya yenilmeyi reddetti. Yavaş ve planlı hareketlerle, makineyi tripoddan ayırdım ve onu yerinde tutmayı sağlayan küçük plakayı söktüm. Fotoğraf makinesinin askısını boynuma geçirip deklanşör kablosunu elime doladım.
Çatırt.
Sesin kaynağını aramak için başımı çevirip baktım.
Derin nefes al. Sadece bir kuş ya da sincaptı. Veya kız kardeşimin annemi sinirden tıslatacağını bildiği halde beslemekte ısrarcı olduğu kedilerden biriydi. Söz oyunu yapmaya çalışmıyordum.
Hışır hışır.
“Gel bakalımmm, kedicik,” dedim yumuşak bir sesle. “Gel pisi pisi pisi…”
Çatırt, güm!
“Kendini göster kedicik,” dedim, bu kez biraz daha yüksek sesle.
Meşe ağacının gövdesinin arkasından bir kafa uzandı.
Kız kardeşim Kasey’nin bal rengi saçını tanımadan önce kalbim üç parende attı.
“Kendini göster mi?” diye sordu Kasey. “Çavuş Miyav, emir ve görüşlerinize hazırdır komutanım.”
Söyleyecek alaycı bir şey bulmaya çabaladım ama hâlâ kendime gelememiştim. Koluna bir tane yapıştırdım ve derin bir nefes aldım.
Birkaç saniye fotoğraf makinesine baktıktan sonra dudakları son zamanlardaki olağan ifadesi haline gelen o asık şekline büründü. Ağırlığını bir ayağından diğerine verip duruyordu. Parmakları, annemizden ona geçen ve pijama üstü olarak kullandığı eski Surrey Lisesi tişörtünün kenarlarıyla hafifçe oynuyordu.
“Ne kadardır oradasın sen?”
Kasey omuzlarınız silkerek saatine baktı. “Bir süredir.”
“Saat kaç?”
“Üçü on altı geçiyor.”
Cidden mi? Bu, üç saattir dışarıda olduğum anlamına geliyordu. O zil çalma deneyinde ortalığın dumanını attırırdım herhalde.
Kasey, ben dışarıda fotoğraf çekerken her zaman peşimde, arkamda dolaşırdı. Makinenin yanında durur ve benim izlediğim şeyi izlerdi. Ama ne yaptığımı, neden bir şeyin fotoğraflanmaya değer olduğunu anlamadığını iddia ederdi.
Ona öğretmeyi denedim ama biraz umutsuz vakaydı kendisi. İlk başladığımızda, fotoğrafları kötü çekilmiş tatil fotoğraflarıymış gibi görünüyordu. Yorucu geçen beş saatin ardından ise daha kötü hale gelmişlerdi. Çünkü bu kez de sanatsal olmaya çalışıyordu. Ortaya sadece bulanıklıktan ibaret, kendine ait bir canlılığı olmayan şeyler çıkıyordu.
Ona endişelenmemesini, belki de yaşı ilerledikçe gerçek yeteneğinin ortaya çıkacağım söylemiştim.
Başka ne diyebilirdim ki? Görünüşteki normal objelerin çizgilerini, şekillerini ve aralarındaki o dengeyi görmeden yaşamanın nasıl bir his olduğunu hayal bile edemediğimi mi? Makinenin arkadaşım gibi olduğunu mu, okuldayken yanımda olmadığında kendimi yalnız hissettiğimi mi? Okulda hiç arkadaşım olmadığı için bu aslında mantıklı bir şeydi.
“Neyin fotoğrafını çekiyordun? Kayda değer bir şey görmüyorum ben,” dedi.
“Açıklardım ama saat üç olmuş,” dedim. “Sana filmi banyo ettiğimde gösteririm, olur mu?”
Başıyla onayladı ve esnedi.
Eve bir bakış daha attım.
Yatak odamızın penceresine gölge yapan dalların arasından hafif bir parıltı sızıyordu.
“Ah, kahretsin!” dedim. “Kasey, şu ışık hangi odadan geliyor?”
Eğer annem ışıkları açıp ortalıkta dolanıyorsa, bu Kasey’nin içeride olmadığını bildiği anlamına geliyordu ve benim de orada olmadığımı anlaması an meselesiydi. Ve bu, bela demekti.
Fotoğraf çekmek için kendini veya Kasey’yi garip ya da potansiyel olarak tehlikeli durumlara sokmak yok kuralı, bir zamanlar orijinali Çatıya çıkma olan kuralın son haliydi. Yapılan her yanlışta, kural evrim geçirdi: Perakende malların fotoğraflarım çekmek yok; başkalarının arazilerinde fotoğraf çekmek yok; Kasey’yi, fotoğraflanmak istemeyen insanları fotoğraf çekmek için araç olarak kullanmak yok. Yakında doğrudan şu şekilde olacağından ise emindim: Fotoğraf makinesini yere bırak, kanepeye otur ve kımıldama.
Ebeveyn aksilikleri ufukta görünmesine rağmen, içimdeki fotoğrafçı bu kadar güzel görünen bir şeyi görmezden gelemedi. Bu tıpkı bir avcının egzotik bir hayvan görüp de hayvanın kafasını duvarına asmak istemesi gibi bir şey. Tabii ki daha az iğrenç hali. Görsel olarak ilginç bir şey gördüğümde, fotoğrafını çekmeyi o kadar çok istiyordum ki neredeyse içim gidiyordu. İçgüdüsel olarak merceğin objektifini açtım ve makineyi gözüme götürdüm.
“Benim odamdan gelmiyor,” dedi Kasey. “Seninkinden de.”
“Tripodu kur,” dedim, elimle durduğu yeri işaret ederek. Sonra dikkatimi ışığa çevirdim.
Hafifti, solgun altın renginde bir parıltıydı ve Kasey haklıydı: İkimizin odasından da gelmiyordu.
Evin içinden bir yerden geliyormuş gibi de görünmüyordu.
Tripodun kurulmasını beklemeden, makineyi mümkün olduğunca sabit tutarak dizlerimi büktüm ve vücudumu hazırlayıp derin bir nefes aldım. Ve deklanşöre bastım.
Birkaç saniye sonra bir fotoğraf daha çektim ve bir tane daha.
“Hazır,” dedi Kasey, makineye takmam için küçük plakayı bana vererek.
Yapabildiğim kadar hızlı bir şekilde makineyi tripoda yerleştirdim ve gözümü vizöre yaklaştırdım.
Işık kaybolmuştu.
Birkaç dakika daha bekledik ama geri gelmedi. En sonunda, objektifin kapağını indirdim ve tripodu katladım.
Kasey birkaç saniyede bir ışığın geri gelip gelmediğine bakarak beni izledi. Gözlerimiz buluştu ve güçlükle yutkundum.
O da neydi öyle? Nereden gelmişti? Neden sönmüştü? Ne o ne de ben, bu soruları yüksek sesle sormadık.
Ama ikimizin de aklında o sorular vardı.
Sessizce bahçe boyunca yürüdük. Neyse ki ekim gecelerinin soğukluğu, o kocaman, genellikle oraya yuvalanmayı seven bir sürü örümceği bahçenin o kısmından uzak tutmaya yetiyordu. Yine de, ne olur ne olmaz diye, önden ben gittim. Kasey ödleğin önde gideniydi ve yerimizi reklam yapacak canhıraş bir çığlığa ihtiyacımız yoktu.
Onu kontrol etmek için döndüğümde aniden durmuş olmalıyım ki bana çarptı.
“Örümcek mi?” diye sordu sesinde panikle.
Başımı hayır anlamında salladım. Onun arkasına, bahçenin önüne doğru bakıyordum. Tam olarak yirmi saniye önce durduğumuz yere.
Az önce ağaçta gördüğümüz solgun parıltıyla aydınlanmıştı.
Ve doğrusu, büyüyormuş gibi görünüyordu.
“Ne?” diye fısıldadı Kasey.
“Şey…” Eğer kız kardeşim bunu görürse kriz geçirirdi. Ona baktım ve gülümsedim. “Yok bir şey.”
Gözümün ucuyla görebildiğim kadarıyla, ışık büyüyordu. Daha sonra büyümediğini, aslında bize yaklaştığını fark ettim.
Bizi takip ediyordu.
“Biliyor musun, galiba küçük bir örümcek gördüm,” dedim.
“Hemen… yürümeye… başla,” dedi Kasey beni sırtımdan iterek.
Geriye doğru son bir bakış atarken yanımdan geçmesine izin verdim. Parıltı ortada yoktu. Ya kaybolmuştu ya da henüz köşeyi dönmemişti.
Gizlilik moduna bürünüp antreden geçerek ikinci kata çıkmaya başladık. Üçüncü, sekizinci ve on birinci basamakları atladık, çünkü bir ölüyü uyandırmaya yetecek kadar sesli gıcırdıyorlardı. Kasey eliyle küçük bir bay bay hareketi yaptı ve yatak odasına daldı.
Tripodu yere, makineyi de şifoniyerin üzerine koydum. Yorgunluk beni etkisi altına almaya başlamıştı. Kıyafetlerimin yerine uzun bir tişört giyip kendime, onun yolunu şaşırmış bir grup ateşböceği olduğunu söyleyerek yatağıma kıvrıldım.
Yani öyle olması gerekiyordu. Başka bir açıklaması yoktu.
Uyumadan önce gördüğüm son şey, o parıltının, penceremin hemen dışındaki meşe ağacının cılız dallarındaki çok silik bir izi oldu.
Yolunu şaşırmış ateşböcekleri, dedim kendime uykulu uykulu. O kadar şaşırmışlardı ki evin içine bile girmeden bizi üst kata kadar takip etmenin bir yolunu bulmuşlardı.

2

Kütüphanenin sol arka köşesindeki çalışma masalarının altı.
Yerde oturmaya gönüllü olmanız gerekiyordu; ama, bu sınıfla takılmamak için ödemeniz gerekecek küçük bir bedeldi: Sıfır öğrenci trafiği, ayaklarınızı rahat rahat uzatacağınız geniş bir yer ve kütüphane görevlisine karşı mutlak görünmezlik.
“Affedersin, Alexis.”
Acı olan şu ki, okul müdiresine görünmez değildi.
“Bu güzel sonbahar günü hangi dersi ekiyorsunuz, Bayan Warren?”
Çantamı kavradım ve çalışma masasının altından çıktım. “Tarih. Ama teknik olarak dersi ekmiyorum.”
Bayan Ames’in ağzının kenarı gülümsemek üzere kıvrılınca boğazını temizledi. Ümit vaat eden bir hareketti bu. “Günüm henüz berbat gitmiyor, o yüzden bu durum biraz komik” ifadesiydi; “Burama kadar geldi artık” bakışı değildi. Siz de müdirenin yanında benim kadar zaman geçirirseniz, onun mizacını öğreniyordunuz.
“Peki, neden tarih dersten sayılmıyormuş?” Bayan Ames konuşurken Şapka Günü, yani okul yılının en sinir bozucu zamanı olan Mezunlar Haftası’nın ilk günü, için giydiği samandan plaj şapkasını düzeltti. Şapka bej rengi spor ceketiyle beraber korkunç görünüyordu, ama bu konuda yorum yapmamayı tercih ettim.
Kütüphaneden çıktık. Öylesine yürüyüş yapıyormuşuz gibi davranmak ne kadar hoş olsa da, nereye gittiğimizi biliyordum. Oraya vardığımızda hangi telefon numarasını arayacağını da biliyordum. Annemin kızının müdiresiyle konuşmak için kim bilir hangi toplantıdan ayrılmak zorunda kalacağını da. Yine. Ve cumartesi günü ceza için hangi sınıfa görünmem gerektiğini de. İnanın ceza, o seksenler filmlerinin eğlenceli cezalarından değildi. O kadar sıkıcıydı ki, insanda gözüne kalem saplama isteği uyandırıyordu. En azından o zaman ayrılabilirdiniz.
İç çektim. “Spor salonundalar. Şölen için süsleme yapıyorlar.”
Eğer tüm bunların parlak bir tarafı varsa o da, salak Mezunlar Şöleni için o salak spor salonunu süslemekten hâlâ kurtulabileceğimde Başka bir cezaya daha kalmak, çok da büyük mesele sanki. Ağustos ayından beri boş cumartesim olmamıştı.
Ama Bayan Ames aptal değildi. “Ah,” dedi, gözlerimin içine bakarak. “Sana ne söyleyeceğim bak; bu olayı hasıraltı yapsak da, sen de sınıfına dönüp yardım etsen?”
Ona bir bakış fırlattım. Bana masum bir gülümsemeyle baktı.
Spor salonuna giden koridora sapıp yürümeye başladık.
“Bu kaçıncı oldu, Alexis?”
“Bu ay mı?”
“Bu yıl.”
Yüzüme düşen pembe saç tutamlarını nefesimle üfledim.
“On iki, Alexis,” dedi. “On iki tane girilmemiş ders. Benim bildiğim kadarıyla bu. Diğer küçük olaylardan bahsetmiyorum bile.”
Küçük olaylar deyişi olayların bazılarının o kadar da küçük olmadığını açıkça belirtiyordu. Şahsen ben, konularda ileride olduğu için bir stajyer öğretmene artık durması konusunda dürüst bir geri bildirimde bulunmanın ya da koronun yıllık defilesi sırasında spor salonunun dışında moda karşıtı gösteri yapmanın neyinin bu kadar büyük suç olduğunu anlamıyordum. Ama galiba böyle düşünen bir tek ben vardım.
“Size söyleyeyim Bayan Warren, lolipop dağıtır gibi cumartesi cezaya bırakmaktan kaçınmamız konusunda baskı var üzerimizde. Uzaklaştırma bu aralar daha popüler.”
Uzaklaştırma.
Tırnaklarımı hafifçe avuç içime gömdüm. Uzaklaştırma, cezaya kalmaktan çok daha kötü geliyordu kulağa. Cezaya kalma herkesin başına gelebilirdi. Ama uzaklaştırma, sosyopatlar içindi.
O yola girmek istediğimden emin değildim.
Tekrar yürümeye başladığımızda içini çekti. “Sende çok potansiyel görüyorum Alexis. Sınav sonuçların çok yüksek ve eğer sen de istersen, iyi şeyler yapabileceğin çok açık.”
Benden başka kimsenin seçimlerimi yapamayacağı konusunda bir nutuk çekmeye başladı. Kafamı onaylarcasına sallıyordum ama aslında yarım kulakla dinliyordum. Uzaklaştırma kelimesi kızgın bir arı gibi kulağımda vızıldıyordu.
Spor salonuna varmıştık.
Tüm tarih sınıfı salona yayılmış, aptal ve anlamsız şölen için aptal ve anlamsız görevler üzerinde çalışıyordu. Tüm kafalar bize çevrildi. Çenemi havaya kaldırdım ve çevreye birkaç küçümseyici bakış fırlattım. Göz teması kurduğum çocuklar ellerindeki işlere geri döndüler.
Görüp görebileceğiniz en aptal öğretmen olan Bayan Anderson (bunu öylesine söylemiyorum, gerçekten yaşandı; “Aborijin” diyebilmek için dört defa uğraşmak zorunda kaldı) hızla yanımıza geldi.
“Bakın burada ne varmış?” diye sordu. “Alexis, ne güzel bir sürpriz. Sanıyorum, ana ofise gidiyordun.”
Bayan Ames kaşlarını çattı. “Hayır. Bayan Warren ve ben konuşuyorduk, umarım gecikmesini mazur görürsünüz. Kendisini sizin becerikli ellerinize bırakıyorum, Bayan Anderson.”
Becerikli elleri, tıpkı küçük olaylar deyişi gibi söylemişti.
“Harika,” diye cevapladı Bayan Anderson.
Bayan Ames bana baktı. “Umarım bugün çalışmalarına kendini tamamen verirsin, Alexis.”
Ah, kesinlikle.
Ama Bayan Anderson işkencenin sona ermesine hazır değildi. Ellerini çırptı. “Alexis! Bugünün Şapka Günü olduğunu unutmuş olmalısın! Pembe saç şapkadan sayılmaz, şaşkın kız! Şansına elimizde fazladan var…” Arkasına döndü ve omzunun üzerinden seslendi. “Jeremy! O kutuyu buraya getir!”
Sahte çiçekleri ve hasır sepetleri birleştirerek gerçekten çok çirkin bir süs ortası hazırlayan çocuk, isteksizce orta boydaki bir karton kasayı aldı ve bize doğru gelmeye başladı.
Hayatta olmaz! Kafamın üzerine dans eden muzlu meyve tabağı geçirirdim de, o mide bulandırıcı şeylerden birinin kafa derime dokunmasına izin vermezdim.
Jeremy takıldı ve kutuyu düşürdü. Şapkalar uçarak dört bir yana saçıldı.
Ne güzel.
“Ne kadar düşüncelisiniz Bayan Anderson,” dedi Bayan Ames, Jeremy beyzbol ve renkli Meksika şapkalarını toplarken. “Ama bence Alexis pek de Şapka Günü kızlarından değil.”
Olay kapanmıştı. Bayan Ames spor salonundan çıktı.
Bayan Anderson bana döndü, sesindeki tüm şevk kaybolmuştu. “Seninle ne yapsak Alexis?” dedi, gözleri odayı tarayarak. “Neden gidip…”
Bayan Anderson’dan ne kadar uzak olursam, o kadar iyiydi.
“…Pepper’a yardım etmiyorsun?”
Pepper mı?!
“Bu sınıfta bile değil o,” diye karşı çıktım.
Bayan Anderson muzaffer bir edaya büründü. “Şey, Alexis, tüm ponpon kızlar bugün yardım ediyor. Bu yüzden gidip Pepper’a adını kaydettir ve ihtiyacı olan her şeyi yapmaktan mutluluk duyacağını söyle.”
Mutluluk duymak benim seçeceğim tabir olmazdı.
“Düzgün değil!” dedi Pepper. Parıltılı turuncu saçının çoğu kısmı saçmalık derecesinde pembe bir berenin içine tıkıştırılmıştı, ama bir tutamı aşağıya sarkıyor, sol gözünü kapatıyordu. Sağ gözüyle bana dik dik baktı.
Uzun bir iç çekişi bastırmak zorunda kaldım. “Pepper… Yemin ederim… Afiş… Düzgün… Duruyor…”
Yaklaşık beş dakikadır, üzerinde EVİNİZE HOŞ GELDİNİZ MEZUNLAR! yazan plastik bir afişin karşılıklı iki ucunda duruyorduk ve ne zaman yerleştirsek, Pepper şöyle bir bakıyor ve yeterince iyi olmadığına karar veriyordu.
“İyi görünmüyor,” diye sızlandı.
“Çünkü tek gözünle bakıyorsun,” dedim. “Derinlik algın yok.”
Burnunu çekti ve gözlerini devirdi.
Şunu açıklığa kavuşturalım: Pepper Laird bir ponpon kızdı. Bu yüzden, olduğu yerde zıplamaya ve kollarını uzun süre zarfında havada tutmaya alışıktı.
Ben, yani Alexis ise ponpon kız değildim. Aslına bakarsanız, anti-ponpon kız gibi bir şeydim. Yani Pepper pazu ve kalça kasları üzerinde çalışırken, ben geri kalan dışlanmışlarla birlikte tribünlerin altında sürtüyordum.
Ama bunun bana zor geldiğini Pepper’a hayatta söylemeyecektim. Afişin kendi tuttuğum yarısını bıraktım. “Unut gitsin,” dedim. Damarlardan yayılan kanla kollarım yandı. “Çok aptalca. Bunu yapmayacağım.”
“Yapmamız gerekiyor!” dedi Pepper. “Ve senin de yardım etmen gerek, yoksa Bayan Anderson’a söylerim.”
Ah, kesinlikle söylerdi. Sonra bir de Bayan Ames ile bugün ikinci kez uğraşmak zorunda kalırdım. İyi niyeti ve içimdeki potansiyeli görme kabiliyeti, muhtemelen bugünlük tamamen kullanılmıştı.
Kollarımı esnetmeye karar verdim ve Pepper’a doğru kızgın bir ses çıkardım.
“Seni ucube!” dedi.
Bu benim için yeni bir kavram değildi.
“Sen ve o aptal pembe saçın” -hâlâ yeni bir şey demiyordu- “ve ucubik ailen.”
Bu kısım yeniydi işte.
Surrey Lisesi’nin bunaltıcı dünyasında beni ve Pepper’ı ayıran güçler, bir konuda birleştirmeye karar vermişti: aile. Kız kardeşlerimiz, özellikle belirtmek gerekirse. Kasey, Pepper’ın kardeşi Mimi ile dördüncü sınıftan beri yakın arkadaştı. Kavga ettikleri zaman, etmediklerinden çok olan çocuklardandılar ama yine de birbirlerine yapışık yaşarlardı.
“Büyü biraz,” dedim. “Ailemi de rahat bırak.”
Pepper iyice doğruldu. “Şizofren kardeşin Mimi’yi rahat bıraktığı sürece benim için hava hoş.”
Yüz ifademdeki kızgınlık yerini kafa karışıklığına bırakmış olmalıydı.
“Kolu,” dedi Pepper.
Mimi yaklaşık bir ay önce bizim evde kolunu kırmıştı, ama bu bir kazaydı. Koridorda koşarken Kasey’nin odasına gireceği sırada halı yüzünden ayağı kaymıştı. Böyle şeyler birden oluverirdi işte.
Ama düşünüyordum da, Mimi’yi bu aralar pek görmemiştim.
“Yani?”
“Kardeşin benimkinin kolunu kırdı,” dedi Pepper.
“Ah, yapma lütfen.”
“Mimi bana tüm hikâyesiyi anlattı. Annemize söylemeyecek, çünkü Kasey için üzüldüğünü söylüyor. Ama bence kız kardeşinin cani manyağın teki olmasından korkuyor.”
Tamam, çok popüler ya da arkadaş canlısı değildim ve hiç arkadaşım yoktu. Ama oracıkta dikilip kimsenin kız kardeşime laf atmasına izin verecek değildim. Evet, hassas biriydi; fakat hayır, cani bir manyak değildi.
Pepper’a doğru bir adım attım. İrkildi ama geri çekilmedi.
“Anla işte Alexis. Kasey kafayı sıyırmış!” Gözlerini kıstı. “Kardeşimin tek yaptığı, o aptal oyuncak bebeklerinden birine dokunmaya çalışmak olmuş…”
Pepper atıp tutmaya devam etti, fakat dikkatimi vermiyordum. Geri adım atmıyordum, sadece aniden kavga edesim gelmemişti.
Çünkü o tek bir kelime, bebekler, çok anlamlı gelmişti.
Çoğu insan, bizim aptalca ya da en azından saçma olduğunu düşündüğümüz şeyleri büyük istekle toplardı: taşların üzerine yapıştırıcıyla tutturulmuş hareketli gözler, deniz kabukları, hayvan şekilli mumlar ya da mitolojik yaratıklar.
Kasey’ninki ise oyuncak bebeklerdi.
Bu tutkunun ne zaman başladığını bile hatırlamıyordum. Yıllar önceydi. Kasey’nin kısıtlı harçlığını, doğum günü ya da Noel parasının her kuruşunu ve Tanrı bilir başka neleri düzinelerce oyuncak bebek almak için kullandığı zaman kadar önce.
Ve eğer kız kardeşim binlerinin canını yakacaksa, bu değerli bebek koleksiyonunu korumak için yapardı.
Pepper afişin kendi tarafındaki kenarını kavradı. “Hadi şunu yapalım da senden bir an önce uzaklaşabileyim,” dedi.
“Hislerimiz karşılıklı,” diye cevap verdim.
Afişi bir kez daha havaya kaldırdık.
“Durun… mükemmel oldu,” dedi bir ses. Kimin konuştuğunu görmek için kafamı çevirdim.
Ah, harika!
Kendinden fazlasıyla emin olan Megan Wiley, daha ikinci sınıfta olmasına rağmen okulun ponpon kız takımının yardımcı kaptanıydı ve ah, benim baş düşmanımdı (buna sonra değineceğim); afişi şöyle bir inceledi ve çekiçle çivi alıp geri döndü. Başka tek kelime etmeden duvarın iki yanını da çiviledi.
Olay şu:
Sınıfta bir konuda çekinmeden konuşan ben olursam, müdirenin odasına yollanıyordum. Ama Megan konuşursa, “güçlü ve haklarını savunan örnek öğrenci” oluyordu. Okul arazisinde satış otomatı bulundurmanın, okul yönetimimizin özel şirketlerden çıkar sağladığının bir göstergesi olduğunu söyleyen birkaç el ilanı dağıtmıştım ve cumartesi günü cezaya (başka ne olabilirdi ki?) kaldım. Öte yandan Megan yemekhanede yöresel yemeklerin servis edilmesi hakkında bir kampanya başlattı (ah, ve lüüüüüüütfen o gazoz makinelerinden kurtulabilir miyiz?) ve yerel gazete kızın hakkında makale yazdı.
Tıpkı benim gibiydi, ama değildi. Hiç benim gibi değildi. Altın kız olan oydu, bense… üstü çizilmiş biriydim.
Bu yüzden ondan biraz nefret ediyorsam beni mazur görün.
Salonda beni Bayan Anderson’ın gözlerinden saklayacak bir yer bulmak için göz gezdirirken, Pepper da biraz ileriye doğru yürüdü, durdu ve afişe baktı. Tanrı’ya şükür düzgün duruyordu.
“EV, KALBİN OLDUĞU YERDEDİR.”
SURREY MEZUNLARI MEZUNLAR GÜNÜ ŞÖLENİ EVİNİZE HOŞ GELDİNİZ MEZUNLAR!
Birkaç metre ileride, Megan da bakıyordu. Gözlerimiz kilitlendi.
“Kutlamayı lisenin spor salonundan daha şık bir yerde yapma zahmetine girmemişlerse, toplanan bağışa katkıda bulunur muyum bilemiyorum,” dedi, ben daha cevap veremeden. Bakışları brandaya takıldı ve ben bir anda şapka bile giymediğini fark ettim. Geçen Cadılar Bayramı’ndan kalan, şeytan boynuzlu bir saç bandı takıyordu.
“Hımm,” dedim ve oradan uzaklaştım.
Sanırım Megan, kendi çapında, diğerlerinden gerçekten farklıydı.
Ama ondan hâlâ nefret ediyordum.

3

Bir zamanlar, bir “en iyi arkadaşım” vardı. Adı Beth Goldberg’di. Bethle ikimiz o zamanlar bir sürü belaya bulaşıyorduk ama insanlar bunu “afacanlık” olarak görüyor ve üzerimize fazla gelmiyorlardı. Aynı işi iki kişi yapınca komik ve kurnazca sayılırken, bir kişi tek başına yaparsa asice ve asosyalce oluyordu.
Her zaman Bethle sonsuza dek en iyi arkadaşlar olarak kalacağımızı düşünmüştüm. Ama sekizinci sınıfın ortasında Goldbergler “dünyanın en çekişmeli boşanması”’nı yaşadılar.
Beth de biraz kendini dağıttı.
Onu suçlamıyordum aslında. Babası, yirmi bir yaşındaki diş doktoruyla ilişki yaşamaya başlayınca, Beth de marketteki abur cubur reyonuyla bir ilişki yaşamaya başlamıştı. Küçük çocukların oyuncak ayılarını yanında taşıması gibi, o da yanında atıştırmalık kekler taşıyordu. On kilo falan aldı ama ben çok da büyütülecek bir şey olduğunu düşünmemiştim. Yaşadığı şok geçince normal kilosuna geri döneceğini varsaymıştım.
Maalesef, bunu fark eden tek kişi ben değildim.
14 Mayıs, Surrey Lisesi’nde “Eğlence ve Spor Günü” olarak kutlanıyordu, bu yüzden spor salonu yerel sağlık kulüplerinin kurduğu stantlarla dolmuştu. Doktorlar, diş doktorları ve spor derneklerinin hepsi, bize patates çuvalına dönmememiz konusunda dil döküyordu. Bu kısımda sorun yoktu. Sorun, tüm okul sekizinci sınıf ponpon kızların fitness programını oturup izlemeye başladığında ortaya çıktı.
Bir PowerPoint sunumu hazırlamışlardı ve biraz salakça olsa da, fena başlamamıştı. Yanlış yazdıkları kelimeleri bulmak eğlenceliydi; “sepzeler” ve “karbonhitratlar” ve çokça “proteyn” almayı unutmayın. Beth ve ben oturup bunlara gülmüştük. Güzel zamanlardı.
Sonra sıradaki bölüm geldi. Moda dergilerindeki ŞUNU YAPIN ve ŞUNU YAPMAYIN sayfalarını bilir misiniz? Mesela şunun gibi: “900 dolarlık o iğrenç fuşya süveterinizi, o gülünç 400 dolarlık kemerinizle kombin YAPIN” veya “İç çamaşırınızı pantolonunuzun üzerine giyerek evden çıkmak gibi bir hata YAPMAYIN.”
Ponpon kızlar da böyle yapmıştı. Bizim okuldan çocukların fotoğraflarını kullanmışlardı sadece.
“Düzenli aralıklarla egzersiz YAPIN.” Araya birkaç ponpon kızın, ağırlık kaldırırmış gibi yaparken çekilmiş, gerçekten çok güzel görünen fotoğrafı sıkıştırılmıştı.
“Beden dersinde kenarda OTURMAYIN.”
Fotoğraftaki çocuğun gözlerinin üzerine tıpkı dergideki gibi siyah şerit çekilmişti, ama gören herkes o kişinin kreşten beri aşırı kilolu olan Javier Delgado olduğunu anlayabilirdi.
İşte o anda çoğu kişi gergince gülmeye başladı.
Ve Beth’le ben de gülmeyi kestik.
“Çokça taze mahsul YİYİN.” Kira Monroy ve Megan Wiley’nin yemekhanenin dışında zarifçe salata yediği bir fotoğraf konulmuştu.
“Yemek sırasına ikinci defa GİRMEYİN.”
Ve işte karşımızdaydı.
Beth’in bir fotoğrafı.
Tamam, gözlerinin üzerinde siyah bant çekilmişti, ama o olduğu çok belliydi. Üzerinde en sevdiği gökkuşağı desenli çizgili kazağı vardı. Nordstrom’dan alınmıştı ve çok pahalıydı. Artık dar gelip yeni göbeğini açıkta bıraksa da onu giymeyi çok severdi.
Beth bundan sonra okula gelmek istemedi. İlk zilden sonra hemen annesinin arabasına bindi, öğle yemeklerini ana binada yedi, son zilden beş dakika erken çıkabilmek için özel izin aldı. İzni muhtemelen Bayan Goldberg’in ve Javier Delgado’nun annesinin okul yönetimini dava etmekle tehdit etmesi sayesinde almışlardı.
Ponpon kızlar ufak bir ceza aldı. Birkaçınız, yönetimin ceza alanların minikler takımına dönmesine izin vermemesi için imza toplamaya başladık. Okul öğretmenleri ve veliler dahil yüzlerce imza toplamıştık. Surrey Lisesi’nin takım koçu da bunu uygun buldu ve tüm takımın elemelere katılmasını yasakladı.
Fakat büyükler takımındaki ponpon kızlar kız kardeşlerine destek olmaya karar verdiler. Minikler takımını bırakıp direkt kendilerininkine katılmaya davet ettiler.
Bunlar olurken, Beth’le annesi evlerini satılığa çıkardı ve Florida’ya taşındılar.
Yani hem en iyi arkadaşım gitmişti hem de ponpon kızlar ve onların sersem takipçileri dilekçenin benim başımın altından çıktığını düşündükleri için (ki evet, ben sorumluydum) bana karşı açıkça kaba davranmaya başlamışlardı. Yüzüme kapı çarpmalar, sırama ve dolabıma bırakılan iğrenç notlar, onları duyabileceğim yerde benimle dalga geçmeler.
Böylece ben de sınıfta sessizleşmeye ve diğer çocuklara onlardan korkmadığımı göstermenin yollarını bulmaya başladım. Bana baktıklarında gözlerimi onlara diktim, benimle konuşurlarken üstlerine yürüdüm veya adımı söylediklerini duyduğumda onlara doğru yürüyüp kişisel alanlarına girdim. Ne zaman fırsatını yakalasam, haklarındaki dedikoduları abartıp yayıyordum ve çok kötü şeyler söylüyordum. Kira Conroy’un alışveriş merkezinde hırsızlık yaptığını öğrenince, herkesin öğrenmesini de sağladım. Yılbaşı arifesinde beş bira içip altına eden kızı da, California Güzellik Yarışması’nın ödül töreninde ayağına takılıp sahneden düşen kızı da duyar duymaz ortalığa yaydım.
Savaşta her şey mübahtı, değil mi?
Böylece birden hiç kimse olmaktan çıkmıştım.
Ben de birisiydim.
Hem de herkesin korktuğu birisi.
Megan Wiley ponpon kızların kaptanı olduğu için, okul Yılın Öğrencisi ödülünü ona vermedi. Öğrenci topluluklarının yıldızı ve ponpon kızların tartışmasız bir şekilde kraliçesi oluşuna bakılırsa, Eğlence ve Spor Günü sunumunun onun fikri olması beni şaşırtmazdı. Öyle olmasa bile, başkasını ispiyonlayacak ve kendisinin yapmadığını söyleyecek biri değildi.
Okulun son haftasının cumartesi günü Beth ve annesi taşındı. Bağlantıyı koparmamaya çalıştık. Gerçekten. Ama sanırım gösterişli özel okula gitmek insanın önceliklerini değiştiriyordu. Haftada bir kez konuşacağımıza yemin etmişken, bir baktım üç ay içerisinde ortada plan falan kalmamıştı. Beth, Zone diyetine başlayacağını ve Prada çanta (pardon, el çantası) istediğini söylemeye başladığında, bunun sonun başlangıcı olduğunu anlamıştım. Ben de geçen sene saçımı pembeye boyadım, bu da sonun sonuydu. Öyle işte.
Beth gittiğinden beri hiç iyi arkadaşım olmadı.
Aslına bakarsanız, hiç arkadaşım olmadı.
Aslında Kasey vardı. On üç yaşındaydı, benden iki yaş küçüktü ve şu tebrik kartlarına inanırsanız, aramızda özel bir bağın olması gerekiyordu. İyi anlaşıyorduk, ama ortaokula başladığından beri, gitgide sanki arkadaşı değilmişim de başı sıkıştığında koşacağı güvenli battaniyesiymişim gibi hissetmeye başladım.
Kasey, ben ve hatta Mimi bir zamanlar beraber takılırdık. Haylazlıklar yapar, filmler izlerdik. Ama eskiden eğlenceli ve havalı olan kız kardeşim gittikçe evhamlı, aşırı hassas, oyuncak bebek takıntılı bir harabeye dönüştü. Şimdi olayımız daha çok, “Büyük kötü kız kardeş, ürkek küçük kız kardeşini koruyor” şeklindeydi. Eğer tebrik kartlarını hazırlayan şirketler, “NE ZAMAN KORKSAM YA DA SIKILSAM YANIMDAYDIN” diyen kartlar üretmeye başlamazsa, aramızdaki ilişki Hallmark’ın standartlarını karşılamıyor demekti.
Okulda takıldığım bir grup vardı ama davranışları bıktırıcı olmaya başlamıştı. Onlara taktığım gizli isim Kıyamet Mangası’ydı. Herkes ürkütücü ve garip olduklarım düşünüyordu, onlar da isimlerini yaşatmak için çalışıyorlardı. Bazıları iyi çocuklardı ve bence bunu başarabilirlerdi… bu kadar çok uğraşmayı kesselerdi.
Yani demeye çalıştığım şuydu: Sırf herkesle aynı olmamak için zımbalı manşetleri olan ve sizi vampir özentisi gibi gösteren kıyafetler giymenize gerek yoktu. Birincisi, görünüşüme o kadar çaba harcamak için fazla tembeldim. İkincisi, aynı tonda olmayan siyahlar giymek konusunda çok paranoyaktım. Bu yüzden genellikle kot ve tişört giymekle yetiniyordum.
Tarih dersinden sonra dolabıma uğradım. Kıyamet Mangası’nın tanıtım yüzü sayılabilecek olan Lydia Small yanıma yaklaştı ve başını benimkinin yanındaki dolaba dayadı. İnsanlara, herhangi bir şeye karşı ilgi duymak için çok fazla emo ve gotik olduğu izlenimi vermek için çok fazla zaman ve enerji harcıyordu. Yine de, üzerine bir avuç plastik örümcek yapıştırılmış gelin duvağı giydiğini fark ettim.
Lydia kaba, herkese hükmetmeyi seven, kendini beğenmiş biriydi ve dürüst olmak gerekirse onunla takılmayı yeğleyeceğim birkaç kişi vardı. Ama birden ortaya çıkma gibi bir huyu vardı. Bu davranışlarından dolayı insanlar söylediği şeyi yapmaya meyilliydi. Yani öğle yemeğinde yanımda oturan kişiye, “Kımılda, solucan,” derse o kişi başka yere giderdi.
Tüm korkularıma rağmen Lydia ve ben bu aralar bayağı çok takılıyorduk. Sinemaya gitmiş, alışveriş merkezinde insanları izlemiş, öğle yemeklerinde sürekli beraber oturmuştuk. Pervanenin ışığa çekilmesi gibi bana çekiliyordu o da. Aslına bakarsanız, karşıt duyguları birlikte yaşamamın onu benimle takılmaya bu kadar istekli yapmasından şüpheleniyordum.
En iyi arkadaş kumaşından değildi, ama etrafımda olmasına alışmıştım.
“Pepper Laird’in bana ne söylediğine inanamazsın,” dedim. Lydia bir an sessiz kaldı. Halden anlar bir şey demesini bekledim.
“Off,” dedi. Mantıklı bir başlangıçtı. Açıklama yapmak için derin bir nefes aldığımda, Lydia’nın gözleri büyüdü. ”Sabrina Woodburn saçını siyaha boyamış. Kim olduğunu sanıyor, Morticia Adams mı? Bando takımında bir de… Ne özenti ama.”
“Sen de geçen senenin ilk yarısına kadar Glee Kulübü’nde değil miydin?” diye sordum.
Lydia hızlıca cevap verdi. “O tamamen farklıydı.”
“Tabii,” dedim. “Kendini böyle kandırmaya devam et.”
Bakın şimdi, eğer birisi benimle bu şekilde konuşursa fikirlerini alıp nereye sokmaları gerektiğini söylerdim ve arkadaşlığımızın bittiğini varsayardım. Ama Lydia sadece dudak büktü ve koluma girdi.
Konferans salonuna doğru yürümeye başladık birlikte. Bir grup ponpon kızın yanından geçerken, Lydia dilini çıkardı ve dilindeki piercingi dişine vurmaya başladı.
Korkmuş bir sürü halinde geri çekildiler. “Ah, ne kadar da olgunca,” dedi kızın biri.
Yürümeye devam ettikçe kalabalık seyrekleşmeye başladı. Megan Wiley’yi dolabın birine yaslanmış ve ciddi bir şekilde, pembe kovboy şapkası giymiş bir kızla konuşurken gördüm. Kız o kadar şiddetli ağlıyordu ki, rimeli gözlerinden aşağı akmıştı. Kızın adı Emily Rosen’dı. Onunla İspanyolca dersi alıyordum. İyi biriydi.
Durmamıza mahal kalmadan Lydia’yı sürükleyip götürmeyi planladım ama gözyaşlarını gördü ve hemen durdu.
“Heeey, Em!” diye bağırdı.
“Ne yapıyorsun?” diye sordum bıyık altından, hem Megan hem de Emily bize bakarken.
“Rory Hendersonla olan büyük geceni duydum,” dedi Lydia tatlı bir şekilde. “O söz yüzüğünü babacığına geri vermek zorunda kalacaksın şimdi, ha?”
Emily bir an dondu kaldı, sonra tekrar haykırmaya başladı. Elimi Lydia’nın koluna kenetlerken Megan bize kötü bir bakış fırlattı.
Bizi kurtaran tek şey, Rory Henderson’ın fiyakalı girişi oldu. Rory, sırf babası zengin bir avukat ve annesi de bir zamanlar on ikinci kanalda hava durumu sunan kız olduğu için popülerdi. Çok yakışıklı sayılmazdı ve arkadaş çevresi, komik olmasa da söylediği her şeye gülen bir avuç salaktan oluşuyordu.
“Hey, Rory, seni koca aygır!” diye cıvıldadı Lydia. Rory de ona yarım ağızla gülümsedi. Kız kahkahalara boğuldu. Gözümün ucuyla Megan’ın dik dik baktığını görebiliyordum.
“Tanrım, Lydia, çok sinir bozucusun!” diye tısladım.
Lydia hiçbir şeyi umursamadığını anlatan o gülüşüyle güldü. “Aynen, biliyorum.”
“Emily’ye bunları söylemek zorunda değildin.” Emily son derece tatlıydı ve okula gitmediğiniz günlerde size notlarını vermeyi teklif edecek türden bir kızdı.
“Hak ediyor,” dedi Lydia lay lay lom havasında. “Baksana, Wiley ile pek sıkı fıkı.”
Emily ve Megan’a bakmak için kafamı çevirdim ama gördüğüm ilk şey Rory oldu.
Kıpırtısız bir şekilde olduğu yerde dikiliyor ve koridorun sonunda bir şeye bakıyordu. Bir saniye sonra, baktığının Megan olduğunu fark ettim. Daha doğrusu tam tersiydi. Megan, Rory’ye bakıyordu ve görünüşe göre bu pek de hoşuna gitmemişti. Kıpkırmızı yanakları solgunlaştı ve çevresindeki çocuklara gergin bir bakış fırlattı.
“Bilemiyorum Rory,” dedi Megan. Sesi alçaktı, fakat gayet iyi duyuluyordu. Altı metrekare içerisindeki herkes onları dinliyor ve izliyordu. “Söylenenlerin doğru olması oldukça imkânsız görünüyor. Yani geçen sene Jessica’nın bize mezuniyet balosundan sonra söylediğini göz önüne alırsak… Hani bazı şeylerin… kalkış yapamaması hakkında?”
Takımın on birinci sınıf bir üyesi olan Jessica Xiong, ışıl ışıl gülümsedi ve el salladı.
Sonra hep birlikte ponpon kızlar kıkırdamaya başladılar ve bu da herkesin gülmesine neden oldu.
Rory’nin yüzü kıpkırmızı oldu. Kafasını eğdi ve koridordan resmen koşarak çıktı, ekibi de utanarak onu takip etti.
Lydia beni sürükleyerek oradan götürdü. “Aman Tanrım, geçen akşam kızın neler yaptığını anlatışını bir duysaydın. Çok edepsizdi… Ponpon kızlardan çok sıkıldım. Çok çirkefler!”
Çirkeflik yarışması olsaydı, Kıyamet Mangası muhtemelen altın madalya kazanırdı. Ya da en azından gümüş. Ama bunu Lydia’ya söylemedim tabii. İltifat olarak alırdı.
Geçen sene Lydia’nın Glee Klübü’nde olduğunu bilmekle kalmıyor; sekizinci sınıfta Oz Büyücüsü’nde Dorothy’yi oynadığını, izlemek istediği tüm Broadway şovlarını ve tanışmak istediği tüm oyuncuları anlattığı BRDWYDİVA adlı bir bloğu olduğunu da biliyordum. Sonra birden bir gecede değişmişti ve örümcekli duvaklı Kıyamet Prensesi olup çıkmıştı.
Lisenin acınası tarafı da buydu işte. Herkes olmadığı kişi olmak için uğraşıyordu. Daha kim olduğumuzu bile bilmiyorsak, başka biri gibi davranmayı bırakın, nasıl kendimiz gibi davranabilirdik ki?
Benim problemim, uyumsuz tiplere bile uygun olmamamdı.
Hiçbir yere uymuyordum.
Bir an kollarını etrafa abartılı bir şekilde sallayıp hikâyeyi olduğundan daha da fazla dramatikleştirerek anlatan Lydia’nın yanında yürüyordum, bir an sonra kapı açıldı, alnıma çarptı ve beni yere yapıştırdı.
Öylece oluverdi işte. Yere yapıştım derken, aynen nakavt olmuş gibi olmaktan bahsediyordum. Kıçımın üzerine düştüm. Sanırım kafatasımın üzerine düşmekten iyiydi ama hâlâ berbat bir şeydi.
Bozuk para gibi kokan karanlık bir odada yalnız olduğumu düşünerek birkaç saniye oturup kaldım olduğum yerde. Sonra çevremden gelen sesleri duymaya başladım ve görüşüm geri geldi.
Lydia bana bakmak için sol tarafımda yere çömeldi, sağ tarafımda ise bir öğretmen olayın kontrolünü ele almak için var gücüyle uğraşıyordu ve önümde ise sarı saçlı, gözlüklü bir oğlan duruyordu.
İlk düşüncem şu oldu: Gerçekten çok tatlı. Kıvırcık sarı saçları, kocaman kaygılı mavi gözleri vardı.
İkinci düşüncem ise şuydu: Dur bakalım, ben bu kıvırcık saçları ve koca mavi gözleri tanıyorum.
Tekrar gözlerimi kapadım ve başım acımaya başladı.
Tarih departmanının tüvit ceketli demirbaşı olan öğretmen elimi tutarak ona birkaç kere hafifçe vurdu. “Uyanık kalmaya çalış; sarsıntı geçiriyor olabilirsin.”
Gözlerinizi kapatmanın insana acıyı hissetmeme konusunda yardım ettiği de yoktu ya. Şikâyet etmeden gözlerimi açtım.
Hâlâ oradaydı, bana bakıyordu. Tarih öğretmenini kastetmiyordum. Ondan bahsediyordum.
Carter Blume.
“Adını biliyor musun?” diye sordu öğretmen.
Tamam, ilkyardım sürecinde sorulacak ilk soru buydu, ama gerçekten adınızı biliyorsanız sorulması gerçekten çok sinir bozucu oluyordu. Başımı evet anlamında salladım ve cevap vermeye hazırlandım.
“Adı Alexis!” diye bağırdı Lydia, yardımcı olmak istercesine. “Aman Tanrım, Alexis, iyi misin?”
Gözlerimi kıstım. “İyiyim ben.” Bağırışı baş ağrımı daha fena yapmıştı.
“Alexis Warren,” dedi Carter.
Ona baktım ve o da gülümsedi.
“Kapıyı açmakla suçlu kişi benim,” dedi. “Çok üzgünüm.” Elini uzattı. Aslında tokalaşmamızı istediğini anlamam uzun sürdü. Sanki bir çift yaşlı adam falandık. Gülüp geri çekene kadar yüzümde boş bir ifadeyle eline baktım.
Lydia beni ayağa kaldırmaya çalıştı. Öğretmen ona yardım etti, Carter ise arkalarında öylece durdu.
“Yapacağını yapmadın mı zaten?” Lydia bağırdı. “Neden Genç Cumhuriyetçiler’e dönmüyorsun sen?”
Lydia’yı görmezden geldi.
“Çok özür dilerim,” dedi gözlerimin içine bakarak.
Dikkatli ol Alexis. Bakışlarımı ondan başka yere çevirdim. Carter gibi birinden hoşlanma tehlikesi altında olduğumdan değildi tabii. Gözleri çok ışıltılıysa ne olmuştu yani? Ve sarı bukleleri bir bebeğinki gibi yumuşak görünüyorsa kimin umrundaydı?
Benim tipim değildi o. Aslında benim bir tipim yoktu. Tabii üniversiteli oğlanlarla çıkmak istediğim falan da yoktu. Ama her zaman Yakışıklı Prensimin Surrey Lisesi’ndeki uygun seçeneklerin arasında olmadığını varsaymıştım.
Ona öylece baktığımı fark ettim, ama sağ olsun zil çaldı ve ânı böldü.
“Kliniğe gitmelisin,” dedi öğretmen. “Hemşire sana bir baksın.”
“Ben de gelebilir miyim?” diye sordu Lydia telaşla. “Ben onun en iyi arkadaşıyım.”
Hayır değilsin, diye düşündüm.
“Bence tek başına da gayet iyi,” dedi.
“Onunla ben gitsem iyi olacak Bay Daley,” dedi Carter. “Benim hatamdı… Çok uzun kalmam.”
Öğretmen ona şüpheli bir bakış attı ama onayladı. “Beş dakika.”
Lydia burnundan sesli bir soluk koyverdi ve saatine baktı. “Galiba derse girmem gerekiyor Alexis…” Onu da davet etmem için açık bir mesajdı bu.
“Peki, tamam,” dedim. “Sonra görüşürüz.”
Öğretmen sınıfa girerken Lydia da ağır ağır uzaklaşmaya başladı. Saldırganımla yalnız kalmıştım.
“Bunu yapmana gerek yok,” dedim. “Yardım almadan da gidebilirim.”
“Benim için bir zevk,” dedi.

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. On Üç Kutsal Yadigar ~ Colette Freedman, Michael ScottOn Üç Kutsal Yadigar

    On Üç Kutsal Yadigar

    Colette Freedman, Michael Scott

    On Üç Kutsal Yadigar Kutsal yadigarlar.İlkel ve ölümcül bir güçle donatılmış kadim nesneler. Fakat onlar bu dünyanın koruyucuları mı yoksa dünyanın sonunu getirecek anahtarlar...

  2. Akıl Çağı – Özgürlük Yolları 1 ~ Jean-Paul SartreAkıl Çağı – Özgürlük Yolları 1

    Akıl Çağı – Özgürlük Yolları 1

    Jean-Paul Sartre

    20. yüzyılın en özgün seslerinden biri olan Fransız yazar ve düşünür Jean-Paul Sartre’ın yaşamöyküsü, art arda sıralanmış bir reddedişler bütünü olarak tanımlanabilir. Sartre Tanrı’yı,...

  3. Her Gün Yeniden ~ Alice LaplanteHer Gün Yeniden

    Her Gün Yeniden

    Alice Laplante

    Eşsiz… Şiirsel ve sarsıcı. – The New York Times Book Review Hatırlamak, unutmak ve yeniden hatırlamak üzerine sarsıcı bir roman Geçmişinde başarılı bir cerrah...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur