Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Köşeye Kıstırmak
Köşeye Kıstırmak

Köşeye Kıstırmak

Paul Auster

Ünlü beyzbol oyuncusu George Chapman, bir kaza sonucu sakat kalır ve sporculuk yaşamı sona erer. Politikaya atılır, senatör adayı olur. Kusursuz bir kahramandır; zarif…

Ünlü beyzbol oyuncusu George Chapman, bir kaza sonucu sakat kalır ve sporculuk yaşamı sona erer. Politikaya atılır, senatör adayı olur. Kusursuz bir kahramandır; zarif bir eşi, mutlu görünen bir yaşamı vardır. Ne var ki bir gün bir tehdit mektubu alınca eski dostu Dedektif Max Klein’ın kapısını çalmak zorunda kalır. Hayatı bir anda allak bullak olmuştur. Köşeye Kıstırmak, Paul Auster’ın yazarlık serüvendeki ilk durağı. 30 yıl evvel Paul Benjamin imzasıyla basıldığında, usta bir yazarın gelişini müjdelemişti. Şaşırtıcı, alışageldik kalıpların dışında, sürükleyici bir polisiye…

1

George Chapman beni aradığında mayısın ikinci salısıydı. Adımı avukatı Brian Contini’den öğrenmiş. Bir soruşturmayı üstlenip üstlenemeyeceğimi sordu. Arayan bir başkası olsa duraksamadan hayır derdim. Zengin bir taşralı ailenin on dokuz yaşındaki kızını bulacağım diye üç haftadır canım çıkmıştı ve o anda isteyeceğim en son şey yeni bir müşteriydi. Aramadığım yer kalmamış; sonunda kızı Boston sokaklarında fahişelik yaparken bulmuştum. Kızın bana söylediği tek şey, “Siktir git polis bozuntusu. Benim anam babam yok, çakıyor musun? Sen geçen hafta köpeğin tekini düzmekle meşgulken ben daha yeni doğuyordum,” demek oldu. Yorgundum, biraz dinlenmeye ihtiyacım vardı. Aile, kızlarının yaşadığını öğrenince, bana fazladan bir para vermişti; o parayı Paris’te yemeye niyetleniyordum. Ama Chapman telefon edince, geziyi ertelemeye karar verdim. Benimle görüşmek istediği konunun, Louvre’daki tabloları seyretmekten daha önemli olduğunu sezdim. Adamın sesinde bir çaresizlik vardı; konuyu telefonda açmak istemeyişi merakımı gıdıkladı. Chapman’ın başı beladaydı ve bu belanın ne olduğunu öğrenmek istiyordum. Ertesi sabah dokuzda büroma gelmesini söyledim.

Beş yıl önce, Chapman bir beyzbol oyuncusunun bir mevsim içinde yapabileceği her şeyi yapmış; vuruşlarında 0,348’lik ortalamaya ulaşmış, kırk dört tam tur, yüz otuz yedi ara devre atışını başarmış ve üçüncü kalede Altın Eldiven Ödülü’nü kazanmıştı. Bölge maçlarında, lig karşılaşmalarında ve Dünya Kupası’nda hep başarılı olmuştu. Mevsim sona erdiğinde, Chapman’a “Ligin En Değerli Oyuncusu” unvanı verilmişti. Olacak iş değildi. Hangi gazeteyi açsanız Chapman, ya tam tur atışıyla ya savunmadaki insanüstü performansıyla manşetlerdeydi. Çöp grevleri, siyasal skandallar ve kötü hava koşullarıyla çalkalanan o yıl boyunca Chapman dillerden düşmedi.

Resmi o kadar sık yayınlanıyordu ki, uykuda bile yüzü gözünüzün önünden gitmiyordu. Aşağı Doğu Yakası’ndaki keşler bile onun adını biliyorlardı; hatta yerel bir radyo istasyonunun yaptığı ankette Chapman’ın adını bilenlerin sayısı, dışişleri bakanının adını bilenlerden daha çok çıkmıştı. Chapman, neredeyse gerçek olamayacak kadar kusursuz bir kahramandı. Boylu boslu, yakışıklıydı; gazetecilerle açık yüreklilikle konuşur; imzasını isteyen hiçbir çocuğu kırmazdı. Dahası, Dartmouth Üniversitesi’nde tarih öğrenimi yapmıştı. Güzel, görgülü, zarif bir karısı vardı. Chapman beyzbol oynamaktan başka işler de yapıyordu. O deodorant reklamında oynatacağınız tipte biri değildi. Televizyona çıktığında ya Metropolitan Sanat Müzesi’nin tanıtımını yapar ya da göçmen çocuklar için bağış çağrısında bulunurdu.

Chapman’ın yıldızının parladığı beyzbol mevsiminin ertesi kış, karısıyla birlikte bütün dergilere kapak oldular. Amerikalılar, Chapmanların hangi kitapları okuduklarını, hangi operaları izlediklerini, Mrs. Chapman’ın poulet chasseur’ü1 nasıl pişirdiğini, ne zaman çocuk sahibi olmayı planladıklarını ezbere öğrendiler. O sırada Chapman yirmi sekiz, karısı yirmi beş yaşlarındaydı. Herkesin en sevdiği çift olmuşlar, herkesin gönlüne taht kurmuşlardı. Chapman’ın parladığı mevsim benim için hiç unutulur gibi değildi. O yıl her yönden kötü geçmişti. Evliliğim çıkmaza girmiş; Bölge Savcılığı’ndaki işim tatsızlaşmış; borç gırtlağa dayanmıştı. Ne yana dönsem belaya çatıyordum. İlkbahar geldiğinde, çocukluğumun kabuğuna çekilmeye başladığımı fark ettim.

Dünyama biraz olsun düzen vermek için, yaşamın daha hâlâ umut taşıdığı bir döneme sığınıyordum. Yeniden ilgi duymaya başladığım şeylerden biri de beyzboldu. Beyzbolun gerçeklikten kopuk oluşu beni avutuyordu. İçine battığım sıkıntılarla yüz yüze gelmemek için beyzbola sarılıyordum. Beş paralık soygunlar yüzünden yakalanmış Zenci delikanlılar için iddianame hazırlamaktan, boncuk boncuk terleyen şişko polislerle mahkemelerde sürtmekten, herkesi birer kurbana dönüştüren cinayet davalarından usanmıştım. Karımla didişmekten, evliliğimizi hâlâ yürütebilirmişiz gibi numara yapmaktan da sıkılmıştım. Bir köşeye gizlenmiş, gemiyi terk etmeye hazırlanıyordum. Mevsim ilerledikçe, ben de Americans takımının maçlarından başka şey düşünmez oldum; her sabah gazetelerde takımların skor listesine bakıyor, radyoda ya da televizyonda yakaladığım maçların hiçbirini kaçırmıyordum. Chapman öteki oyuncuların hepsinden çok ilgimi çekiyordu; çünkü üniversitedeyken rakip takımlarda birbirimize karşı oynamıştık. Chapman, Dartmouth takımının üçüncü kale sayısını yaparken, ben de Columbia’nın üçüncü kale sayısını yapmıştım. Geleceği parlak bir oyuncu sayılmazdım. Üniversiteden burs alabilmek için 0,245’ lik bir derece yaptım ve üç yıl aynı durumda idare ettim. Chapman üniversite sayı rekorlarını altüst edip büyük lig takımlarından biriyle sıkı bir sözleşme imzalamaya hazırlanırken, ben keyif için oynuyor ve sonunda Hukuk Fakültesi’ne geçmeye niyetleniyordum. Chapman’ı tırmanışa geçtiği o mevsim boyunca izlerken, onu kendimin ikinci kişiliği gibi görüyor; başarısızlıklara şerbetli bir parçam olarak bakıyordum. Aynı yaşta, aynı yapıdaydık, benzer bir eğitimden geçmiştik. Aramızdaki tek fark anatomikti. Dünya onun ayaklarının altındaydı, oysa benim gırtlağımı sıkıyordu. Chapman stadyumda şeref kürsüsüne çıkıp kupa alırken öylesine coşkuyla bağırıp alkışlıyordum ki, kendi taşkınlığımdan utanıyordum.

Sanki onun başarısı beni kurtarabilirmiş gibi geliyordu ve kendi geleceğim konusunda bir başkasına umut bağlamaktan da ürküyordum. Ama o yıl iyice dağıtmıştım. Chapman da öylesine başarılıydı ve başarılarını günden güne öylesine katlıyordu ki, bir anlamda dibe vurmamı önledi diyebilirim. Belki aynı zamanda onun cesaretinden, ataklığından nefret de ediyordum. Oysa o mevsim, Chapman’ın büyük liglerdeki son yılıymış. Ona karşı içten içe bir kıskançlığım vardıysa da, ilkbahar antrenmanlarından hemen önceki bir şubat gecesi, o duygu birdenbire yok oluverdi. Chapman, beyzbolculara verilen bir ziyafetten dönerken Porsche’si bir treylerle kafa kafaya çarpıştı.

İlk başta Chapman yaşayacak gibi görünmüyordu. Sonuçta ölümü atlattı, ama sol bacağı yoktu artık. Kazadan sonraki bir-iki yıl George Chapman’la ilgili pek bir şey duyulmadı. Arada sırada “Chapman’a protez bacak takıldı” ya da “Chapman özürlüleri ziyaret etti” gibi kısa haberler yayınlanıyordu, hepsi o kadar. Ama tam akıllardan iyice silineceğini sandığınız sırada, Chapman başından geçenleri anlatan, büyük ilgi uyandıran, toplumun dikkatini yeniden üzerine çeken “Kendi Ayaklarımın Üzerinde Durmak” adında bir kitap yazdı. Amerikalılar ünlülere taparlar; ama yeniden nam salan eski şöhretlere daha da çok taparlar. Yetenekli ve güzel olanlar her zaman hayranlık uyandırır; ama onlar bizden biraz uzakta, gerçek dünyaya hiçbir zaman değmeyen başka bir âlemde yaşarlar. Trajedi, bir yıldızı insanlarla daha eşit bir düzeye getirir; onun da bizler gibi incinebilir, bizler gibi kırılgan olduğunu kanıtlar ve o yıldız kendini toplayıp yeniden sahnedeki yerini aldığı zaman beynimizde, gönlümüzde özel bir yer kazanır. Chapman bunu gerçekten başarmıştı, hakkını yememek gerek. Kesik bir bacağı, yeni kariyer başarısına dönüştürebilmek her yiğidin harcı değildir.

Ama Chapman yeniden üne kavuştuğu andan sonra spot ışıklarından bir daha hiç inmedi. Özürlülerin haklarını savunma hareketinde başı çekiyor; tekerlekli sandalye olimpiyatlarına sponsorluk yapıyor; bu konuyla ilgili parlamento oturumlarına katılıyor, özel televizyon programları yapıyordu. Senatoda bir yer boşaldığı için, önde gelen demokratların bir kısmı onun New York’tan senatör adayı olması için çalışıyorlardı. Denildiğine göre, Chapman da ay sonundan önce adaylığını açıklayacaktı. Chapman randevu saatinden birkaç dakika önce, elinde gümüş saplı bastonuyla dimdik yürüyerek geldi. Elimi bir diplomat resmiyetiyle sıktı. Bir koltuğa buyur ettim; yine dimdik oturdu; bastonunu bacaklarının arasına sıkıştırdı, yüzünde en ufak bir gülümseme belirtisi yoktu. Suratı yayvan ve adaleliydi. Gözleri neredeyse Apaçilerinki kadar çekikti. Kumral saçlarının özenle taranışı, Chapman’ın karşısındakini etkileyecek bir görüntüye önem verdiği, kendi imajını ciddiye aldığı izlenimini uyandırıyordu. Kondisyonu hâlâ yerinde görünüyordu. Şakaklarındaki bir-iki tel kır dışında, gençliğini ve bir sporcuya yaraşır fiziksel yetkinliğini yitirmemişti. Yine de, bütün bunların ardında, yüzünde beni tedirgin eden bir şeyler vardı. Kahverengi gözlerinde duygu belirtisi yoktu. Bakışları, içinden geçenleri açığa vurmak istemezmişçesine fazlasıyla kararlı, keskin ve sabitti. Chapman açık vermemeye kararlı bir adama benziyordu ve oyunu onun kurallarına göre oynamak istemezsen, zaten oyunda yerin yoktu. Bu, gözü yükseklerde bir politikacıdan beklenmeyecek bir tavırdı. Bence Chapman daha çok kurşun askere benziyordu. Büromda bulunmaktan pek hoşnut olmadığını açıkça belli ediyordu. Koltuğa oturup çevreye göz gezdirirken, gecenin bir yarısı kendini hiç bilmediği mahallede buluvermiş gibi davranıyordu.

Buna aldırış etmedim. Büroma gelenlerin çoğu biraz tedirginlik duyar; Chapman’ın tedirginlik duymaya hepsinden haklı nedenleri olması doğaldı. Sözü dolandırıp zaman yitirmeden geliş nedenini anlattı. Görünüşe bakılırsa birisi onu öldürmeyi planlıyordu. “Brian Contini, zeki olduğunu ve hızlı çalıştığını söyledi,” dedi. “Chip Contini benim zekâmı her zaman abartır,” dedim. “Bunun nedeni de, hukukta okurken onun yarısı kadar çalışmama karşın, ondan yüksek not almam oldu.” Chapman okul anılarıyla vakit geçirecek havada değildi. Bastonunun sapıyla oynayarak sabırsız bakışlarını üzerime dikti. “Beni aradığınız için onur duydum,” diye sözümü sürdürdüm; “peki ama neden polise başvurmadınız? Bu gibi konularda onlar daha donanımlıdır; üstelik sizin için ellerinden geleni yaparlardı. Önemli bir kişisiniz Mr. Chapman; eminim ki size özel işlem yaparlardı.” “Bunun açığa çıkmasını istemiyorum. Bir sürü saçma sapan yazı çıkar, dikkatleri çok daha önemli işlerden bu konuya kaydırır.”

“Söz konusu olan sizin canınız,” dedim. “Bundan daha önemli bir şey olamaz.” “Mr. Klein, bu sorunu çözmenin bir doğru yolu vardır, bir de yanlış yolu. Ben doğru yoldan çözmek istiyorum. Ne yaptığımı da biliyorum.” Arkama yaslandım; hissedilir bir sessizlik olmasını, havanın hafiften gerginleşmesini bekledim. Chapman’ın tavrı keyfimi kaçırıyordu; ne tür bir belaya girdiğini iyice anlamasını istiyordum. “Birinin sizi öldürmeye çalıştığını söylerken neyi kastediyorsunuz? Biri sizi pencereden atmaya mı çalıştı? Yoksa ateş eden mi oldu? Ya da birinin martininize arsenik kattığını mı gördünüz?” Chapman buz gibi bir tavırla, “Şu mektubu kastediyorum,” dedi. “Önceki gün, pazartesi günü geldi.” Açık kahverengi kaşmir ceketinin iç cebine davrandı.

Chapman’ın giysileri, ancak tuzu kuru olanların yakıştıracağı tarzda gündelik, ama şıktı. Beyzbolcuların çoğu, Hawaii’deki bekâr barlarından çıkmış gibi giyinirler; oysa Chapman, kurşuni pantolonu, yüz dolarlık ayakkabılarıyla tepeden tırnağa Madison Bulvarı’ndan gelmeydi. Onun bir yılda iç çamaşırlarına ve çoraplarına verdiği paranın, benim bütün gardırobuma harcadığımdan fazla olduğunu tahmin ediyordum. Chapman, cebinden diplomat zarfı büyüklüğünde beyaz bir zarf çıkarıp bana uzattı. Mektup, Chapman’ın Doğu Yakası’ndaki adresine gönderilmiş ve merkez postanesinden atılmıştı. Adres, büyük olasılıkla IBM Selectric marka bir elektrikli daktilo makinesiyle yazılmıştı. Zarfı açıp mektubu okudum. Mektup da aynı makineyle yazılmıştı ve bir sayfa uzunluğundaydı.

Sevgili George, Beş yıl önceki 22 Şubat’ı anımsıyor musun? Son zamanlardaki davranışlarına bakılırsa, pek anımsıyor gibi görünmüyorsun. O parçalanmış arabadan sağ çıktığın gece şansın yaver gitti. Belki gelecek sefere o kadar şanslı olmayabilirsin. Sen akıllı çocuksundur George, onun için ne demek istediğimi söylememe gerek kalmadan anlarsın. Seninle bir anlaşma yaptık, ona bağlı kalman gerekir. Yoksa kötü olur. Aday olacakmışsın diyorlar. Sen bu gidişle olsa olsa morgdaki buzluğa aday olabilirsin.

Bir dost

Mektubu okurken donuk bakışlarını üzerimden ayırmayan Chapman’a baktım. “Bunun şantaj koktuğunu anlamak için dâhi olmaya gerek yok,” dedim. “Sorun nedir Chapman? Biri sizi yemeye mi çalışıyor?” “İşte sorun da bu zaten,” dedi. “Mektubun neden söz ettiğini anlayamıyorum. Bir anlaşmaya uymamışım gibi görünüyor. Uyup uymamak şöyle dursun, ben kimseyle anlaşma yapmadım ki.” “Mektupta geçirdiğiniz kazanın aslında kaza olmadığı ima ediliyor.” Chapman, kafasının içini boşaltıp beş yıl önceki o gecenin anılarını yeniden kuytuya itmek istercesine başını bir öne bir arkaya salladı. Bir an için daha yaşlı, neredeyse çökmüş bir ifade belirdi yüzünde. Geçmişi anımsamak için gösterdiği çaba onu zorluyordu; yüzünde o âna kadar gizlemeyi başardığı acıyı gördüm. Ağır ağır konuşarak, “İnan ki,” dedi, “o bir kazaydı. Yola düşmüş bir dal parçasından kaçayım derken buzda kaydım ve karşı şeritten gelen kamyona çarptım. Bu, önceden planlanamayacak kadar görünmez bir kaza. Üstelik ne diye böyle bir şey yapmak istesinler?” Belirli bir düşünce sistematiği kurmak için, “Peki ya kamyonun şoförü?” diye sordum. “Onun adını anımsıyor musunuz?” “Papano… Prozello…” Durdu.

“Tam olarak aklımda değil. P ile başlayan bir İtalyan adıydı. Ama bunda bit yeniği aramak, işi fazla abartmak olur. Adamcağız, arabadakinin ben olduğumu anlayınca perişan oldu. Hastanede ziyaretime geldi, kazada kendisi suçlu olmadığı halde, bağışlamam için yalvardı.” “Kaza nerede oldu?” “Dutchess ilçesinde, 44 numaralı şosede, Millbrook yakınlarında bir yerde.” “Peki ama, ziyafet Albany’deydi, öyle değil mi? Neden Thruway’den ya da hiç değilse Taconic yolundan gelmediniz?” Chapman bir an ne yanıt vereceğini şaşırdı. “Neden soruyorsun?” “Albany ile New York’un arası epey uzaktır. Nasıl olup da kasaba yoluna saptığınızı anlayamadım.” Chapman birden kendini toparladı. “Doğrusunu istersen, çok yorgundum,” dedi. “Otoyoldan çıkıp tenha bir yola saparsam daha rahat giderim diye düşündüm.” Sözünü melodramatik bir ifadeyle noktaladı: “Anlaşılan yanılmışım.” Konuşmayı daha başında ana konudan kopartmak istemediğim için, daha sonra üzerinde düşünmek niyetiyle bu ayrıntıyı şimdilik bir yana bıraktım. “Mektupta bana ters gelen bir şey var,” dedim. “Gözdağı veriyor gibi, ama neden söz ettiği belli değil. Dediğiniz gibi, sözü edilen anlaşmadan hiç haberiniz yoksa, o zaman mektuptan anlam çıkmıyor. Birinin sizi işletmiş olabileceğini hiç düşündünüz mü; belki kafadan kontak birisi yazdı, belki de bir arkadaşınız şaka olsun diye yazdı.”

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Şimdi ve Burada; Mektuplar (2008-2011) ~ Paul Auster, John Maxwell Coetzee Şimdi ve Burada; Mektuplar (2008-2011)

    Şimdi ve Burada; Mektuplar (2008-2011)

    Paul Auster, John Maxwell Coetzee

    Okyanus aşırı ülkelerde yaşayan çağımızın iki büyük yazarı, Paul Auster ile J.M. Coetzee, yazışmalarından bir kitap yaptılar. Auster ve Coetzeenin iki yılı aşkın bir...

  2. Sunset Park ~ Paul AusterSunset Park

    Sunset Park

    Paul Auster

    Brooklyn, Paul Auster’ın her köşesini özümsemiş olduğu kendi coğrafyası. Bu romanı da, Florida’da başlamakla birlikte yine gelip Brooklyn’in Sunset Park semtinde düğümleniyor. Çocukça bir...

  3. Baumgartner ~ Paul AusterBaumgartner

    Baumgartner

    Paul Auster

    Neden bazı anıları hatırlar, bazılarını unuturuz? Baumgartner, sevgili eşi Anna’nın ölümü sonrasında büyük üzüntü yaşayan yetmiş bir yaşındaki felsefe profesörü Baumgartner’ın emekliliğe ve dünyadan...

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. Avlu ~ Andreas FranghiasAvlu

    Avlu

    Andreas Franghias

    “Avlu” Avlu, 2. Dünya Savaşı’nın yıkıntıları arasındaki Atina’nın belki de en yoksul mahallesinde yaşayan insanların hüzün ve mizah yüklü öyküsü. Kendisini yeniden biçimlendirmeye çalışan...

  2. Kumarbaz ~ Fyodor Mihayloviç DostoyevskiKumarbaz

    Kumarbaz

    Fyodor Mihayloviç Dostoyevski

    İki haftalık bir ayrılığın ardından döndüm nihayet. Bi-zimküer iki günden beri Roulettenburg’daydılar. Beni sabırsızlık içinde beklediklerini sanıyordum; yanılmışım!.. General bana soğuk bir ilgisizlikle baktıktan...

  3. Bitmeyen Kavga ~ John SteinbeckBitmeyen Kavga

    Bitmeyen Kavga

    John Steinbeck

    Bitmeyen Kavga, insanlığın bitmek tükenmek bilmeyen mücadele gücünün anlatıldığı eşsiz bir grev romanı. John Steinbeck, bir kıvılcımla doğan ve dalga dalga büyüyen bir grevi...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur